18 dakikada iki gol yiyen takımımız, 2. devrede rus millî takımını ağır tazyik altına almasına rağmen hak ettiği beraberlik golünü atamadı
gene istiklâl marşı… gene 40 bin kişinin hançeresinden 27 milyonun zafer nârâsı… gene heyecandan titreyen bacaklar… gene bizim elmacık kemiklerimizden ensemize doğru yayılan bir sızıldama… ah!... o sızlama… sevinmek mi, üzülmek mi, gülmek mi, ağlamak mı istediğiniz belli değildir.
yalnız yüreklerde bir şeylerin büyüdüğünü ve o şeyin elle tutulacak bir kesafet halinde ortalıkta dolaştığını hissedersiniz: «sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl.»
istiklâl marşımız, istikl’al marşı olalı bu kadar büyük bir koro tarafından, bu kadar güzel ve heyecanlı söylenmemiştir. halbuki…
halbuki biz mithatpaşa stadına bir milli zafer kazanmağa değil bir spor karşılaşması yapmağa gitmiştik. bu karşılaşmayı kaybettik. sporcularımız için söylenmemiştir o söz: «sana olmaz… sonra helâl». hayır …hayır… sporcular için söylenmemiştir o söz.
ama yarın yeni bir milli maçta elmacık kemiklerimizden etrafa yayılan sızıldamayı tekrar hissedeceğiz.
ah bu büyük, bu asil, bu muhteşem zaafımız… artık inanmalıyız ki, dünkü maçı kazansak bu bir milli zafer olmayacaktı, nitekim kaybettik ve kaybettiğimiz sadece bir spor müsabakasıdır.
ve kazanabilirdik de…
oyun başlayalı altı dakika olmuştu henüz… takımımız barutu fazla kaçmış bir fişek gibi idi. ogün de bir fişeğin çekirdeği. karşısındaki beki rüzgâr gibi aştı ve ortasını yaptı. defans karşıladı. karıştı ortalık. metin mi, can mı birisi lefter’e kaldırıverdi topu. yat sağına doğru, patlat sol voleni yaşin’in burnunun dibinden. ve bekle tribünden yükselecek gürültüyü. bu vole bize belki de maçı kazandırırdı. ama lefter bir an durakladı, düzeltti ve vuruşuna ayak koydular. halbuki şu meşhur macar maçında attığı ilk golde pozisyonu hemen hemen aynı idi.
sonra baskı yavaş yavaş hafifledi. bir de onikinci dakikada voronin’den mamukin’e ondan da gusarov’a gelen topu sabahattin ve candemir kesemeyip, necmi de çıkış yapsa alabilecekken kalede bekleyince… birdenbire soluğu kesiliveren bir fırtına gibi her şey duruluverdi.
bir de 18 inci dakikada sabahattin’in hatâsını necmi tamamlayıp mamukin’in kafa vuruşu ile top ikinci defa kalemize girince…
artık (kazanabilirdik) sözü bir hayâl olmuş gitmişti. şimdi skorun alabildiğine büyümesi ihtimali bir kâbus gibi çökmüştü içimize…
rusya takımının da hızı işte bu yirmi dakikadan ibaret kaldı. bundan sonra iki gol farkın verdiği rahatlık içinde daha temkinli ve daha az girgin oynamağa başladılar. boş sahada ileri pasları ile dörtlü müdafaamızı allak bullak eden netto bile top kesmeyi kâfi bulur olmuştu. eğer forvetimiz biraz daha dikkatli oynasa kaybettiğimiz ümitleri yeniden bulacaktık. 25 inci dakikada lefterin tam kale ağzında düşüşü, 29 uncu dakikada can’ın solaçık yerinden yaptığı yerden pasa lefterin, suatin, ogünün hep beraber ıskalayışları dikkati çekecek hâdiselerdi.
eğer devrenin son dakikası içinde şerefin atağını metin neticelendirmese devre 2-0 gidecekti. acaba şerefin son harekette topu alışında bir faul veya hentbol yok mu idi. varsa bile öylesine gayri kasdi pozisyon vardı ki…
ikinci devreye çıkan rusya takımı sanki bir evvelkinden bambaşka bir kadro idi. ilk devrenin o sağlam hareketli, «boş yok» paslı, o telâşsız, o kitabî futbollu ruslar yerine şimdi mütemadiyen taç ve korner ile top kesen bir takım vardı. ruslar bozulmuşlar mı idi? yooo… bu davranış bir bozgun havası değildi. iki gollük avantajın verdiği rahatlık ve ne yaptığını bilir bir takım olmanın hüviyeti içinde defans yapıyorlardı. takımımız rakip yarı sahaya yerleşecek, beş on dakika içinde belki yirmiye yakın korner atacak. yaşin’in kalesi önünde oldukça heyecanlı hareketler olacaktı. ammmaaa…