ilk basımı 2004 yılında olan hakan kulaçoğlu'nun "fırtına, ihtilal, efsane... trabzonspor" kitabından;
gökalp baykal'ın "güzel insanların tribünüydü" başlıklı yazısından;
o sabah nasıl da heyecanlıydım. babam (erdoğan baykal) beni ve kardeşimi (can baykal), inönü stadyumu'nda oynanacak galatasaray-trabzonspor maçına götürecekti. aslında trabzonspor'u ilk kez seyredecek değildim, uzun yıllar süren yükselme çabaları içinde istanbul'a yollarının düştüğü birkaç sefer izlemiştim; ama birinci lig'e ilk çıktığı yıl galatasaray ile ilk kez karşılaşacaktı. trabzon'daki çocukluk yıllarımda bir şekilde kente galatasaray gelmiş ve idmanocağı ile oynamıştı. tribüne atılan fındık paketlerini hatırlıyorum; çok güzel bir hareketti. babam görevli doktor olarak saha kenarında görev yapmıştı; sahaya maskot olarak çıkmaya alışmış bir velet olarak o gün de görev başımda olup olmadığımı bilemiyorum; ama soyunma odasında yırtık tozluğunun arasından elindeki tentürdiyotlu pamuğu bacağına bastırmaya çalışan ergün bey'i hatırlıyorum.
ben hayatıma galatasaraylı bir idmanocaklı olarak başlamıştım bir şekilde. daha adı trabzonspor olmadığı yıllarda îdmanocağı bizim takımımızdı... ama babamın istanbul doğumlu olması ve bazı galatasaraylı oyuncularla arkadaşlığı olması nedeniyle sanki galatasaray aileden biri gibiydi. oysa çok küçüklük yıllarımda ilk kez trabzon'da izlediğim galatasaray da, idmanocağı da 1970'lerin ortasında aynı takımlar olmayacaktı, bunu nereden bilebilirdim.
zaman içinde ocağın adı trabzonspor olarak değişmiş ve tabii istanbul'a geldikten sonra defalarca maçına gitmiş alkışlamıştım. efsanevi santrfor necmi vardı trabzonspor'da bir kere... fiziğiyle ve efendiliğiyle kendisini babalarımızın kuşağına çok sevdirmişti. galatasaraylı futbolculardan bazıları ise ttstar" olma yolundaydılar... eh yani, galatasaray üst üste üç şampiyonluk yaşamış bir devdi.
sonuçta o gün gelmişti ve galatasaray trabzonspor maçına gidecektik. trabzon'dan hafta ortası gelen ve kulüple hep çok yakın olmuş olan avni (yurdseven) amca, anne tarafından yakın akrabamız olurdu ve babamın da trabzon lisesi'nden can arkadaşıydı. babam, kardeşim ve ben yıllardır "görünürde" galatasaray taraftarıydık, ama istanbul takımlarından yeşil-beyazlı vefa da adeta ikinci takımımızdı. şimdi bir de üçüncü takım olarak trabzonspor çıkmıştı; ve bu "görünürde" kötü bir şey değildi. hatta insanın doğduğu kentin takımına sempati göstermesi iyi bir şeydi, hani nasıl yaşadığı yerin takımına sempati gösteriyorsa... ancak nüfus kütüğünde ailecek ankara'ya kayıtlı görünsek de hiçbirimiz için ankara takımları cazip değildi; şimdi artık 2000'lerde gençlerbirliği ne kadar şampiyon olsun istiyorsam da, o yıllarda "rüzgârın oğlu" zeynel'in takımına karşı en ufak bir sempatimiz bile yoktu.
bir zaman babamın da orada olduğu sırada yaşanmış olan ali sami yen faciasından dolayı 1970'lerin istanbul'unda maçlar hep inönü stadyumu'nda oynanırdı. bazıları inatla mithat paşa stadı veya dolmabahçe stadı da derdi. halen yazarken benim de dilimin ucuna dolmabahçe gelmiyor desem yalan olur ya... o dönem için inönü stadı'nda günde iki hatta üç maç oynandığı olurdu. birinci lig takımlarının hepsi maçlarını orada oynadığı gibi kalan zamanlarda ikinci lig maçları hatta bazen dostlukspor kız takımının gösteri maçları da oynanırdı. saha tarlaya dönmüş biçimde kramponlara direnirdi. bir fırtınada pitonlardan biri çöktüğü için, gece maçı pek oynanmazdı ve pilonlar daha çok cambaz ruhlu taraftarların tırmanarak, maçı hem bedava hem de kuşbakışı izledikleri iskeleler olarak görev yaparlardı. kısacası, hafta sonu gündüz maça gidip birkaç saat kuyrukta bekledikten sonra içeri girdiğinizde, hava kararmadan oynanacak esas maça kadar geçen süre de boşa gitmezdi.
ama o gün bunların hiçbirinin önemi yoktu, çünkü avni amca bizi trabzonspor ile tanıştıracaktı. bizim arabaya doluşup trabzonspor takımının kaldığı maçka oteli'ne gittik. o zaman "maçka" adlı bir otelin seçilmesinin nedeninin trabzon'un maçka'sı ile bağdaştırmış olduğumu düşündüğümde şimdi kendimi bayağı saf buluyorum. halbuki günümüzde ciddi bir restorasyon geçiren maçka oteli, o zamanlar istanbul'un kalburüstü otellerinden biriydi ve inönü'ye de yürüme mesafesindeydi. lobiden geçerek, trabzonspor oyuncularının dinlenmekte olduğu geniş mekâna geldik. ortalık curcunaydı... içeri girdiğimizde ilk olarak efsanevi kadronun kalecisi şenol (güneş) ile karşılaştık. avni amca her dakika sokakta karşılaşırlarmışçasma "n'aber şenol?" deyip yürüdü. çok sevdiğim "top da geçmez adam da geçmez" felsefesine sahip takoz cemil, bir kenarda gazete veya dergi benzeri bir şey okuyordu. gerek futbolu gerek efendiliğiyle tüm futbolseverlerin gönlünde taht kurmuş olan necati ile selamlaştık. sonra süper kanat oyuncusu turgay ve altmış birinci dakika golleriyle ünlü santrfor hüseyin... ahmet suat özyazıcı hoca takım elbiseli biri ile o hoş muhabbetlerinden birini yapıyordu. hepsi çok sakin görünüyordu, oysa ortalık insan kaynıyordu. takımdaki hiç kimsenin bu durumdan memnun olması mümkün değildi; ama seslerini çıkarmadan büyük bir tevekkülle maça konsantre olmaya çalışıyorlardı. bu kadar önemli bir maç öncesi insanlar ve tabii biz de orada kalabalık etmekteydik. babamın uyarısıyla biz hafiften palamarı çözüp mekânın dışına doğru yönlendik. daha sonra avni amca da bize katıldı ve elimizde de onun sağladığı davetiyelerle stadın yolunu tuttuk.
keyfime diyecek yoktu, maça para ödemeden ve kuyruk beklemeden girecektim, ama küçük (!) bir sorunla boğuşuyordum: ben hangi takamı tutacaktım? babam ve kardeşim can için sorun yoktu, onlar trabzonspor'u tutacaklardı elbette; fakat o gün ben hâlâ kararsızdım. o zamanlar delice sevdiğim galatasaray'ıma ihanet edebilir miydim? ama trabzonspor'u da çok seviyordum... ne vardı yani ikinci lig'ten birinci lig'e terfi edecek? orada iyiydi işte; yıllarca ordu ve samsun ile boğuşup, özellikle aynı bölgenin takımlarına sıklıkla yenildiği için bir türlü küme çıkamıyordu. tabii bu trabzonspor açısından hoş bir durum değildi, ama şimdi yani o gün galatasaray ile oynaması da beni hayatımın ilk büyük çelişkilerinden birine itelemekteydi. bir tek necati ile tanışmış olsak da trabzonspor'un o beyefendilik timsali oyuncularını yakından görünce çelişkim artmıştı; ama galatasaray'dan idolüm yasin ve ağabeyi gökmen hatta çilli mehmet sıklıkla bakırköy'deki evimizin giriş katındaki bilardo salonuna gelirlerdi ve biz mahalle olarak bundan gurur duyardık. asla kimse densizlik etmez, imza istemez, onlar da güzel güzel arkadaşlarıyla görüşür, bilardo konusunda da hünerlerini sergilerlerdi. otoparkta halen içim içimi yemekteydi. bir tarafta yasin ve çilli mehmet, bir tarafta necati ve şenol... buluğ çağını yeni yeni terk eden bir çocuk için hiç de kolay bir seçim değildi...
stada rahatça girip trabzonspor taraftarlarının arasına oturduk. başka türlü olması da beklenemezdi. lise yıllarında ali dedemin görevi nedeniyle trabzon'a yerleşen babam hem o efsanevi trabzon lisesi'ni bitirmiş, hem de orada sevgili nerim dayımla ve dolayısıyla annemle tanışmıştı. daha sonra üniversiteyi ve ihtisasını tamamladıktan sonra yine trabzon'a dönerek alman filolojisi'ni yeni bitirmiş olan annemle evlenmişti. bu sayede ben ve kardeşim can, trabzon'da doğmuştuk ve doğal olarak trabzon'u hep çok severdik. hepsi tamamdı da ben dört yaşımdan beri istanbul'daydım ve o zamanlar galatasaray'ı tutuyordum; trabzon tribününde işim neydi? trabzonspor'un yenilmesini kesinlikle istemiyordum, ama öte yandan galatasaray'ın yenilmesine de gönlüm razı gelmiyordu. piramit kutulu sıcak meysu ve kaşar-ekmekle baş başa kara kara düşünüyordum. çok mutsuzdum...
trabzon tribününde oturuyoruz dediysem de o ortamı şimdiki tribünlerle karıştırmamak gerek. 1980'lerin ortasına degin, maçlar belirgin bir sükunetle izlenirdi. tezahürat hep vardı ve bazı densizler koro halinde küfür ederlerdi, ama büyük çoğunluk bu rezalete katılmaz ve hakemin hatasından kuşkulandığı yerde "hakeme gözlük" diye bağırırdı ki hatırladığım kadarıyla kontakt lenslerin henüz pek ortalarda görünmediği dönemlerdi. sonuçta hakemler de takımlar da futbolcular da saygın insanlardı. istanbullu futbolcular maçlara kendi olanaklarıyla yani büyük bir ayrıcalık gibi görünen otomobilleriyle gelirlerdi. stadın önüne park edip, çantalarıyla içeri girerlerdi. otobüs taşıma yıllarına daha çok vardı. taraftarın büyük yüzdesi az eğitimli olsa bile çoğunluğu düzeyli (!) ve nazikti. aslında tüm insanlar nazikti ve ne zaman ki o nezaket kayboldu dekadans da başladı. biletler önceden satışa çıkmaz, maç günü kuyruğa girilir bilet alınır, beklenir ve sonra da maç izlenirdi. üzerimiz aranmadan maça girerdik ve sahaya ne para ne pil ne de şemsiye atılırdı; ayran şişesi atanlar da ayıplanırdı. rakip taraftan stada almama gibi bir ilkellik yoktu. kendi stadında kendi taraftarınla sahayı rakip takıma cehennem etme gibi bir anlayış herhalde gülüşmelerle ve ayıplamalarla karşılanırdı, ama ne yazık ki günümüzde, ayıplanmanın kaçınılması gereken bir durum olduğunun unutulması nedeniyle bütün dünyada stadyumlar giderek bu hale geldi.
trabzonspor tribünündeydik... numarasız kapalı tribün ve yarısı galatasaray yarısı trabzonspor... arada birkaç polis memuru geziniyor, ama şimdiki gibi etten duvar falan yok. zaten kimsenin kavga gibi bir niyeti de yok; maç izlemeye ve tezahürat yapmaya gelmişler oraya. kapalının hele numaralının seyircisi ayrıca daha "kalite" olurdu. gazhane tarafındaki yeni açık tribünde trabzonspor taraftarları horon tepiyordu. sürekli olarak "çayeli'nden öteye gidelim yali yali" türküsü biraz da akortsuzca terennüm ediliyor, küçük çaplı bir şamata yaşanıyordu. babam kızıyordu "yahu bunca yıldır aynı türkü, biraz da tezahürat yapın yahu!" diyerek. galatasaray taraftarı ise klasik tezahüratları "haydi bastır" ve uzaktan "im-ban-dum" gibi algılanan "cim com bom" ile stadı inletiyordu. trabzon'un "hamsi" ile yani bir deniz canlısıyla özdeşleşmesi ni makaraya alarak kedi gibi "miyauvvvv, miyauuuuuvvv" diye kedi taklidi yaparak bağırmaları ise "bürlesk" bir yana gülünç ötesiydi; ama yine de sevimli bir durum olmadığı öne sürülemezdi. trabzonspor, azımsanmayacak kadar taraftarı olmasına karşın henüz çok da büyük bir tezahürat yapamıyordu; sonuçta bu bir birinci lig ve büyük stad deneyimi gerektiriyordu. "ti-rab-zon ti-rab-zon" sesleri arada yitip gidiyordu; ama bu nida (!) dakikalar ilerledikçe giderek akıl almaz biçimde güçlenmeye başladı. her seferinde galatasaray taraftarı tarafından biraz kabaca biraz da gırgırla karışık yanıtlansa da tezahürat giderek yükseliyordu. kapalıda herkes tezahürata katılmıyordu, zaten günümüzdeki gibi zorlayan da yoktu; biz daha çok avni amca'nın tadına doyulmaz sohbetine kapılmış maçın bir an önce başlamasını bekliyorduk. açık sözlü olmak gerekirse ben bu maçın bir an önce bitmesini istiyordum. hem de 0-0 beraberlikle...
ve takımlar sahaya çıktı... hava futbol oynamaya son derece elverişli, yirmi bin civarında taraftar tribünleri doldurmuş durumda. o dönemde doğal olarak galatasaray ile yarışamasa da trabzonspor da beklenenin ötesinde bir tezahüratla karşılandı ve bağırlarımıza bastık futbolcuları. çocukluğumda idmanocağı günlerinden hatırladığım gibi seyirciye fındık paketleri atmadı trabzonsporlu futbolcular, ama tribün önüne çağırıldıklarında da tüm beyefendilikleriyle taraftarı selamladılar; kimse "yumruk şov" gibi o dönemde ayıplanacak hareketler yapmadı. onları ilk kez yıllardır ne kadar çok sevdiğimi ve bu sevginin boşuna olmadığını anladım. maç başladı...
başlamaz olaydı, trabzonspor oyunu galatasaray ceza sahasına yıktı bir süre; peşinden galatasaray etkili ataklarla özellikle de ördek mehmet'in ender form tuttuğu günlerden birinde olması sonucu trabzonspor'un bir süre pastırmasını çıkardı. sonra tekrar trabzon yerleşti... maç başa baş, beraberliğe gidecek gibi ama trabzonspor da her an kazanabilir, neden olmasın? harikalar aslında, ikinci lig'teyken böyle top oynamıyorlardı... necmi yok, ama ne gam... hüseyin var ve hangi pozisyonda topa vuracağını ve o topun hangi delikten geçip illada kaleye gireceğini, kalecilerin en büyüğü yasin bile kestiremez. takoz cemil geçilir gibi değil, ama ekrem, tuncay, muzaffer, aydın'dan oluşan galatasaray geri dörtlüsü de taş gibi. orta sahada adana demirspor'dan gelen genç fatih (terim) acar bir topçu... birinci lig'e yeni çıkmış bir takım olarak trabzonspor'un işi zordu elbette; bizim tribün sessiz sakin, arada bir kızıp arada alkışlayarak maçı izliyordu ve olan oldu... daha doğrusu olmaması gereken oldu... maçın sonlarına doğru fatih geriden gelerek şenol'u çaresiz bırakarak topu trabzonspor ağlarına yolladı. bizim tribünde herkes daha şiddetli biçimde dizlerim döverken ve "vah vah, nasıl yedik bu golü" derken o şaşkın "çocuk" yani 1.80 boyunda koca "adam" olan ben gayri ihtiyari "gooooollllllu" giye ayağa kalkıp bağırdım. o sessizliğin içinde sipsivri dikilip kalmıştım nereden çıkmıştı bu şimdi? kendim bile yaptığım harekete şasırdım. suskunlaşmış ve üzülmüş trabzonspor taraftarları bana biraz şaşkınlıkla biraz da ayıplarcasına baktı, ama kimsenin ağzından bana yönelik bırakın küfür hakaret bir tek kelime bile çıkmadı. nezaket yılları da olsa bunu galatasaray tribününde yapamazdım, çok iyi biliyordum ve herkes de çok iyi biliyordu. babam bana dönmeden "otur yerine, gürültü etme, zaten gol yedik" diye beni hafifçe azarladı; avni amca başını iki elinin arasına almış yere bakıyordu, çok üzülmüştü. o anda, yenik duruma düşmekten dolayı akıl almaz derece üzülen trabzonspor taraftarlarına yaptığım o akıl almaz saygısızlığın farkına vardım. trabzonspor da gol atsa kuşkusuz aynı tepkiyi hatta daha fazlasını gösterirdim, ama o ortamda çok ayıp etmiştim; oradaki yüzlerce güzel insan da şimdiki gibi linç etmeyi geçtim bana tek kelime bile etmeyerek beni fena halde mahcup duruma düşürmüşlerdi. ben orada gerçek trabzonspor taraftarlığına ilk adımımı atıyordum ve yapılmaması gereken bir gaf yapmıştım. yüzümün utançtan alev alev yandığını bugün gibi hatırlıyorum.
maçın gerisini bir hayalet gibi izledim, önemi kalmamıştı benim için; galatasaray o golle maçı kazandı. kısacık hayatımda o gün ilk kez galatasaray kazandığı için üzüldüm, ama bunun önemi yoktu, halen de yok. o kadar olgun bir seyircinin arasında yaptığım densizliği hiç unutmadım. daha sonra da 1980'lerin ortasına değin çok maça gittim, trabzonspor'un pek çok başarısını alkışladım, ama o gün trabzonspor'un o güzel taraftarlarına istemeden yaptığım o saygısızlığı ve taraftarın olgunluğunu hiç aklımdan çıkartamadım ve bir daha hiçbir takım için tezahürat yapmadım. evde televizyonda izlerken yaptığımın dışında gollere vasat bir sevinç bile göstermedim, hele ki rakip takımın taraftan bir arkadaşımla seyrediyorsam onlar gol attıklarında veya kazandıklarında hep tebrik ettim. aklımda hep o günün tatsız anısı kaldı... ama o günden bu yana trabzonspor'u halen gönülden destekliyorum, artık tribünde anlattığım biçimde bir olgunluk kalmasa da taraftarıyım (ki dünyada hiçbir yerde böyle bir olgunluk kalmadı ne yazık ki) ve bu bir daha hiç değişmedi.
keşke avni amca hayatta olsaydı (ki avni aker stadının arazisi zamanında onun ailesine aittir); babam erdoğan baykal hayatta olsaydı da idmanocağı ve trabzonspor hakkında daha mühim anılarını nakledebilselerdi...
kötüler her zaman siyah giymez, doğrudur, ben de günlük hayatımda sıklıkla bordo-mavi giyerim. delice bir renk uyumudur renklerimiz ve kolaylıkla yakalanabilir; eski bir kot pantolon ve bordo kazak (veya gömlek)... koyu bordo kadife pantolon ve deniz mavisi tişört... ve bazen beyaz... beyaz forma trabzonspor'a hep çok yakışmıştır bordo-mavi şeritleriyle...