soracak ben, cevaplandıracak onlardı. ama daha «merhaba» mı, bir ağızdan aynı soru ile karşılamışlardı: «stad? saha?»
«saha’sız, stad'sız konuşamaz mıyız?» dedim. «imkânsız» cevabını verdiler, «bizim mesleğimizi konuşturmamız için, herşeyden önce saha lâzım...»
oysa, bir köşeye çekilmiş, kitap okuyan germano’ya, portekiz milli takımının bu ünlü kaptanına «lizbon 5-1’inde seyirciydiniz. bu defa oyuncu» demek ve tahminini öğrenmek isterdim. «türk futbolü ihmale gelmez» le yetindi sakallı germano.. benfica ile gelişinde sakalsızlığını hatırlattım. «uğur» deyip geçti.
35 defa milli soliç coluna, her zamanki gibi güleryüzle inmişti asansörden... iyi dinlenmişe benziyordu. uyandığında penceresinden gördüğü boğaz'ın güzelliğinden söz açacak sandım. «uyanır uyanmaz, stadyomla karşılaştım» deyiverdi, lâfı «saha» ya getirmekten güç kurtardım. «futbol bu, belli olmaz» şeklinde konuşan emektar (futbolda böyle: 29 yaşa emekdar diyoruz) coluna, idareci ağzı kullanıyordu.
kaleci costa pereira görünürde yoktu. göğsünden ciddi bir ameliyat geçirdiği için istanbul'a gelememişti. revanşı göremiyecekti kısaca... milli takım kalesini adaşı jose pereira koruyacaktı bu maçta. o da genç sayılmazdı. evet 33'ünü doldurmuştu. hangisi olduğunu tanımadığımı söyledim, «kolay bulursunuz, en heyecanlımız» dediler. haklıydı jose: ilk defa (a) milli takımda oynayacaktı.
sağaçık jose augusto nazikti, hatır sordu önce. tabii «5-1 den beri nasılsınız?» demedi. ama ben sordum bunu, «iyiyiz, çok iyiyiz. fakat sizinkiler de iyi imiş» cevabım verdi. hem takımına güvenir, hem de maçtan ürker bir hava içindeydi.
antrenör otto gloria gülüyordu. ne zamana kadar mı? pazar akşamı da güleceğini, cümleleri arasına sıkıştırıyordu portekiz’in antrenörü... ama portekiz federasyonu genel sekreteri lacerda gülmüyordu. fifa'ya çektiği telgrafın cevabını bekliyordu, bir... bir de, genç takımlar turnuası’nda portekiz’in ne yaptığını... harçlıklarını dağıttı sonra futbolculara... onlar da hemen hilton'un dükkânlarında alış verişe koştular. hâtıra eşyası alma yarışını, kart yazma mücadelesi kovaladı. daha önce istanbul'a gelmiş olanlar, yenilere manzaraların hangisinin daha güzel olduğu tavsiyesinde bulunuyorlardı.
fakat herkes vardı da salonda, asıl beklenen yoktu. gözlerim hep, o değerli siyahı arıyordu. ve sonunda asansörün iki kapısı birbirinden uzaklaşırken, eusebio bize yaklaştı. sazlı, sözlü röportajdaydık. bir yandan sesini banda, öte yandan ünlü yıldızın sözlerini deftere not alıyorduk.
«saha’dan bahsetmek yok» dedim. «tek soru sadece» ricasında bulundu. tek soru: bu saha, bizim benfica ile gelişimizde oynadığımız saha mı?» tasdik ettim, yüzünü buruşturdu eusebio: «ayyy, çok fenaydı o...» siz iyi zamanda gelmiştiniz, o zaman mükemmeldi, diyemedim artık. başka sorularla başbaşa bırakmıştım şöhretli futbolcuyu... eusebio konuşuyordu şimdi:
«- evet, bence en büyük futbolcu, garrincha... pele sonra gelir.»
«- ben mi? durun bakalım, daha büyük futbolcu olmama çok var. henüz 23 yaşındayım. 2 defa oynadım avrupa karmasında, 1 defa da dünya karmasında. 15 defa da portekiz milli formasını giydim. işin başında sayılmaz mıyım?»
«- türk futbolu hiç de fena değil. daha doğrusu iyi futbolcularınız var. meselâ fenerbahçe - benfica maçında kıymetler görmüştüm. fakat lizbon'da tesirli olamadınız. herhalde tek tek iyi futbolcularınız var. takım halinde ayni başarıyı gösteremiyorsunuz.»
«- isim mi? fenerbahçe'nin o hep adını şaşırdığım yıldızı vardı... haa evet, lefter... sonra metin, kan bartt... pardon, can bartu». bir de austria'da oynayan kaleciniz...»
«- ooo zor sual... tabii zor maç pazar günkü...»
«- türkiye'den o kadar çok mektup alıyorum, öyle çok resim ve imza istiyorlar ki, türk sporseverlerinin bu ilgisine toptan pazar günü teşekkür edebileceğim. ama belki bu teşekkürüm memnun etmez onları... çünkü benim teşekkürüm ancak iyi oynamak ve... kusura bakmayıp ama, gol atmakla olabilir...»