evet. romanya'yı yendik... ve dünya kupasında yalnız puanı dağil, itibarı da «sıfır» olan bir takım hüviyetinden kurtulduk. altı gollük hezimetin üstünden henüz on altı gün bile geçmemişti. ama, sanki herşey birden değişmişti. saha değişik, rakip değişik, seyredenler değişik, oynayanlar değişik, formalar değişikti. fakat asıl değişmiş ve «beklenmeyen başarı»yı yaratmış olan, milli takımımızın havasıydı. kırmızı formaların uğuru değil, doğrudan doğruya giyilen formaların hakkının verilmesiydi başarının kaynağı... yenmiştik.. hak ederek yenmiştik... endişe bulutlan içinde kaybolurken. ümit ışıklarına çıkmıştık. olay buydu.
her şey. «kaptan» şeref'in 13 üncü dakikada yaşar'dan alıp fevzi'ye verdiği topla başladı. o top gitti gitti fevziye gelen güzel bir ileri pas oldu. santraforumuz kullanılması gerektiği gibi kullandı onu. biraz sürdü, çıkan kaleciden aşırttı. golü attı. nasıl sevinilmez, nasıl bağırılmazdı bu gole? fileleri toplarla kucaklaşmaktan aşınmış milli takımımızın kalesine ne giren yeni bir gol değildi. bizdik atan. milli takımdı golü kazananç.. başka yönden de romen (a) takımı kalesine altı yıldır attığımız ilk goldü bu... sayı tabelasında ay-yıldızın yanına konan «1» rakamı, gerçekte «bir» değil «bin» değerindeydi futbolümüzün ün prestiji için...
gol, canlı başlangıçın bir armağanıydı. ancak, galibiyete yükselmenin sevinci, takımımızı bir süre gevşetti. bu süre uzun olmadığı için de toparlandık ve yeniden oyun üstünlüğüne ulaştık. romenler zaman zaman, hele o «müthiş sarışın»ları vasıtasiyle öyle akınlar geliştiriyorlardı ki, müdafaada böyle kayalaşmasak zor tutunurduk. işte birini şükrü, ötekini sabahattin, bir başkasını onursal kesiyor, diğer üçünde de nihat zamanında blokajlarla tehlikeleri önlüyordu. ve sonra tekrar saldırıyorduk.
gole doymayan takım
gözler, sık sık saatlere kayıyordu: «böyle bitecek mi? ne kadar kaldı?. sahadaki 11 ay-yıldız adam ise, pek böyle düşünüyor gibi değil idi. coşkunluklarında «böyle bitmez, daha atacağız» diyen bir hal vardı. ve daha attılar da... yalnız bu, ikinci sayıyı görebilmek için ikinci devreyi beklemek icabetti. evet, ikinci yarının ikinci dakikası henüz dolmuştu ki, soldan kazandığımız tacı yaşar nedim'e uzattı. nedim aldı, bir zırhlı oto sağlamlık ve hızıyla daldı. geçti, geçti. bir romen'i daha geçecek, ya da sağa doğru pas uzatacak, diye beklenirken... bir şut.,, «gol»ü en önce farkeden kaleci andrel bile, topun rüzgârını duyduktan sonra girdiği köşeye uçmuştu... türk (a) milli takımı, romanya karşısında 2-0 galipti şimdi... ve gole doymamış bir hal vardı takımda... galibiyet özleminin dillenişiydi bu... işte ikinciden hemen bir dakika sonra, takımımız tekrar gole gidiyordu. ancak bu defa romen santrhafı, fevzi'yi «ne olursa olsun« durdurdu. fevzi bundan sonrasında «sakat» bir solaçık olarak çaba harcayacaktı. bir an durgunluk yaratan bu olay. romenleri kamçılıyor, bir de en iyilerimizden şükrü, ayağının kaymasıyla topa dokunmayınca, soliç ionescu golü atıveriyordu. ama bu bir «şeref golü»nden öteye geçmeyecekti romenler için... kaç maçta «bâri bir şeref golü alabilseydik» diye üzülen bizler, şimdi rakibimize, hem de dünya kupasına bir ölçüde iddialı girmiş romanya'ya «şeref sayı»sından fazlasını vermiyorduk.
kısacası, dün 19 mayıs stadında oynadık, hak ettik. kazandık. uçurumun tam kenarından dönüştü galiba.. ve ne dersiniz: bugünkü nüfus sayımında «yeniden doğanlar» hanesine «türk futbolu»nun da adını yazdıralım mı?