1980-81 sezonu eylül ayı. 16 yaşındayım. göztepe ikinci kez 1. ligden düşmüş, biz geçen sezon türkiye kupasını müzemize götürmüşüz. arada 12 eylül darbesi olmuş ve lise 3'e geçmişim. artık atatürk lisesinde fen kolundayım, dersler felaket kazık. ayrıca hafta sonları üniversiteye hazırlık için dershaneye gidiyorum. hayatımın en sıkıntılı dönemlerinden. fen kolundaki yeni arkadaşlarımdan bir çoğunun dersleri süper, benim ise berbat. 2. sınıfı edebiyat kolunda okuduğum için 3 fen'deki dersler ağır geliyor. matematik ve kimyadan hiç bir bok anlamıyorum. üstelik yeni sınıfımdaki tipler de çok değişik. nerede geçen sene sınıfımızda yaşanan altay-göztepe çekişmesi, nerede burdaki tiplerin inekliği. çoğu ders çalışmaktan başka bir şey düşünmüyor. takım tutanlar ve futbol konuşanlar ise istanbul takımlarını tutuyor. yanımda oturan arkadaş ise göztepeli. o da edebiyat şubesinden gelme benim gibi tembel tenekenin teki. sınıfta en arka sıradayız. gazetelerin spor sayfalarından kesilme fotoğraflar defterlerimizi süslüyor. onun defterinde göztepe, benimkinde ise altay fotoğrafları var.
tenefüslerde hep edebiyat şubesinde kalan arkadaşlarımın yanına gidiyorum onlarla vakit geçiriyorum. göztepeli de öyle yapıyor. o da eski sınıfındaki arkadaşlarının yanında alıyor soluğu. bir ara idareye dilekçe verip tekrar edebiyat koluna, eski sınıflarımıza dönmeyi düşünüyoruz. çünkü ikimizin de aklı hep eski arkadaşlarda. fakat sonra vazgeçiyoruz bu düşünceden. sonuçta üniversite hayallerimiz var. hem ailelerimiz ne der bu işe?
göztepeli ufuk, derslerden hiç bir şey anlamadığımız ve bunaldığımız zamanlarda mırıldanıyor, "ortala irfan ortala". cevabı geciktirmeden veriyorum, "bombala sado bombala". sol açık irfan ile santrfor sadullah o zamanların göztepe'sinde oynuyor. o da bana jest yapıp "büyük altay" diyor. defterinin kapağında yeni asır gazetesi spor sayfasından kestiği geçen sezona ait 1-0'lık göztepe-bursa maçının renkli fotoğrafları var. benimkinde ise ıgs forma reklamlı altay fotoğrafı.
hafta sonlarım ise daha rezalet. cumartesi-pazar dershane var, maçlara gidemiyorum. o zamanlar gece maçları çok nadir. maçlar genellikle öğleden sonra saat 3'te oynanıyor. altay'ın beşiktaş'la atatürk stadında oynayacağı bir pazar günü babamdan izin alıp maça gidiyorum. "bir kereliğine izin veriyorum, derslerini ihmal etme sakın" diyor. (gerçi babamdan habersiz dershaneyi ekip alsancak'ta 3-3 biten ve pıtırcık nihat'ın adana formasıyla harikalar yarattığı maça da gitmiştim.) bu maç ise inadına zevksiz geçiyor. bir sezon önce beşiktaş'ta oynayan kemal kılıç şimdi altay'da. tribünler "hadi kemal kılıç göster kendini" şeklinde tezahürat yapıyor. beşiktaş'ta mehmet ekşi kaptan. efendi bir adam ama bu tribünden küfür yemesini engellemiyor. aslında beşiktaş çocukluktan beri eski göz ağrım, hala çok severim ama altay'ın karşısında beşiktaş'ı kim takar. iki siyah-beyazlı takımın mücadelesinde tüm benliğim altayla beraber.
o maçtan sonra ve sıkıcı okul günlerini takiben aradan bir hafta geçiyor yine hafta sonu geliyor. günlerden pazar. saat 1 gibi evden çıkıp dershanenin yolunu tutuyorum. sevinc'in oradaki iş bankası durağında konak troleybüsünü bekliyorum. birkaç dakika sonra troleybüs gelip durakta duruyor. herkes binme telaşında fakat ben binmiyorum. artık nasıl bir ruh halindeysem öyle sap gibi aracın kapısı önünde dikiliyorum. arkadan bir ses "oğlum çekil de binelim" diyor. yana çekiliyorum bir teyze geçerken "çık çık çık şu gençler de amma saygısız, binmeyeceksen ne duruyorsun kapı önünde" diyor. yolcular biniyor troleybüs kalkıyor. sonra arkadan bir tane daha geliyor. ona da binmiyorum. sevinç pastanesinden aşağı doğru alsancak istasyonuna doğru yürüyorum. daha doğrusu ben yürümüyorum sanki ayaklarım beni götürüyor. robot gibiyim.
zaten dershanede verilen matematik, fizik derslerine kafa basmıyor, korkunç bunalımdayım. fakat bir kez daha dershaneyi asıp maça gitmek de vicdanımı rahatsız ediyor. farkında olmadan garın önünden alsancak stadına kadar gelmişim. orduspor maçı var. seyyar satıcılar ve taraftarlar tüm kaldırımı kaplamış. "biraz onları seyredeyim sonra garın önünden troleybüse atlar dershaneye giderim" diye düşünüyorum. fakat ne mümkün. kendimi bilet kuyruğuna girmiş buluyorum. elvada sıkıcı fizik dersi, elvada hiç kafamın basmadığı matematik. şimdi sadece altay var.
kısa zamanda sıra bana geliyor, bileti alıyor ve açık tribüne doğru gidiyorum. ohhh be, birazdan altay sahaya çıkacak ve ben altay'ın maçını seyredeceğim. önce misafir takım çıkıyor ısınma hareketleri falan yapıyorlar. neredeyse dakikaları sayıyorum. gözlerim çıkış tünelinde kalbim küt küt atıyor. onca gençlik ve ergenlik bunalımı, başaramadığım dersler, sıkıntılı okul hayatı hepsini hepsini unutmuşum. nasıl altay'ı seyretmekten uzak kalmışım anlaşılır gibi değil. başka türlü bir sevgi bu adlandıramıyorum.
ben öyle gözüm çıkış tünelinde hiç bir saniyeyi kaçırmadan dikkat kesilmişim. işte ilk altaylı futbolcunun kafası tünelde görüldü. büyük mustafa bu. (mustafa denizli) arkasında rahmetli sabo, zagor, bilal, taytay mustafa, şeref, nevruz, kaleci sait ve diğerleri. büyük mustafa ağır abi olduğundan diğerleri de ona ayak uydurmuş ağır ağır çıkıyorlar merdivenleri. birkaç adım sonra hafiften hızlanıyorlar santraya doğru koşuyorlar, tribünler ayakta. büyük altay sesleri, naralar, bağırış çağırış gırla gidiyor. ben de ayaktayım ellerimi birbirine çırpıyor, sözde alkış tutuyorum. artık kalbim yerinden çıkacakmış gibi, nabzım herhalde 120'ler civarında. her zaman olduğu gibi aşırı coşkudan gözlerim dolu dolu olmuş durumda. sol elimin tersiyle gözlerimi sileyim diyorum... ama o da ne resmen hüngür hüngür ağlıyorum yahu, göz yaşlarım yanaklarımdan aşağı yuvarlanıyor, çenemin titremesine engel olamıyorum.
aidiyet böyle bir şey olmalı. aslında o siyah-beyaz forma giyen 11 insanda sembolize olmuş şey, tüm çocukluğum, ailem, doğup büyüdüğüm alsancak, okul hayatı, arkadaşlar, akrabalar beni ben yapan değerlerdi. insanlar genelde üzüldüklerinde ya da sevindiklerinde ağlar ben coşkudan ağlıyordum.
kaptan büyük mustafa'yı kapalıdan sonra açık tribüne çağırıyoruz. aman allahım karizmaya bak be. acele etmeden yavaş yavaş koşuyor, tel örgülerin yanına geldiğinde elini kalbine götürüp hafifçe başını eğiyor. iyi ki dershaneyi ekmişim, maça gelmişim. biraz sonra hakemler de çıkıyor, seremoni yapılıyor ve maç başlıyor. sanırım galip geliyoruz. maç bitip de eve döndüğümde hafiften bir vicdan azabı duyuyorum. öyle ya, üniversiteye hazırlık var ben dershaneyi ekip maça gidiyorum. fikstürü bakıp önümüzdeki hafta da içerde maçımız olduğunu görünce iyice moralim bozuluyor. bu duruma çare bulmak lazım. yoksa kafayı yiyeceğim.
aradan iki hafta geçiyor. bir maçı kaçırıyorum. sonra kararımı verip uygulamaya koyuyorum. madem ki altaysız yapamıyorum o zaman çözüm bulmalı. şimdi geçmiş zaman, aradan neredeyse 30 sene geçmiş, ayrıntılar aklımda değil. arı dershanesinde müdürün odasına nasıl çıktım, ne konuştum, paranın 2/3 ünü geri almaya onu nasıl ikna ettim, sonra yazın tariş'te çalışırken biriktirdiğim parayı üstüne koyup nasıl rahmetli babama verdim, babama dershaneye ihtiyacım olmadığına dair nasıl bir nutuk çektim hatırlamıyorum. fakat artık vicdanım rahattı. hem paramız boşa gitmemiş geri almıştım, hem de artık hiç olmazsa hafta sonları özgürdüm. iki haftada bir altay'ın içerde olan maçlarını kaçırmayacaktım. her 15 günde bir saat 14-15 gibi alsancak stadında olacaktım.
o sezon da şansımız yaver gitti. sezon sonunda atatürk'te oynanan ve berabere biten galatasaray maçının sonunda averajla kümede kaldık. taytay'ın bir gs'liye çelmeyi taktığı pozisyonu hakem farketmiyor ve penaltı olmuyor. ertesi günkü yeni asır'da fotoğrafını görünce "allah bizi korumuş" diyorum. altay gibi benim de şansım yaver gidiyor. dershaneye gitmediğim halde üniversite sınavının iki basamağını da geçip edebiyat fakültesini kazanıyorum. bir türlü kafamın basmadığı ve bütünlemede de veremediğim matematik ve kimya dersinden öğretmenler kurulu kararıyla geçip, liseden mezun oluyorum. gelecek sene üniversiteliyim. babamlara verdiğim sözü tutmuştum. altay da 1. ligde kalmış. daha ne isterim ki?
rahat uyu baba, gözün arkada kalmadı. hem adam, hem de altaylı oldum.