ilk basımı 2008 yılında olan harun çelik'in "bize her yer trabzon" kitabından;
ahmet badur dostumuz ve trabzonsporlu renktaşlarımız inönü stadyumunda hayatta kalma mücadelesi vermektedirler. soğuk yavaş yavaş dondurmaktadır herkesi. badur, stadyumda donmamaya çalışırken, bir yandan da aklı evindedir. küçük kızının doğum zamanı gelmiştir. ama yine de içi rahattır, çünkü dünya tatlısı asiye elif, maçtan evvel doğmayacağına dair söz vermiştir babasına.
"merak etmeyin ben kızımla anlaştım, maçtan evvel doğmayacak."
2005-2006 sezonunda istanbul'da beşiktaş ile maçımız var... hava buz gibi soğuktu ve gökyüzünü kaplayan kara bulutlar sanki felaket habercisi gibi idi... arkadaşlarla buluştuk ve vakit kaybetmeden taksiye atlayıp, kadıköy'e geçtik, oradan da vapurla karaköy'e, sonrada tünel'den tramvayla taksime çıktık. maça daha çok vardı. biz taksim'e gelmiştik ama soğuk ve yağmur da şiddetini iyice artırmaya başlamıştı... daha maçın başlamasına beş saat vardı... o soğukta bizim gibi maça gitmek için gelen trabzonspor sevdalıları da tek tek gelmeye başlamışlardı. her gördüğümüz tanıdık bir yüzle içimiz biraz daha ısınıyordu. diğer grupların da gelmesi ile birlikte, yaklaşık bir-iki saat içerisinde hatırı sayılır bir kalabalık olmuştuk. genç arkadaşlarımız, kardeşlerimiz belki de soğuğun da verdiği etki ile yerlerinde duramıyor ha bire şarkılar, marşlar söylüyorlardı. bir an evvel tribündeki yerlerini almak için can atıyor gibiydiler. artık inönü'ye akmanın zamanı gelmişti...
o soğukta yavaş yavaş grup hareketlendi ve istiklâl caddesinde meydan bize kalmıştı. hava gittikçe soğuyor, yağmur da şiddetini artırıyordu. yürüyüş esnasında soğuktan mıdır nedir bilinmez, birden aklıma evden çıkmadan evvel kat kat kazakları çok sıkı giyindiğim geldi. hatta sıcak tutsun diye de sırtıma ve göğsüme gazete kâğıdı bile koymuştum. herkese de tavsiye etmiştim. yağmur nasıl olsa buna işlemez düşüncesi ile en üste de çok kalın bir deri mont giymiştim. marşlar, meşaleler eşliğinde istiklal caddesinde giderken bir yandan da "maç saatinde hava acaba daha mı kötü olacak?" diye düşünmeden edemiyordum.
maçın başlamasına bir-iki saat kala stadın etrafındaydık artık. çok zamandır görüşmediğimiz bazı arkadaşlarımızı da stat çevresinde görünce mutlu olduk, kucaklaştık. birkaç arkadaş yağmurluk aldı ama o kadar kalın giyindiğim için benim giydiğim yağmurluğun önü kapanmıyordu. yağmur adeta matkap ucu gibi yağmurluk ve deri montumuzu delip sanki içine işliyordu. hiçbir şey fayda etmiyordu. yürümek için sağa sola hamle yaptığımızda, ayakkabılarımızdan sular fışkırıyordu. emniyetin rutin aramalarının ardından tribündeki yerimizi almıştık. ancak tribüne çıktığımızda artık kuru bir yerimiz kalmamıştı. inönü stadı'nın bize ayrılan kısmı tamamen dolmuştu. şaşmamak, hayret etmemek elde değildi! bunca insan bu soğuk, sulu-karlı bir havaya rağmen nasıl oluyordu da tribünlerden geri kalmıyordu!
gurbetçi taraftarların çilesi bitmez...
beşiktaş tribünlerine baktığımda ilk defa hayatımda orada olmayı çok istediğimi düşündüm bir an. ne şanslılardı! o anda onlarla yer değiştirmeyi ne kadar çok istediğimi hatırlıyorum. bizler trabzon'dan uzak, gurbetteki taraftarların çilesi bu yüzde beş kontenjanla tam bir eziyete dönmüştü. kar da yağsa, yağmur da yağsa biz hep o yüzde beşlik kısımda yani tribünlerin açık olan kısmında olacaktık.
o soğuk ve buz gibi havada, yağmur ve karın altında ıslanırken beşiktaş tribünleri kapalı tribünde sadece soğukla mücadele ediyorlardı. beşiktaş tribünlerinin çok az kısmı bizim gibi ıslanıyordu. tam karşımızda olan yeni açık tribünün üstüne baktığımda yağmur, kar ve rüzgârın birleşiminden meydana gelen soğuk hava kütlesinin, sanki japon kamikaze pilotlarının dalışı gibi hareket ettiğini gördüm. rüzgârın, sulu karı önce yeni açık tribünlerin üzerinden aşırıp ve yeşil çimlere doğru hızla sorti yaptırıp, o hızla hedefine, yani bizim suratımıza çarpması gibi bir sahne oluşmuştu.
bu manzaralar eşliğinde maç başlamış oldu. o soğukta bazı arkadaşlarımız ince giyindiklerinden dolayı maçı bırakıp kendi canının derdine düşmüştü. hava şartları sadece bizi değil, sahadaki futbolcuları ve hakemleri de etkiliyordu. zemin zaten iyice ağırlaşmış, top sürmek artık maharet istiyordu. orta saha mücadelesi şeklinde geçen ilk yarı sonucu devre 0-0 bitiyordu.
resmen yavaş yavaş donuyorduk
devre bittiğinde bulunduğumuz tribünde arkama, sağıma, soluma baktım, tribündekilerin yarısı yoktu! kale arkasındaki küçük tribünümüzde bin kişiye yakın kişinin yarısı nere giderdi? kale arkasındaki tek bina olan tuvaletlerin duvarını kendime bir ara rüzgârdan siper yapayım diye düşündüm. hemen yukarı çıkıp kendimi rüzgârdan korumak için bir yer aramaya başladım. ama oradaki manzarayı göründe bunun imkânsız olduğunu anladım... kale arkasındaki tek kuru yer olan giriş kısmındaki kapalı yerde insanlar donmamak için doluşmuşlardı.
devre arası tribünlerde ilk yarıyı değerlendiriyoruz güya... ama o soğukta sağlıklı değerlendirme yapmanın imkânı yok. ne izlediğimizi biz de anlamadık zaten... devre arası birçok arkadaşımız soğuğa dayanamadı ve gitmek zorunda kaldılar. bir ara metin kardeşime baktım, yüzü gözü pancar gibi kızarmış, onu tanıyamadığımı fark ettim. ona bunu söylediğimde o da bana gülerek aynı şekilde "sen git de bir de kendine bak" diyordu...
resmen yavaş yavaş donuyorduk. göz göze geldik. "biz de mi gitseydik?" diye aramızda konuşurken, birden "ikinci yarı başlasın, on-on beş dakika daha duralım, eğer dayanamazsak yapacak bir şey yok." diye söyledim. bir an duraksadık, acaba bunu söylemekle doğru mu yapmıştım? sonra aklıma gelen şeyi söyleyiverdim: "ağa ikinci yarı başlar bir tane de gol atarız, artık ondan sonra hayatta bırakıp gidemeyiz" dedim. beşiktaş'ı, inönü'de bu soğuk havada yenme ve üç puanı alma düşüncesi, daha sonra 2. yarının başlaması ve yattara'nın topu sağdan getirip golü atması bizi gerçekten de o soğukta bir anda ısıtıverdi. evet, artık üşüme namına hiçbir şey hissetmiyorduk ama sevincimiz görülmeye değerdi. tüm beşiktaş kapalısı bir anda susuyor ve kale arkasında kalmış olan bir avuç trabzonspor taraftarının sevincini izliyordu. biz artık kopmuştuk, soğuk falan da hissetmiyorduk. böyle bir eziyetten sonra üç puandan başkası da çekilmezdi doğrusu...
ikinci yarı da ilk yarının kopyası gibiydi, pozisyon yok ama zemin ve rakip ile mücadele dolu bir maç... artık etrafımızda iyice azaldığımızı farkettik. belki saymaya kalksam tribünlerde kalan taraftarımızı bir çırpıda sayabilirdim. elimizi cebimize ısınmak için soktuğumuzda sanki buzdolabına soktuğumuzu sanıyorduk. cepte kuru olan bir yer de kalmamıştı. artık kısmen donduğumuzu düşünüyordum. metin'e artık dayanacak gücüm kalmadığı nı söylediğimde maçın bitmesine dört-beş dakika vardı. "artık bundan sonra en kötü ihtimalle bu maç berabere biter" düşüncesini ikimiz de onayladıktan sonra, çevremizde tanıdık birkaç kişiye durumu izah edip, kendimizi tribünün dışına attık. dışarı çıkarken geriye dönüp baktığımda tribünlerde belki elliye yakın deli yürek olduğunu gördüm... onlar anlaşılan maçın sonuna kadar dayanacaklar, trabzon'umuzu yalnız bırakmayacaklardı...
aklımız maçta kalmıştı ama bunu yapmasaydık oradan bizi artık cankurtaran eşliğinde çıkaracakları kesindi... artık bir an evvel kuru bir yere kendimizi atmak için son gücümüzü kullanıyorduk. adımlarımızı hızla kabataş iskelesindeki vapur için atıyorduk. vapurda yanan kalorifer ile sarmaş dolaş olmanın hayalini kuruyordum. karşıya geçene kadar sıcak bir yerde oturacaktım... belki de biraz kestirebilirdim de...
vapuru görünce içimi değişik bir mutluluk kapladı. çok şükür iskeleye kadar yürüyebilmiştik... içerdeki sıcak kaloriferlerin hayali ile kendimizi vapurun içine attık. o da ne? aman allah'ım, deminden beri hayalini kurduğum kaloriferleri göremiyorum! etrafımıza şaşkın şaşkın bakakaldık. vapur ağzına kadar insanla dolu... hepsi de beşiktaşlı, ayakta duracak yer yok. bu insanlar neden maçtan evvel çıktılar? kafayı yemek üzereyim, koca vapurda iki trabzonlu ayakta kalakaldık. bu adamlar beşiktaş kapalısından, soğuktan dolayı kaçmışlar... bizi de görünce hepten şaşırdılar. biraz şaşkınlık, biraz takdir edilesi bakışlarla bir tanesi dayanamadı, "yahu arkadaşlar siz harbiden maçtan mı geliyorsunuz? biz o soğukta kapalıda duramadık, siz eski açıkta nasıl durdunuz?" diye sordu, biz de dilimizin döndüğünce bir şeyler anlatmaya çalıştık ama o akşamın soğuğundan ne konuştuğumu bile hatırlamıyorum... zaten maç ile ilgili kimsenin bir şey konuştuğu da yoktu, tek konuşulan soğuk havaydı... yalnız içlerinden birinin "sıradan anadolu takımlarına da yenilir olduk, bu nasıl iş?" deyişini unutamıyorum! anadolu takımlarına bakış açıları çok aşağılayıcıydı. ayrıca sıradan anadolu takımı dedikleri trabzonspor, daha demincek kendilerini inönü'ye gömmüştü. kuyruk acılarına verdim bu boş ve saçma sözlerini. en kötü günlerimizde bile korkulu rüyalarıydık.
vapur üsküdar iskelesine yanaştığında artık kar da iyice bastırmıştı. park ettiğimiz arabamıza atlayıp evimize gitmiştik. kapının önüne geldiğimde her tarafımdan sular akıyordu. ısınmak için sırtıma ve göğsüme koyduğum gazeteler parça parça olmuş, un gibi dağılmıştı, ara ki gazete bulasın... hemen sıcak bir duş alıp kendime gelmeye çalıştım.
trabzon kızı bu, sözünde durur...
akşam, maçın özetlerini televizyondan izledikten sonra, futbolcuların röportajını dinliyordum. fatih tekke'nin açıklamalarına bakınca bizde ne büyük bir soğuk yediğimizi anlamış olduk. fatih diyordu ki: "hayatımda yaşadığım en soğuk gün, bugündü. on üç yıldır profesyonel top oynarım, ben böyle bir şey görmedim. 'maç bir an evvel bitse de gitsek' diye dua ettik.
evet, sahiden hayattaydım ve kâbus değildi bu yaşadıklarım... dışarıda kar da iyice bastırmıştı. evde de o akşam misafirlerimiz de vardı, bana şaşkın ve bir o kadar da kızgın bakışlar atıyorlardı, bunu hissedebiliyordum. teyzelerden bir tanesi dayanamadı ve "yahu ahmet, senin çocuk doğdu doğacak, hanım her an doğum sancısı ile karşı karşıya kalabilir, sen nasıl onu bırakıp maça gittin?" diye sordu... ben de: "merak etmeyin ben kızımla konuştum, onunla anlaştık. maçtan evvel doğmayacağına dair sözleştik." dedim. kızım da sağ olsun bana verdiği sözü tuttu, maçtan bir hafta sonra doğdu. işin ilginç olan tarafı ise şuydu; doktorumuz bize çocuğun bir hafta geç doğduğunu, doğması gereken günün üzerinden bir hafta geçtiğini söylediğinde ben içimden kızımı doğduğu gün kulübe nasıl üye yaparımın planlarını yapıyordum... teşekkürler kızım...