mehmet yüce'nin, "romantik yürekler: futbol tarihimizin yeni devreleri: 1952-1992, türkiye futbol tarihi - üçüncü cilt" kitabından;
futbol dostları sadece memlekette değil, dünyanın bir ucunda bile maç izleyebiliyor. bunlardan biri de sevecen...
sevecen tunç, enteresan bir tribün tecrübesini ta meksika’da keşfetmiş. trabzonspor tarihini anlatan kitabı ile tanıdığımız bu güzel futbol dostu, andres calamaro’nun ‘estadio azteca’ şarkısından minik bir şiirle başlamış yazısına:
sevecen tunç anlatıyor:
"iyinin, kötünün olduğunu söylerler daha azın veya daha çoğun, derler ki sahip olunması gereken bir şey var ve çok azımız sahibiz ona... ve çok azımız sahibiz ona...
“hayatımın en renkli tribün deneyimlerinden birini meksika’da; dünyanın sayılı futbol mabetlerinden biri olan aztek stadı’nda yaşadım. 2015 yılının mayıs ayıydı. özden dostumla beraber on günlük meksika gezimizi en ince ayrıntısına kadar planlamıştık. ilk durağımız başkent meksiko city olacaktı. ben ne pahasına olursa olsun dünya kupası’na iki defa ev sahipliği yapan o eşsiz stadyumu görmek istiyordum. ama orada bulunduğumuz günlere bir maç denk gelecek miydi; orası tam bir muammaydı. sonunda meksika ligi’nin play-off takvimi açıklandı: çeyrek finalde stadın sahibi club america, kendi evinde pachuca’yı ağırlayacaktı! hemen biletlerimizi aldık ve benim için geri sayım başladı.
club america, ülkenin en başarılı kulübü olarak nam salmıştı. on iki defa şampiyonluğu göğüsleyen takım, yerel futbol kültüründe ‘iktidar’ı temsil ediyordu. taraftarı fiyakalı, zengin tabakadandı. ama meksika futbolunun bir nüfus cüzdanı olsa doğum yeri kısmında ‘pachuca’ yazardı. ülkenin ilk futbol kulübü, ıngiliz madenciler tarafından 1900 yılında burada kurulmuştu. yine de takımlar sahaya çıkmadan evvel ligi yedinci sırada tamamlayan pac-huca’nın america’yı yeneceğini kimse tahmin etmiyordu.
özden, ben ve meksikalı ekürimiz oli, sırılsıklam bir koşuşturmanın ardından stada vardık. doksan bine yakın seyircisiyle stadın atmosferi muazzamdı. tribünlerde iki takımın taraftarı bir arada oturuyordu; ancak ev sahiplerinin arasında, konuklar tek tük göze çarpıyordu. taraftarın karnavalesk havasına bolca bira, patlamış mısır, sosisli sandviç ve tacos eşlik ediyordu. maçın henüz ilk dakikalarında pachuca’nın attığı golle biz de ilk biralarımızı yedik. evet, evet yedik... çünkü meksika’da gol sevinci/tepkisi olarak alt tribünlere bira bardaklarını fırlatmak bir tribün geleneğiydi. bir bira, iki bira... anlaşılan uzun bir doksan dakika bizi bekliyordu.
ilk devre america’nın son dakikalarda gelen golüyle berabere bitti. ev sahibi ikinci yarıya da hızlı başlamıştı. 51. dakikada attıkları gole misafir takım beş dakika sonra ekvatorlu oyuncu ayovi'nin ağları kucaklayan müthiş şutu ile yanıt verdi. durum tekrar berabereydi. taraftarlar yerinde duramıyordu. sahadan gözümü alabildiğim nâdir zamanlarda tribünleri izliyordum. yağmurdan saçı pırasa gibi uzamış geniş yüzlü bir maya kadını da beni gözlemliyordu. yanında san-lacivert america formalarıyla onlu yaşlarda üç çocuk vardı. ne vakit top rakip takımın kalecisine gelse tribünün geri kalanıyla beraber bu ufaklıklar da ‘puta!’ (orospu) diye haykırıyor; anneleri ise onları sert bir şekilde azarlıyordu. anne ve oğullar; sevgililer; arkadaş gruplan; münferit gelenler... aztek stadı panayır yeriydi. küfür vardı, çığlık ve yaygara vardı. toplu melodi ve şarkılar ise nâdiren duyuluyordu... derken sağ omzumda bir el hissettim. genç bir adam nazikçe selam verip yanıma oturdu. heyecanla kendisini tanıttıktan sonra, yaptığı forma koleksiyonundan bahsetti. dünyanın dört bir yanından topladığı formalar arasında türkiye’den bir tane bile bulunmadığını söylemesiyle kaşımın gözümün değil; üzerimdeki trabzonspor formasının hatırına yanıma geldiğini anlamış oldum. elinde america’nın o sezona ait açık yeşil formasını tutuyordu. ‘değişebilir miyiz?’ dedi,
‘size minnettar kalırım.’
kısa bir sohbet ve biraz nazlanmanın ardından teklifini kabul ettim. ter, bira ve yağmurdan üzerime yapışan formamı güç bela çıkarıp america’nın en şık abisi juan’a teslim ettim. hemen üzerine geçirdi. nezaketinden ödün vermeden yine zarif bir çalımla elimi yakalayıp öptü. arkasından bakakaldım. genç meksikalı '7 sevecen' yazılı formasıyla aztek stadı’nın arka tribünlerine doğru basamak basamak çıkarak gözden kayboldu.
karşılaşmanın son dakikalarına girildiğinde, bu defa america’nın ekvatorlu oyuncusu arroyo’nun serbest vuruştan doksana taktığı gol taraftarları yeniden coşturdu. sahadaki sevinç de tribünleri aratmıyordu. arroyo formasını çıkarttığı gibi tribünlere koşarken biz yediğimiz ve içtiğimiz biralardan sarhoş- beş pesoluk naylon bir yağmurluğu üzerimize siper etmiş, bu sevincin de geçmesini bekliyorduk! o sırada juan yeniden kadraja girdi. bu defa elinde kulübün panço şeklindeki orijinal yağmurluğunu taşıyordu. ‘bu da benim hediyem,' diyerek uzattı. ‘bazı taşkın taraftarlar boşalan bira bardaklarına idrarlarını koyup fırlatabiliyor. siz yine de dikkatli olun!’
artık maçın 88. dakikasıydı ve herkes karşılaşmanın böyle biteceğini zannediyordu. ta ki 90+4’te cvitanich, pachuca’nın kazandığı penaltıyı gole çevirene kadar. beraberlik golünden sadece bir iki dakika sonra top son defa ağlarla buluştu. bu ‘acımasız1 gol america’yı play-offlardan eliyordu. yüzümü tribünlere döndüğüm vakit baktım ki kadın erkek çoluk çocuk onlarca kişi ağlıyor. meğer ağlamak taraftarlığın şanındanmış meksika’da. hüsran, gözyaşıyla kutsanırmış. bunu da öğrenmiş olduk.
günler değil; anlardır hatırladığımız demişti cesare pavese. heybemizde yedi adet gol, coşkun bir tribün deneyimi, club america’ya ait bir forma, bir panço ve yeni bir dostla aztek stadı’ndan ayrılırken aynı zamanda on günlük gezinin en tatlı hâtıralarından birini de arkamızda bırakıyorduk..."
sevecen'in gittiği stadyumda bira içiliyor. eskiden bizim stadyumlarımızda da alkol alınabilirdi, sonradan yasakladılar. şimdi televizyondaki dizilerde dahi alkolü buğulayan sansürcü bir zihniyet var. spor müsabakası izlemek bir eğlencedir. eğlencede bira da içilir, viski de... başkasına zarar vermediğim müddetçe benim içtiğim içkiden kime ne? televizyonda alkolü buğulamak nasıl bir akıldır, onu da anlamış değilim. insan doğası gereği sisli, puslu şeylerin ne olduğunu merak eder, merak da isteği doğurur.