ben oldum olasıya geçkin yaşlarına rağmen şöhretlerine inatla yapılıp, onu bırakmamak için ölesiye mücadele edenlere karşı içimde bir burkuntu duyarım.
hattâ bu burkuntuya biraz da iç bulantısı bile karışır.
hani şu «bu yaşında hala...» lâfı yok mudur. geçkinlerin o lafı dedirtebilmek için alıngan kulakları kirişte, şüpheci gözleri kendilerine dikilen meraklı gözlerde ne zor bir direnme içinde çabaladıklarını iyi bilirim de. bütün ondandır içimdeki acaip çalkanışlar... hele onların en parlak günlerine yetişmişsem, onların yaptıkları büyüklükleri gözlerimle görmüşsem, yarattıkları eserleri birbir ezberlemişsem, şöhret yolları biterayak kendilerini zorlayışlarını takdirden çok nedense iç bulandırıcı, ameliyathane kokulu, bir merhametle gözlerim.
myrna loy, clark gable, gary cooper...
bundan beş altı sene kadar evveldi. new-york'ta meşhur bir otelin önünde vizon kürklü, göz alıcı şapkalı, etrafın ilgisini çekmek ister tavırlı, fakat buruş buruş yüzlü ihtiyar bir kadın cadillağına biniyordu. fakat benden başka onu farkeden yoktu. o yüz bana pek aşina gelmişti de gözlerim takılıp kalmıştı. hafızamı paralarcasına zorladım. nihayet «myrna loy» ismi, hem de yüksek sesle dökülüverdi ağzımdan. delikanlılık günlerimde güzelliğine, zerafetine, san'atına hayran olup hayallere daldığım meşhur sinema artisti myrna loy... yaşlı kadın, ismini çağırışımı işitmiş olacak ki, döndü ve bana öyle minnet dolu gözlerle gülümsedi ki... içim bir hoş oldu. gözlerim doldu... sonraları, beyaz perdede büyükbaba olacak seçkin yaşlarına rağmen hâlâ jönprömiye olarak kaş kaldıran, göz süzen, dudak öpen clark cooper'leri clark cable'leri hep aynı acımaklı ruh haleti içinde seyrederdim. nihayet geçen 8.5.962 gecesi mithatpaşa'da ünlü futbol artisti stanley matthews de bu serinin en yenisi oluverdi.
ve stanley matthews...
1950 senesinde londra'daydık. o sene dünya kupasına katılan ingiliz milli takımıyla, bu kadronun dışında kalmış seçkin futbolculardan kurulu bir muhtelitin maçını seyretmek şansı geçmişti elimize. billy wright, finney, manion, mortenson ve büyük stanley matthews, hepsi sahadaydılar ... işte o gün bilhassa matthew'ü büyüklüğünü gözlerime inanamıyarak doya doya seyretmiştim. neler yapmamıştı ki... akla havale gelmez, anlatmakla anlatılamaz, seyretmedikçe inanılmaz hünerler... şeytani ayak oyunları, hendesi paslar, şimşek sıyrılışlar... şu kadarını söyleyeyim ki, karşısında oynayan ve ingiltere'nin en iyi futbolcularından biri olan bek, ne yapacağını şaşırıp kalmıştı. üstüne gideyim, dedi. olmadı. temkinli temkinli bastırayım, dedi. olmadı. şimşek gibi saldırıp bozayım, dedi olmadı. en nihayet de matthews'ün şahane bir ayak oyununa vücudunu uydurup mani olayım derken, beli burkulup sahadan sedye ile çıkarıldı... hani biz, bâzı çalımcı futbolcularımızı övmek için «rakibinin belini kırdı» diye bir laf ederiz ya, matthews, bunun tamamiyle hakikisini gözlerimizin önünde yapmıştı o gün...
geçen gece mithatpaşa'da karşısında oynayan oğlu yerinde genç futbolculara çalım atmağa yeltenirken bol bol top kaptıran, onların ufacık dokunuşlarıyla yerlere yuvarlanan matthews'ün hali ise pek dokundu içime. etraftan yükselen: «matthews bu mu? hiç iş yokmuş matthews'de. matthews'ü madara etti bizimkiler...» sesleri arasında adeta öğürerek «good-by mister football» diye söylendim...