hani bazı kentler vardır; uzaktan büyülüdür, ismi bile sizi çağırır. işte buenos aires onlardan biri. güzel havalar diyarı buenos aires denince, hemen herkesin aklına tango ezgileri, dünyanın en güzel biftekleri, güzel kafeler, şık insanlar, futbol ve ille de maradona, eva peron, che guevera gelir; ki bu beklentilerde hiç düş kırıklığı yaşanmaz.
buenos aires'in konumuna baktığınızda, atlantik okyanusu kıyısında rio parana ve rio uruguay nehirlerinin oluşturduğu huni biçimindeki rio de la plata adı verilen ağızda kurulduğunu görürsünüz. rio de la plata'ya, dünyanın en geniş akarsu yatağını oluşturmasından ve renginden ötürü gümüş ırmağı denir. 16. yüzyılın başlarında ispanyol gemilerinden biri, rio de la plata'dan geçip kıyıya demirlediğinde heyecanlanan kaşif kaptan, "ciudad de la santisima trinidad y puerto de santa maria de los buenos aires ismi verir o topraklara; yani, "en kutsal ruhun şehri ve güzel havalı, meryem anamızın limanı". şükür ki aklıselim insanlar bu ismi kısaltıyorlar ve güzel havalar yani buenos aires işte böyle doğuyor...
ne fena şey cahillik
dedik ya bazı kentlerin ismi bile size çağırır. bu çağrıya iki yıl önce ekim ayında kulak verdik. yılların hayalini gerçekleştirmiştik ve deyim yerindeyse havalarda uçuyorduk.
kente ayak basar basmaz, kentin büyüsü bizi öyle bir sarıp sarmaladı ki, uyuyamadık heyecandan. uykuda geçen zamana acıdık ve yürüdük hiç durmadan...
ülkenin bağımsızlığının ilan edildiği (25 mayıs 1810) ve arjantin cuntasının (1976) sekiz yıllık iktidarının başlangıç noktasındayız: plaza de mayo meydanı. tarih boyunca protestoların kalbi olmuş bir meydan. öyle bir meydan düşleyin ki, her bir köşesine tarih, acı, hüzün sinmiş. rehberimiz, yıllar önceki bir protestoya katılanlara güvenlik güçlerinin saldırısı sırasında, meydanda bulunan katedralin, kapılarını yardım çığlıklarına rağmen kapattığından söz ediyor. ve o günden bu yana katedralin bu ayıbının hiç unutulmadığını, duvarlarına "katil kilise" yazılmaktan vazgeçilmediğini anlatıyor. hikâye dinler gibi dinliyoruz. ne meydanın öneminden haberimiz var, ne de dökülen kan ve gözyaşından... dedim ya, cahillik fena şey...
bir kitap ve utançlarım
yıl 2009... temmuz ayında kızıl nehirler, taş meclisi, leyleklerin uçuşu, kurtlar imparatorluğu kitaplarından tanıdığımız jean christophe grange'ın son kitabı koloni (miserere), raflardaki yerini alıyor. uzun zamandır beklediğim kitap çıkar çıkmaz soluk soluğa okuyorum. öyle bir okuyorum ki, her gün bilgisayar başına oturup kâh kitapta adı geçen siyasi olayları araştırıyor kâh kitaba adını veren ilahiyi ve müzikleri dinliyorum. öyle bir okuyorum ki, kendimden geçiyorum ve sürekli kitaptan söz ediyorum karşıma her geçene...
romanın orijinal adı "miserere". yani kiliselerde makamla okunan davut peygamber mezmurlarının ellincisi. mezmur, zebur surelerine verilen ad. (dinlemek isterseniz gregorio allegri-miserere mei deus.) "koloni", paris'te bir ermeni kilisesinde koro şefinin esrarengiz şekilde ölümüyle başlıyor. tarihsel bir fonu olan bu güçlü hikâye içinde kirli siyaset, condor planı, çocuk katiller, işkenceler, çığlıklar, şili yakın tarihi, naziler, fransa'nın kirli çamaşırları bir bir boy gösteriyor. anlıyoruz ki, dünyadaki tüm kötülükler akraba ve birbirini besliyor. condor planı... beni en etkileyeni ve utandıranı. çünkü bilmiyorum. öğreniyorum tabii. hem de internetteki tüm bilgileri yalayıp yutuyorum. ancak ne yazık ki condor planı'yla ilgili türkçe bilgiye ulaşmak çok zor.
condor planı ve anılar denizinde boğulma
ne mi condor (akbaba) planı? 1970'li yılların ortalarında cla'nin desteğiyle arjantin, bolivya, brezilya, şili, uruguay ve paraguay'daki diktatörlük yönetimleri sol muhalif avına çıkıyor. latin ülkelerindeki diktatörlere karşı seslerini yükseltenleri yok etmeyi amaçlayan ortak operasyonun adı condor planı...
bu planla 400 bin kişi tutuklanıyor, 50 bin kişi öldürülüyor ve 30 bin kişi kayboluyor.
adı niye mi condor planı? çünkü iki yıl boyunca cezaevlerindeki hücrelerde yer kalmayınca, tutsaklar uyuşturulup her çarşamba uçaklara dolduruluyor ve okyanusa atılıyor, işte bunları öğrenirken plaza de mayo gözümün önünde tüm görkemiyle beliriyor. o zaman anlıyorum ki, buenos aires'teki rehber bize bir şeyler anlatmak istemiş ancak biz anlamamışız.
buenos aires gezisinden iki yıl sonra kafamdaki tüm resimler ve sözler yerine oturuyor. anlıyorum ki, plaza de mayo yalnızca bir meydan değil. tüm dünya ülkelerine ilham kaynağı olan mayıs anneleri'nin acılarını, umutlarını, gözyaşlarını ve kanlarını her bir taşına akıttıkları bir alan...
1976-1982 yılları arası iktidar, elinde tutan darbeci generaller, ulusal uzlaşma süreci adı altında 30 bin insanın kaybolduğu (cezaevine giren 5 bin kişinin dışında) bir döneme imza atıyorlar. arjantin'de tüm bu yapılanlar, hiristiyan değerleri korumak ve komünizmi engellemek adına gerçekleştiriliyor. 1977 yılına gelindiğinde bir grup anne her şeyi göze alarak, (iki kişiden fazlasının bir araya gelmesi suçtu) kayıplara karışan çocuklarının, torunlarının, kardeşlerinin ve eşlerinin bulunması için pembe ev anlamına gelen casa rosada'nın bulunduğu plaza de mayo'da (mayıs meydanı) ilk defa 30 nisan 1977'de bir araya gelmeye başlıyorlar.
direnişin adı: mayıs anneleri
bir araya geldiler ve yıllar boyu hiç vazgeçmediler. başkanlık sarayı'nın (casa rosada) önünde, her perşembe saat 17.17'de, bu meydanda, toplandılar. kaybettikleri yakınlarını bu meydanda beklediler. torunlarının, çocuklarının, kardeşlerinin, dostlarının fotoğraflarını ya ellerinde tuttular ya boyunlarına astılar. ama ille de beyaz başörtüsü taktılar. bu eylem karşıtı olanlar perşembenin delileri dediler onlara... ilk başlarda sayılar, yalnızca 14 idi... 1977 yılının sonlarına doğru 300, çok geçmeden 2 bin oldular. darbecilerin korkulu rüyası, hâline geldiklerinde, bu mücadelenin ateşini yakanlardan bir anne evinden alındı ve kaybedildi". bu kayıplara başka anneler de eklendi. ama her geçen gün bilinçlenen ve politikleşen anneler yılmadılar. yine meydandaki yerlerini aldılar. tam 25 yıl boyunca hem de.
tüm dünya tanıdı onları... "mayıs anneleri", "plaza de mayo anneleri", "perşembe anneleri", "mayıs meydanı anneleri" olarak biliniyorlar. demokrasi tarihinde yerlerini aldılar. farklı kıtalarda, denizaşırı ülkelerde, tüm kayıp annelerine (türkiye'de cumartesi anneleri) ilham kaynağı oldular.
yaşanan bu destansı eylemin duygusunu anlatabilmek için ancak o coğrafyada doğmuş, büyümüş, aynı acıları yaşamış olmak gerekiyor. tıpkı "latin amerika'nın kesik damarları" kitabıyla tanıdığımız eduardo galeano gibi...
"plaza de mayo'dan toplayıp kırılan dişlerini yeniden geldiler yerlerde sürüklenen ak saçlarını tarayıp yeniden yüzlerindeki morluklarla, çürüyen etleriyle, sızılarıyla oğul kokan umutlarla, onlardan bir eşyayla onların dudaklarında susmuş bir şarkıyla geldiler. uykusuz geceleriyle ağırlaşan kirpikleriyle, kanla kırık bilekleriyle dik tutmaya çalışarak o fotoğrafları. (...) o parke taşı döşeli meydan eskitti taşlarını, diktatörlükleri eskitti asla eskitmedi plaza de mayo analarının yüreğini"
"bir daha olmasın"
ülke cunta yönetiminden kurtulduktan sonra kayıpların çoktan öldüğü ortaya çıktı.
ancak anneler generallerden hesap sorulması için eylemlerine devam ettiler. devlet arşivlerinin açılmasını, çocuklarına ve torunlarına ne olduğunu öğrenmek istiyorlardı.
30 bin kayıptan yüzde 40'ı kadındı; bu kadınların yüzde 10'u ise hamile... sonunda arşivler açıldı ve kızlarından, gelinlerinden alınan 500 bebekten 90'a yakınının izine ulaşıldı. sahte doğum belgeleriyle bebekler cuntayla bağlantısı olan ailelere evlatlık olarak verilmiş ve yetiştirilmişti.
onlar nefret ettirilerek büyütüldükleri insanların çocukları olduklarını öğrendiler.
darbe görmüş tüm ülkelerdeki gibi arjantinli darbeciler de dokunulmazlık zırhını taşıyorlardı. ancak bu zırh, onlar, uzun süre koruyamadı. yaşları 80'i bulan mayıs anneleri'nin kararlı mücadelesi yakınlarını geri getirmedi ama arjantin anayasası, darbecilerin üzerindeki dokunulmazlığı kaldıracak şekilde değiştirildi. anneler sonunda amacına ulaştı ve 30 bin kişinin kaybolmasıyla ilgili, sayıları 3 bini bulan asker ve rütbeli yargılandı.
yeni anayasanın sevincini arjantin halkı, "affetmiyoruz, unutmuyoruz" pankartlarıyla meydanları doldurarak kutladı. bir slogan daha vardı: "bir daha olmasın."