“şerefe”lerden sonra gözlerin aşağıya çevrildiği, yüzdeki mutluluğun yerini mateme bıraktığı, sessizce, ya da çoğu zaman içten, “burada olmayanlar için” diyerek kadehlerin masaya vurulma ritüelini hiçbir zaman anlamlandıramamışımdır. hep garip, hatta saçma gelmiştir.
perşembe sabahı 6.30’da özge, “urallara gel!” dediğinde, kocaman bir “siktir!” çekip, nefes nefese kalmış bir şekilde urallara doğru gidiyordum. eve yaklaştığımda, loş geceyi aydınlatan ambulansın yanıp sönen kırmızı ışığını görünce, “eyvah!” dedim ve yürüyüş hızımı azalttım. nefes alamadığımı hissediyordum ama çıkmalı, olan biteni görmeliydim…
ural abiyi ilk kez 2005 ya da 2006 yılında, muhtemelen, bir maç öncesi/sonrası gittiğimiz chopin’in barında tek başına otururken gördüğümü anımsıyorum. birkaç dakika sonra bizim masaya gelmiş ve ortamı şenlendirmişti. çok fazla güldüğümüzü ve eğlendiğimizi hatırlıyorum. sonraları eşi zeynep’le birlikte, çocukluğumun geçtiği başçavuş sokakta oturduklarını öğrenip ara ara uğramaya başlamıştım. bir süre sonra oturduğum evin yakınlarına, ayrancı’ya taşındılar. özellikle boşanma sürecimde, her ikisi de yaralarıma o kadar çok merhem oldular ki, bu kocaman yürekli iki insan adeta beni yeniden var ettiler. neredeyse her akşam iş çıkışıma yakın, “mali bak sen seversin”le başlayan cümlelerle yaptığı yemeği anlatıp beni akşam yemeğine buyur eden zeyno’nun sesiyle içim ısınır, evde ural abiyle laklak edip özlemini duyduğum aile ortamını yaşardım. zeyno’nun deyimiyle artık evin küçük oğluydum.
abreg’le gittiğimiz karadeniz turu sonrası da soluğu nadir’lerde almış uzun uzun gördüğüm yerlerden bahsetmiştim. eve doğru yürürken gereğinde fazla konuştuğumu fark edip, ural’a “abi çok konuştum bugün kusura bakmayın” dediğimde ural, “valla mali benim de birkaç kelamım vardı anlattıklarınla ilgili ama bir türlü araya giremedim” deyip gülmüştü. ki bilen bilir ural araya girmek isterse girebilirdi.
tribün anıları, deplasman anıları, atkı koleksiyonu, isim koymadan yapamadığımız için zeyno’dan bol bol laf yediğimiz etkinlikler, saatlerce süren kahvaltılar, midesine kelepçe takıldığı için çok az yemek yediği günlerde iki tabak birden yiyip bir tabak da paket yaptırıp eve götürdüğü, sonraları onlarca kez yaptığımız noodle, kore’den döndüğünde bizlere öğrettiği kimbap, gittiği yerlerden getirdiği farklı içkileri tatma geceleri, büyük bir rekabetin yaşandığı tabu karşılaşmaları, evde sürekli eurosport’un açık olması, çikolata geceleri ve elbette hayatımıza renk katan rafi abi.
rafi abi için tavukçu’da yaptığımız “hoş geldin” gecesinin ardından zeyno, ural ve ben arabaya atlayıp rafi abiyi oteline bırakmıştık. “öyle bir şey içmeden gidilmez” demiş ve bizi otele davet etmişti rafi abi. konu konuyu açıyor konuştukça konuşuyorduk. bir ara ural, “rafi abi deplasmana gitmeden seni bırakmayız! ordu’ya gideceğiz, antep’e gideceğiz, mersin’e gideceğiz” diye ısrar etmeye başladı. rafi abi, “oğlum ben hastayım o kadar uzaklara gidemem ama eskişehir’e gideriz” diyordu ama ural’ın duracağı yoktu. ısrarla deplasman rotasını hatırlatıp duruyordu. sonunda zeyno’ya döndüm “hayırdır” dedim. “sarhoş” dedi. oysa hiç ama hiç sarhoşa benzemiyordu. o günden beri her farklı ortamda onlarca kez kahkahalar içinde bu anıyı anlattım. her birinde, “evet bi buradakiler bilmiyordu mali” diyerek bana laf atardı ama işin asıl zevki ural’a takılmak değil miydi.
bilgisayardan birkaç dosya almak için bana gelmişti ural abi. dosyalar diske kopyalanırken biz de laklak ediyorduk. birden babasını anlatmaya başlamıştı. uzun uzun anlatmıştı. çıkarken bana dönüp, “o kadar az kişiye babamı anlattım ki mali, sana birden döküldüm” demişti. sıkıca sarılmıştık birbirimize.
sonra ufaklıklar doğdu hayatlarımıza. nadir’lerin idil’in olmasına sebep olduğunu iddia ettikleri crumble gecesi en çok anlatılan anılardan biriydi mesela.
kısa bir süre sonra toprak katıldı aramıza. “susmayacağımı söylemiştim!” diye bize atarlanan “yer cücesi” toprakla, “kreşteki tüm arkadaşlarımı seviyorum” diyen sevgi böceği idil arasında kahkahalarla gezindik durduk.
her biri diğerinden değerli binlerce anı biriktirdik ural abiyle. mersin dönüşü gidemediğimiz varda köprüsü içine oturmuştu mesela. yol boyunca zeyno’ya döndükten sonra da bana onlarca kez, “sana göstereceğim o köprüyü mali sen kafana takma” demişti. “gideriz abi” demiştim, “ne olacak?”
önceleri istemsizce, öğrendikten sonra ise büyük bir zevkle ural abi’nin kimseye oturtmadığı koltuğun “özel” yerine oturur ve özellikle ilk günlerde kapmasın diye yerimden kalkmazdım. bir tür oyundu aramızda ve en çok eğlenen de hep zeyno olurdu.
hastaneye yatmadan önce içtiği çorbanın parasını yanında cüzdanı olmadığı için ödeyememesini dert edip, defalarca “7 lirayı ödeyin” diye tembihleyen, ameliyattan çıkar çıkmaz ilk olarak “parayı ödediniz mi?” diye soran ural abi, ameliyattan tam bir hafta sonra yüreğine dokunduğu herkeste kocaman birer boşluk bırakarak aramızdan ayrıldı.
bu yazıyı yazarken aklıma kadehi masaya vurma ritüeli geldi. bugüne kadar yüreğime dokunan hiç kimseyi kaybetmediğim için bu ritüelin değerini anlamadığımı fark ettim. bundan sonra her şerefeden sonra, gözlerimi aşağıya çevirip, yüzümdeki mutluluğun yerini mateme bırakıp, sessizce, “burada olmayanlar için” diyerek kadehimi masaya vuracak ve ardından içkimi yudumlayacağım.