gerard'ı becham ve diğerlerinden ayıran en önemli nokta da bu. becham hangi formayla olursa olsun kazandığı her maçtan sonra victoria ile önceden hazırladıkları pzları verirken, gerard 2005'te istanbul'da yazdığı efsanenin ardından dünyanın en güzel kadınlarından biri olan (victoria'dan çok daha güzel olduğu kesin) alex curran'la büyük bir aşk yaıyor olmasına rağmen o gece istanbul'daki otel odasında şampiyonlar ligi kupası na sarılarak uyuyacak, sabah uyandığında da kupanın yanında olmadığını fark edince yüreğinden bir parça kopmuş gibi hissettiğini söyleyecekti. aynı gün chelsea'ye gidip gitmeyeceğini soran gazetecilere verdiği cevap ise liverpool tarihinin en güzel sayfalarından birisi oldu: "böyle bir geceden sonra 'bir insan' kendisine kaç para fazla verilirse verilsin liverpool'dan ayrılamaz!"
"bir insan!" steven gerrard da her ne kadar endüstriyel futbol çağının en önemli ikonlarından birisi olsa da bir insan. ve her ne kadar saha içindeki olağanüstü performansı sadece play station'daki sanal oyuncularla karşılaştırılacak kudrette olsa da endüstriyel futbol çağında herkesin ıskaladağı bir gerrard gerçeği vardı. "o insan" tam da yıllardır bekleneni veremeyen bir takımdan michael owen ve steve mcmanaman gibi istemeden de olsa ayrılmak zorunda kalmak üzereydi. o günlerde hiç kimsenin yapmadığını yapü. çünkü sadece babasının ona beraber gittikleri o taraftarların gol çizgisini geçmeyeceğine inandıkları için topu üfledikleri maçı hatırlatması liverpool'da kalması için yetti de arttı. kendi sözleriyle bir anda "hayatının hatası"ndan döndü.
steven gerrard, uzun süre kendisini harcanmış bir yeteneğe dönüştüren aşkıyla her şeye rağmen devam etmeye istanbul'da karar verdi: "istanbul'da olan bitenin, orada yazdığımız futbol efsanesinin her bir anı benimle beraber mezara girecek kadar ölümsüz. o günden sonra hayatımda istanbul'da yaşadıklarımın aklıma gelmediği tek bir gün dahi olmadı. o gecenin sabahında hayatımın kalanını liverpoofa adamaya karar verdim." milan karşısında ilk devresini 3-0 geride tamamladıkları 2005 şampiyonlar ligi finalinin ikinci yarısında yaşananlar, gerrard-liverpool aşkında yeni bir dönüm noktası oldu. o gün atatürk olimpiyat stadı'nda beraber maçı izlediğimiz ıiverpool taraftarları maçın 3-3'e geldiği anda şöyle demişlerdi: "şu andan itibaren liverpool'da yeni bir devrim başladı. bu devrimin adı rafalution! artık şanlı bir geçmişin hataralarıyla yetinmek zorunda değiliz. şimdi rafalution zamanı, bu devrimin castro'su rafael benitez, che guevera'sı ise steven gerrard..."
artık kim che kim castro'ydu, tabii ki liverpoollular bizden daha iyi biliyordu. ama bizim tek bildiğimiz, daha doğrusu sonradan öğrendiğimiz şuydu: eğer andriy shevchenko, milan'ın kullandığı son penaltıyı kaçırmasaydı, liverpool'un son vuruşunu gerrard kullanacaktı: "rafa yanıma gelip son penaltıyı benim atmamı istediğini söylediğinde sadece kafamı salladım. içimden bir ses nedense o penaltıyı hiç atmayacağımı söylüyordu. maçı 3-0'dan 3-3'e getirdikten sonra kaybedemezdik. ama shevchenko topun başına geldiğinde heyecandan neredeyse altıma işeyecektim. futbol sahasında yaşadığım en gergin andı. birisi gelip dokunsa büyük ihtimalle onu elektrik çarpardı. yine de birisi gelip bir sonraki penaltıyı atıp atmama şansını bana bıraksa atardım. çünkü o gerginlikle kaleciyi bile topla beraber içeri sokardım. ama dudek topu kurtardığında zaferi getiren golü atma fırsatını kaçırdığım için hiç üzülmedim. aksine o anda yeniden doğdum. bu takımın şampiyon olması benden çok daha önemliydi. o anda ben ve liverpool'un dünyanın en büyük aşıkları olduğunu anladım."
gerrard ile liverpool arasındaki futbol aşkının tazelenmesinin istanbul'daki futbol mucizesine denk gelmesi bizim için de tarihi bir gurur meselesi oldu. 25 mayıs 2005 tarihli futbol masalı, biz türk futbolseverlerin gönlünde hep özel bir yere sahip olacak. şampiyonlar ligi finallerinin en güzeline ev sahipliği yapmak dışında her şeyden önce leeds-galatasaray maçlarında yaşanan talihsiz olayların körüklediği futbol nezrindeki karşılıklı düşmanlık ve önyargılar liverpool taraftarlan sayesinde yerini karşılıklı bir hayranlığın doğuşuna bıraktı. her şeyden önce ıiverpool'lular sıradan ingilizler değildi. hatta birçoğumuz liverpool'luların %100 ingiliz olmadığını, başta irlandalılar, iskoçlar, galliler, hintliler ve pakistanlılar olmak üzere ada'nın tüm renklerini temsil ettiğini anladık. maçın bir kısmını irlandalılar ile izlemiş, arkamızdaki hintlilerden çakmak almış, iskoçlar ile graeme souness'ın fenerbahçe stadı'nın ortasına sadece kendisine özgü bir delilikle galatasaray bayrağı dikmesini yad etmiştik. bazılarımız daha da fazla ileri gitmiş, pakistanlılar ile beraber liverpool bayrağının üstünde namaz kılmıştık! bizim gibi bir sürü türk vatandaşı liverpool delisi, dünyanın dört bir yanından gelen liverpool'lularla kucaklaşıyor en sonunda da tekerlekli sandalyeyle futbol aşkına galler'den istanbul a kadar gelen bir kadın taraftarı hep beraber türk'ü, pakistanlısı, hindisi, ingilizi, irlandalısı sırtımıza alıp taşımış, olimpiyat stadı'nın çıkış kapısına kadar "you'll never walk alone" söyleyerek omuz omuza yürümüştük. dünyada sadece futbol, hintli ile pakistanlı'yı, daha da önemlisi 5 yıl önce aynı şehirde birbirini bıçaklayacak kadar araları gerilmiş ingilizler ile türkleri bu kadar yaklaştırabilirdi. o günü, o tekerlekli sandalyesine rağmen istanbul a gelen hep beraber omuzlarımızda taşıdığımız kadıncağızı hatırlayınca şimdi gerrard'ın demek istediğini çok daha iyi anlayabiliyorum: "böyle bir geceden sonra kim nasıl liverpool'dan ayrılabilir ki?"