dün ankara'da gençlerbirliği maçı için tribündeydik. pazartesi günü olmasına rağmen, çeşitli illerden taraftarlar geldiler. bir kısmı işinden izin aldı, bir kısmı yalandan rapor yazdırdı, kimi okulunu kırdı. sonuçta haftanın ilk iş günü olmasına rağmen hatırı sayılır bir kalabalık vardı.
maçın ilk yarısı gençlerbirliği'nin 1-0 üstünlüğü ile bitti. takım futbol adına hiçbir olumlu iş yapmıyor/ yapamıyordu.
devre arası takım, soyunma odasına 1-0 geride giderken taraftarın bulunduğu bölümün önünden içeri giriyordu. taraftar, ilk yarı boyunca en ufak bir mücadele göstermeyen takımını alkışlayarak soyunma odasına gönderiyordu. tribünün önündeki bir kişi artık ne söylediyse, (orada olanlara göre haydi veysel denmiş) veysel sarı içeri girerken el kol hareketleri yapmaya başladı tribüne. erkan onu zorla içeri sokmaya çalışıyor, o da tribüne gelip artık ne duyduğunu sandıysa hesaplaşmak istiyordu. kafasını öne eğip, utanarak içeri girmesi gerekenlerin başında gelecek bir futbolcu, onu desteklemek için oraya gelen, üstelik km.'lerce yol kateden, işinden okulundan fedakarlık eden vefakar insanlara karşı gider yapmaya kalktı. erkan çok sert müdahale ederek onu merdivenlerden aşağı iterek, olayın büyümesini engelledi.
garip olan şu ki; takım 2. yarıya çıkarken o vefakar taraftar veysel'i yanına çağırıyor, ona moral vermeye devam ediyordu. veysel ise artistliklerine tribünün önüne gelerek devam etmekteydi.
maçın ikinci yarısı takım yine kötüydü. maçı da 2-0 kaybettik. bunun hiçbir önemi yoktu taraftar için. çünkü onlar arma için oradaydı. hiç susmadılar. takım gol yediğinde bile. maçın bitiminde alkışlarla yolladılar takımı içeriye. aldırış etmediler veysel'in de o takımın içinde olmasına. böylesine berbat bir oyundan sonra alkışlanabilmek her futbolcuya nasip olmaz. ama daha bitmemişti. takım içeri girmişti ama kaptan erkan, maçın bitiminde sahanın ortasında milli takımdan arkadaşı jimmy ile sohbet ederken, tribünler şöyle bağırıyordu; "erkan ortaya üçlü çektir tayfaya" erkan geldi, zorla da olsa üçlüyü çektirdi. (önce istemedi) kazanmış bir takımın kaptanıymış gibi gönderildi içeriye. daha çok maçlar oynanacaktı. daha kazanılması gereken çok maç vardı. tribün bunun bilincindeydi.
maçtan sonra arabama binip eve doğru giderken yeşil ışık 3 defa yanmasına rağmen kavşağı geçemedim. çünkü taraftar otobüsleri geçiyordu ve polis onların geçişine öncelik vermişti. 3 tane yeşil ışık. pazartesi akşamı. deplasman. sözün bittiği yer.
bir taraftar olarak mağlubiyeti sindirebilirim. kötü oyunu da. her maçı kazanacağız, her maçı iyi oynayacağız diye bir beklentimiz yok zaten. ama veysel sarı'nın hareketlerini sindiremem. sözleşmesinin son yılında teklif yapanlara güvenerek mi yoksa kendisini olağanüstü, değişilmez, vazgeçilmez bir futbolcu olarak gördüğü için mi bilinmez sahada mücadele etmeyen, türlü beceriksizlikler yapan, üstüne de tribüne gider yapan futbolcuya, o şanlı formayı bir daha giydirene en ufak saygım kalmayacak. bu taraftar dün rakip takımdan doğa'yı sahadan çıkarken alkışladı. çünkü bu armayı yıllarca, adam gibi üzerinde taşımıştı. veysel sarı, kendisini futbolculuk kariyerinde bugünlere getiren kulübün taraftarlarına bunu yaptığında, o taraftar o eli, kolu onun bir tarafına sokmuyorsa, bu o taraftarların asaletindendir. (ben o kadar asil değilim) hani tribünden yükselen bir ses vardır; "futbolcular parlar söner, yönetimler gelir geçer, eses için çarpar kalpler, susmayacak bu tribünler, senin için eses senin için" herkes gidiyor, sonunda bu taraftar kalıyor geriye. parçalanmış, hırpalanmış, cebindeki son kuruşla da içeriye bir çocuk daha sokmak için bilet alma gayretindeki taraftar. gerektiğinde o bilet için evinin kiremitlerini satan taraftar. işte sırf onlar yüzünden veysel sarı'nın, bu şanlı formayı giymeye devam etmesi, bu taraftara ihanettir. bunu da en iyi "bu işin üstünü kapatalım diyenler" bilir. bildiklerini biliyorum, çünkü bu yüzden yönetimdeler.
yönetime ve idari kadroya diyeceğim şu ki; bu taraftar bu takımın patronudur. taraftar deplasmana gidiyor, taraftar lisanslı ürün alıyor, taraftar bilet alıyor, taraftar okulunu kırıyor, işine gitmiyor, çoluğunu çocuğunu bırakıp, takımın peşine düşüyor. o taraftar takımı tribüne çağırıyorsa, futbolcular tabiri caizse ceketlerinin önünü ilikleyecek, o tribüne gidip "aleykümselam" diyecek. eğer futbolcu bunu bilmiyorsa, bunun böyle olduğunu onlara anlatmalısınız. maç başlamadan önce iki defa çağrılmalarına rağmen tribüne gidilmiyor olmasını açıklayamazsınız. sonra tribünlerimizdeki kan kaybının nedenleriyle ilgili ona buna "neden acaba" diye sormayın. eğer senin teknik direktörün, hiç tanımadığı bir taraftarın düğününe katılıyor, orada 2 saat kalıyorsa, futbolcun da bir zahmet çağrıldığında o tribüne gidecek. reklam panolarının üzerinden atlayacak. tellere kadar gelecek. o taraftara dokunacak arkadaş.
son bir söz daha; camiamız, maçtan sonra çocuğuna bu skoru nasıl anlatacağını düşünen adamlarla doluyken, o esnada polatlı'da tandır yediğinizi sosyal medyada reklam etmeyiniz. yemek yemeyin demiyorum. tabii ki yiyeceksiniz. afiyet olsun. ama birilerinin boğazı düğüm düğümken, senin o lokmaları yuttuğunu bilmesinler. herkes, futbolcusundan yöneticisine nasıl bir camiaya hizmet ettiğini, otursun bir daha düşünsün. herkes aklını başına alsın. buna 19 mayıs'ın koltuklarını kırıp, "taraftarım seviyorum yea" diye anıranlar da dahildir.