sol çapraz arkamda oturuyor banu. manasızca paçasına yapışmış vaziyetteyim. bırakmıyorum çünkü bunun bir rüya değil de gerçek olduğunu ancak böyle anlayabiliyorum. bir yandan sahadaki maçı seyrediyorum, öte yandan inatla hemen solumdaki televizyonla göz göze gelmemeye, bir nazar eyleyip de orada bir gole sebebiyet vermemeye çalışıyorum. hâlâ berabere orada durum... buradaysa goller var, daha erkenden... nefes? o neydi? nasıl alınırdı? hatırlamıyorum... hayat? toplamı 16 dakika... ren ne mi yapıyorum? eee, basın tribününde, sevgili attila (gökçe) abi'yi ciddi şekilde kızdıracak şekilde "tarafsız., tarafsız" maç yazımı yazmaya çalışıyorum...
ağlasam, sesimi duyar mısınız mısralarımda?...
maçtan iki saat önce eski adıyla meşale, yeni adıyla kırmızı'dayım. amacım, "cinsel tercihlerini başka türlü kullanan basın-bunu da yazın" tribününe geçtiğimden bu yana uzak kaldığım "kapalının" havasını koklamak biraz da olsa. mekan seçiminde yanılmamışım. eğer insan maça gitmeden kendini tribünde hissedecekse, ancak burada mümkün... restoranın bulunduğu sokağın girişinden, çıkışına kadar her taraf dolu. değil arabaların geçmesi, insanların yürümesi bile mümkün değil. ama inatla geçmeye çalışıyorlar, o ayrı. haliyle bu inatları, muhtelif tezahüratlarda bulunmaları için durdurulmalarıyla ödüllendiriliyor. isteseler de istemeseler de, arabalarının içinde, tezahüratlar eşliğinde lingo lingo sallanıyorlar... yolun iki tarafındaki taraftarların hepsi sarı-kırmızı... karşılıklı olarak, son dönemin moda bütün tezahüratları geliyor peş peşe... meşale'nin kapısına kadar epey zorlu bir geçiş oluyor haliyle. ama şükrü saraçoğlu'ndan çıkıp da, üç kadın olmamıza rağmen, peşimize takılan küfür korteji eşliğinde arabama yürüdüğüm ve annemin bolca anıldığı bir başka güne 1000 kat tercih edilir türden tabii ki... hem içerisi, hem de dışarısı hıncahınç dolu. sık sık anneler günü kutlamalarında bulunan tezahüratlar yapılıyor. ben şahsen, işin içine annelerin karıştığı hiçbir tezahüratı duymak istemiyorum ama kimse "kaka çocuklar" veya "sizi yaramazlar" tarzındaki sözleri kullanmıyor tezahüratlarda, neden acaba?
dokunabilir misiniz gözyaşlarıma ellerinizle?
içerinin de dışarıdan pek farkı yok tezahüratlar konusunda. uzun bir masanın başında oturan alp, muzır bir ifadeyle önce masasındakileri örgütlüyor başlatacağı tezahürat konusunda. sonra büyük bir ciddiyetle derin bir nefes alarak gür bir sesle başlıyor ilk mısrayı söylemeye. sonra çok da uğraşmasına gerek kalmadan içerisi otomatik olarak devamını getiriyor onun ardından... şampiyonluğa ulaşması tatlı bir hayal olan bir takımın taraftarları için, fazlasıyla şampiyon olacak bir takıma yapılacak türden kutlamalar. buna rağmen, arada yolumu kesip de "ne olur sence?" diye soran arkadaşlara, en bilmiş ve en "bir bilen gasteci" edasıyla, gözlerimi-kaşlarımı kaldırarak "eee, unutun bence" diyorum "bu sezon her seferinde fena paraladı fenerbahçe denizli'yi. şimdi de farklı olmayacak. en geç 20'de atarlar ilk golü sonra denizli zaten çözülür"... (bu da benim iddaa tahminlerinde ne kadar iddialı olduğumun kanıtıdır. para kazanmak isteyen arkadaşların dikkatine!!!).
bilmezdim şarkıların bu kadar güzel...
maça bir saat kala kalkıyorum oradan, ortaokuldan bu yana ayrılmaz maç arkadaşım, gs dergisi koordinatörü bü (lent timurlenk) ile vedalaşıp. o "şampiyon olursak..." diye başlıyor, ben de gülüyorum onun bu hayaline...
siz de rahatsız insanlar topluluğunun bir parçasıysanız anlarsınız ancak. hâlâ matematiksel olarak şampiyonluk şansı olan bir takımın taraftarı olup da, son hafta çok umutsuz da olsa mutlu sona ulaşabileceği bir maça gitmenin ne demek olduğunu. bu, bir başkasıyla evlenmek üzere nikâh masasında oturan ve o dakikaya kadar sizin için ne düşündüğünü asla bilmediğiniz platonik sevdanızın birdenbire "durun, ben onu seviyorum" diyerek sizi seçmesi gibidir. imkânsız değildir ama umutsuzdur. yine de beklersiniz siz... hatta onlar defteri imzalarken bile... eğer basın mensubuysanız durum daha bir zordur. çünkü bu seferde, ilan-ı aşk patladığında karşı taraftan kaya gibi tepkisiz kalmanız şarttır.
işte ben böyle bir hal içinde, iyi-kötü, güzel-çirkin her biçimde, kafamda "olmaz abi", midemde düğümlerde "olur abi" diyerek giriyorum stada.
kelimelerinse bu kadar kifayetsiz olduğunu...
tamamı dolu tribünlerde, tıpkı sokakta ve meşale'de olduğu gibi yine coşku var. bir seneye oynadıkları futbol kadar emekleri ile damga vurmuş futbolcular. tek başlarına, bazen yönetim olmuşlar, bazen de taraftar... kavga etmişler, bazen tribünlerle, bazen kendi aralarında. ama yine de çözülmemişler. protesto etmişler haksızlıkları ama yine de "ben önce insanım, sonra profesyonel" demişler. özetle alkışı hak etmişler... alkışlamadan, çiçeklerle uğurlamadan olmaz sonuçta. hava işte bu ali sami yen'de... tezahüratlar bu yönde daha çok. pankartlar "sevgi sözcükleri" içeriyor. dudaklardan "olmadı napalım" tadında tezahüratlar dökülüyor. son imza, maç öncesi kapalı'da açılan dev "sarıyla-kırmızıyla alnımızın akıyla" diyen pankart ile atılıyor seyirciler tarafından...
klasik olarak ayaklanıyoruz hepimiz hakemi görünce. istiklal marşı söylenecek. başlıyor okunmaya. benim dudaklarımdan dökülen sözlerse, nedense marşa uymuyor. zira marş yerine duaya başlamışım. muhtemelen o gün statta olan binlerce kişi gibi... maç başlıyor. sakin, hatta haddinden fazla sakin galatasaray... kayserispor'da bir gol kralı varmış... ertuğrul sağlam uefa kupası iddiaları olduğunu söylemiş... fenerbahçe denizli'de şampiyonluk maçına çıkmış... adnan polat'ın 20.45 sözü fenerbahçe'nin en büyük motivasyonu olacakmış... tribünlerin kulakları denizli'de tamam ama sahada yok öyle bir çaba. sadece bu maç var. ve onlar da oynuyorlar. kayserispor iddiasız, galatasaray ısrarcı olunca, "ben gel dim, geliyorum" diyen gol 18'de çıkıyor meydana... ilk 45 bittiğinde hala gol sesi çıkmayınca denizli'den hızlanıyor dualar. gökmen, son birkaç haftadır yaptığı gibi "turkcell süper liiiiiig, hemenceee bitsiiiin" diye sayıklmaya başlıyor. banu, "tuvalete gitmeyeceğim" diye tutturuyor. herkes, herkese bir önceki yerlerinden kıpırdanmaması konusunda tavsiyede bulunuyor. nefes almak gittikçe zor hale gelirken, insan kendisine "ne işim var kardeşim burada? evde örgü örecektim ben. evimin kadını olacaktım?" diye sormaya başlıyor...
bu derde düşmeden önce...
derken ikinci yarı başlıyor... yine bir baskı ile erken geliyor ikinci golü galatasaray'ın sabri imzasıyla. statta gol sevinci bir başka... artık iyice rahatlayan takım, 85'de yine sabri ile üçüncü golü buluyor. heyecan, burada atılan golden çok denizli'den gelmeyen gol haberine... dualar artık sesli bir hal alıyor. ben uğursuz gelir kontenjanından gözümün ucuyla bile bakamazken hemen yanı basımdaki televizyona, gözlerini ayırmadan bakanların attıkları çığlıklar, bir canavarla baş etmeye çalışan harry potter'ınkilerin kıvamında...
derken 89. dakika geliyor... bazı sesler vardır ve bazı görüntüler. beyninize kazınırlar. iyi veya kötü anlara aittirler. hiç fark etmez. 14.mayıs.2006'da, saat 21.00 sularında, denizli'deki gol istanbul'u sallıyor. o "goooooooool" sesi, herkesin beynine kazınıyor. ondan sonra da, iyice sürreel hale geliyor her şey... ben artık yırtma kıvamına getirdiğim banu'nun paçasından çekiyorum elimi... boynuna sarılıyorum. gözlerimiz dolu. ama istisna değiliz. ali sami yen'de, kayserisporlu futbolcular hariç ağlamayan, kalbini eline almayan, avuçlarını yukarı açmayan kalmıyor. sahadaki gol sevinci, galatasaray'ın bütün sezon attığı goller için olandan daha fazla. son düdük çaldığında artık bu bir rüya, ben de birazdan uyanacağım diyorum.
bir yer var biliyorum... her şeyi söylemek mümkün...
futbolcular son düdükle beraber basın tribünündeki televizyonların önüne doluşuyor. biz, sanki televizyon seyretmek için oradaymışız, bu sebeple toplanmışız gibi bir hava var ortamda.
hınca hınç dolu bir statta, kimse kıpırdamıyor. hınca hınç dolu bir stattan "hadi bitir artık" dışında ses çıkmıyor. necati, istanbul'dan denizli'ye taktik veriyor. tomas, başı kesik tavuk gibi, bir oraya bir buraya koşturuyor. çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyor mondragon, kasan şaş, şükür... onların yüreklen televizyona bakmaya el vermiyor. ve herkes, her saniye aynı soruyu tekrarlıyor: "kaç dakika var daha?"
epeyce yaklaşmışım, duyuyorum...
16 dakika... 16 dakikaya neler sığar? ümit karan'ın ankara'da 90+'da attığı ve "kırdık maküs talihi" dedirten gol mesela... antep'de yine 90+'da kabze'nin attığı "hiç puandansa 1 puan iyidir" dedirteni de. tromsö'de çamura gömüldüğü için kırılan umutlar ve yenilince gençlerbirliği'ne ok gibi saplanan eleştiriler de girer sonra... kendi sahasında berabere kalınca denizli'yle ve ardından yenilince fenerbahçe'ye "olmayacak" dedirten duygular... ama atınca aydın konya'da golü sevinçten delirmek sığar. trabzon'da bırakınca iki puan daha, ezeli rakibin puan kayıplarına rağmen, gitti giden şampiyonluk umutlan girer. saraçoğlu'nda "demek ki yalanmışız biz" dedirten hezimet, tribün tribün gezdirilen hindiye bakarken duyulan üzüntü de eklenir. inönü'de, "olamazsın şampiyon" tezahüratlan arasında "bu işaret" dedirten son saniye golü de... protestolar sığar, hava boşluğuna düşen uçaklar, kara saplanan dönüş yolculukları, alınmayan paralar, tutulmayan sözler... sonsuz bir gurur ve tarifsiz bir sevinç sığar. o 16 dakikaya, inanın bana sadece mecazi değil gerçek anlamda ömürler sığar. sonunda çalınca son düdük, tarifi mümkün olmayan duygular sığar ve sonra yepyeni bir hayat başlar...