30. deplasmanım ve gördüğüm 32. stad: medical park arena (729 km)
medical park arena stadyumu'nun ankara 19 mayıs stadyumu'na uzaklığı: 729 km.
deplasmana gitme motivasyonumu tetikleyen 3 tane temel unsur var. elbette birincisi ve en önemlisi takımın iyi bir sezon geçirmesi ama malum, 2007-2008 türkiye kupası finali dışında son 10 yıldır buna uyan bir performans söz konusu değil. ikinci unsur deplase olunacak şehirde gezi ya da gastronomi için güzel şeylerin olması. üçüncü ve son unsur ise, yeni bir stadyum görmenin heyecanı.
trabzonspor deplasmanı yukarıdaki unsurlardan 2 ve 3’e cuk oturuyor. yani bir yandan trabzonspor’un yeni stadyumu olan medical park arena’yı görmek, bir yandan da abreg ve esra ile vakit geçirmek. daha ne olsun.
gençlerbirliği ile trabzonspor’un medical park arena’daki ilk karşılaşmalarına şahitlik etmek de deplasmanın istatistik bonusu.
(...)
29 nisan 2017, cumartesi
güzel bir kahvaltının ardından saat 12’de arabaya atlayıp önce esra’yı almaya gittik, ardından da trabzona doğru çufçuflamaya başladık. samsun çıkışındaki yol çalışmaları nedeniyle planladığımızdan daha yavaş bir şekilde yol alıyorduk ama sonrasında planladığımız gibi ilerledik.
saat 16’da, daha önce cengiz abi ve onur’la beraber trabzonspor deplasmanına giderken mola verdiğimiz ve pide yediğimiz espiye’deki park pide’de mola verdik. işin garip yanı daha önceki mekan deniz kenarında olmasına rağmen yeni yer şehir tarafındaydı. elbette ilk olarak bunu sordum; 3 yıl önce belediyenin deniz kenarındaki yeri yıktığını bu yüzden de 2 yer değiştirdiklerini öğrendim. karışık ve kapalı kavurmalı pideyi mideye indirdikten sonra yıllar önce istiklal’deki bir karadeniz pidecisinde yediğim ve dolgun, hafif tatlılığı yüzünden adeta bayıldığım, şeker eklenmeden sadece manda sütünden yapıldığını öğrenince ise şaşırdığım sütlaç olabilir belki diyerek duvarlarda reklamları yer alan hamsiköy metin usta sütlaçından sipariş ettim. üzerine kavrulmuş kırık fındık serpilmiş sütlaç gayet güzeldi ama, üzerinden yıllar geçtiği için tam olarak anımsamasam da sanırım, istiklal’deki gibi değildi. yemekten sonra hesabı öderken kasiyer kadına 3 yıl önce geldiğimde uğradığım deniz kenarındaki yerin tam olarak nerede olduğunu sordum. bana yeri gösterdikten sonra, “tam 3 yıl önce yıkıldı orası, demek ki siz yedikten sonra yıkmışlar!” diyip kahkahayı patlattı. ben de ona eşlik ettim. (yazıyı hazırlarken ise 3 değil 4 yıl önce orada yemek yediğimizi öğrendim. olsun bu sayede kadının esprisini ve kahkahasını duymak güzeldi.)
tirebolu’dan geçerken, “ankara’da oturduğum sokak buralı” diyerek espriyi patlattım ama arabadakiler tarafından çok da sıcak karşılanmadı.
stadyuma yaklaşırken tribünde yer alan fazlı, “abi kaç kişi geliyorsunuz?” diye mesaj attı. abreg, “3 (yazıyla elli) yaz gönder” dedi. kabul ediyorum güzel espiriydi ki fazlı’da bol ve karışık harfli bir kahkaha kelimesiyle espiriye yanıt verdi.
medikal park arena’ya yaklaştıkça artan trafik canımız sıkıyordu ama asıl canımızı sıkan henüz google’un navigasyonuna stadyum yolu eklenmediği için nereden döneceğimizi bilmiyor olmaktı. zaten sol şeritte ilerlerken dönüşü kaçırdık. ardından bir tünele girdik ve çıkıştan u yaparak ve sora sora en uygun yere arabayı park edip misafir tribününe doğru yürümeye başladık. araba parkları tamamen dolu olduğu için insanlar kaldırım üstlerine ve buldukları ilk yere arabalarını bırakıp gidiyorlardı.
kuzey tribününün yani kale arkasının trabzonspor’a ait bölümünün girişinde aranmayı bekleyen başörtülü orta yaşlı kadınlar futbolun bu topraklarda oldukça farklı yaşandığına güzel bir örnekti. (rahatsız etmemek için fotoğraf çekmedim ama yazıyı yazarken keşke çekseydim” diye kendime hayıflandım.)
esra passoligini arabada unuttuğu için geçici kart almaya gittiğinde abregle üzerimizi arattık, alkaralar pankartının onayını aldık. turnikelerden geçtikten sonra da ural pankartının onayını aldık ve daha hala yapılmakta olduğu için yerlerde briket yığınları olan merdivenden yukarı çıkıp tribüne ulaştığımızda, en son rize deplasmanında karşılaştığımız arif abiyi görüp bir yandan şaşırıyor bir yandan da umutlanıyorduk. çünkü bugüne kadar 6 kez tabzon deplasmanına giden ama hiçbirinde puan dahi kazanamayan abreg’in kötü şansını ancak bugüne kadar gittiği hiçbir deplasmanda yenilgi yüzü görmeyen hatta trabzondaki 5-4 ve 2-1‘lik galibiyetlerimizde tribünde olan arif abi kırabilirdi. zaten bizi görür görmez gülümeyerek, “bugün de yenilmeyeceğiz!” diyordu.
deplasman tribününün her yerinde beşiktaş ve galatasaray’ın taraftar gruplarının stikerları yer alıyor olması, alkaralar olarak hala stiker yaptırmadığımız için canımı sıkıyordu. oysa stiker olayın ilk kez 2013 martında gittiğim galatasaray deplasmanında schalke’lilerin yapıştırdıkları çıkartmalarda fark etmiş ve hemen bizimkilere söylemiştim.
abreg ve esra ile birikte trabzonspor deplasmanına doğru yol alırken aklımızda, özellikle yeni stadyumları medical park arena’ya geçtikten sonra ligde çok iyi bir hava yakalayan bordo-mavilere karşı defansif bir oyun sergilememiz halinde sahadan mutlak mağlubiyetle ayrılacağımız vardı. çünkü trabzonspor gün geçtikte hızlı ve toplu hücum yapan, golü buluna kadar rakibini sahasına hapseden bir oyun sergileyen tipik bir ersun yanal takımı olmaya başlamıştı.
ümit özat bir önceki hafta kayserispor’a karşı kazanan takımdan bady’yi kulübeye çekip yerine 3 haftadır sahada yer almayan rantie’yi sahaya sürmüştü.
maçın ilk dakikalarında trabzonspor’un kısa süreli baskısını atlattıktan sonra alkaralar, bu sezon alıştığımız üzere, serdar ve aydın’la topu ileriye taşıyıp pozisyon üretmeye çalışıyorlardı.
kırmızı-siyahlılar devrenin ortalarında trabzonspor’un, muhtemelen hiç, beklemediği şekilde top tutmaya ve rakip sahaya yerleşmeye başlayınca, tribünlerdeki bizlerin de beklentileri artmaya başlamıştı. ama forvetten çok forvet arkası olması gereken rantie’nin en ilerde yakaladığı topları ezmesi ve/veya temkinli oynandığı için bir türlü ileride tam anlamıyla çoğalanılamaması nedeniyle net bir pozisyon yaratılamıyordu.
bordo-mavililer ise ilk yarıda özellikle uğur ve ahmet oğuz’un boşalttığı her iki kanattan da oldukça hızlı bir şekilde atağa çıkmayı başarıyorlar ama ya hopf oldukça iyi hamleler yaparak kalesini gole kapatmayı başarıyor ya da son vuruşlarda etkisiz kalıyorlardı.
devre arasında fazlı bana dönüp, “abi takım kadrosundan daha istikrarlı bir deplasman kadromuz var farkında mısın?” diyordu ki haklıydı. tek eksiğimiz cengiz abiydi.
ümit özat ikinci yarının başında ilginç bir hamle yaptı. en ilerdeki rantie’yi çıkarıp yerine murat duruer’i sol beke aldı ve uğur’u defans önüne çekti. bu değişikliğin ardından, trabzonspor’un daha gazlı bir şekilde oynamaya başladığı ikinci yarıda alkaralar daha fazla baskı yemeye başladılar. özat, 56’da oyuna bir kere daha müdahale ederek uğur’u çıkarıp yerine muriqi’yi en ileriye aldı. ilk yarıda olduğu gibi serdar ve aydın’ın top tutmaları sayesinde trabzonspor baskısı kırılıyor ve 67’de aydın’ın ceza alanı sol çaprazından çektiği şutu kaleci onur’un çıkartması gibi, nadir de olsa, pozisyonlar üretilebiliyordu.
ilk sarı kartını oldukça saçma bir şekilde gören ahmet oğuz’un 86’da hızlı taç kullanmak isteyen rakibini engellemek için elini kullanmak gibi bambaşka bir acayiplik yapması sonucunda maçın son bölümününde takım “çanakkale geçilmez”i sahnelerken bizler tribünde kıvranıyorduk. neyse ki alkaralar gol yemedi ve sahadan 1 puanla ayrılmasını bildiler.
trabzonspor gibi formda bir takıma karşı gençlerbirliği’nin ikinci yarının ilk 15 dakikası ve 10 kişi kaldıktan sonraki bölüm hariç çekilmeden, ezilmeden, kendi oyununu oynamaya çalışması karşılaşmanın en büyük artısıydı. özellikle uğur, khalili ve ahmet oğuz’un zaman zaman sahada sergiledikleri laubali tavırlar konusunda kendilerine bir çeki düzen vermeleri gerektiğini düşünürken pozitif yönde değil de negatif yönde ilerleme görmek ise maçın en büyük eksisiydi. ümit özat’ın her maç sonrası “forvetimiz yok” diye dert yanmasına rağmen, artık hedefi kalmayan gençlerbirliği’nin sezonun son maçlarında bile “forvet” olarak transfer edilen oyuncuları oynatmaması ya da her fırsatta “serdar’ı tutamayız” demesine rağmen onun yerine alternatif olarak düşündüğü oyunculara şans vermemesi ise herhalde son maçların en büyük eksisi.
maçın bitiminin ardından arabaya atlayıp yola koyulduk ama aslında koyulamadık. çünkü tüm çıkışlar kilitti. malum, ülkede altyapıdan çok “vitrin” olan üstyapıya değer verildiği için, önce stad yapılıp bonuslar toplanmış ama en önemli konu olan; bu kadar insan buraya nasıl gelecek, nasıl çıkacak sorusu kimsenin umurunda olmamıştı. yaklaşık 45 dakika sonra ancak ana caddeye ulaşabildik. sonrasında akçaabat trafiği başladı. 1 saat 15 dakika sonra samsun’a doğru ancak yol almaya başladık.
bir süre ilerledikten sonra yanımızdan boş gençlerbirliği takım otobüsü geçti. abreg hızlanıp yanından geçerken seri halde kornaya basarak selam çaktı. otobüs şöförü de aynı şekilde karşılık verdi.
dönüş yolunun herhalde en güzel sahnesi, bir süre takip ettiğimiz hilal şeklindeki kırmızımsı ayın denize vuran yansımasıydı. gerçekten çok güzel görünüyordu.
yolculuğumuz esnasında abreg ve esra’nın “nasıl gençlerli oldum” hikayelerini dinledik. özellikle abreg’in bir istanbul takımından önce samsunspor’a ve sonrasında gençlerbirliği’ne uzanan öyküsü daha önce duyduklarıma göre oldukça ilginçti.
saat 1.30’da fatsa’da yemek molası verip karnımızı doyurduk ve saat 3’de yani evden çıktıktan 15 saat sonra kapıdan içeri girdiğimizde yorgunluktan ölüyordum ki yaklaşık 800 kilometre yol sürmüş olan abreg’i düşünemiyordum bile.