geriye solgun bir fotoğrafı bile kalmayan cemileleri düşündüğümde, şiiri yazılmamış bir dize düşüyor dilime; ne çok kadının gözyaşı parlıyor bir erkeğin isminde…
gönül ilhan
izmir - bia haber merkezi 09 mart 2013, cumartesi 00:03
ankara’nın kabadayıları nasıl yaşadılar, nasıl öldüler? ne iş yapar, ne yer ne içerlerdi? yakınlarındaki kadınlar kimlerdi? ece ayhan şiirine* dize olan katır cemile’nin hayat hikayesinden bir iz kaldı mı geriye? sorularının ortak yanıtını bulmak umuduyla, doğma büyüme hacettepeli lütfü yanar’la buluşmak üzere yola çıktım.
ankara seğmenler kulübü’nün faaliyet gösterdiği abidinpaşa köşkünün kapısından girdiğimde, elli yaş üzeri kalabalık bir grup erkek oturmuş, saz heyeti eşliğinde hep bir ağızdan türkü söylüyordu; “aman karpuz kestim yiyen yok/ aman halin nedir diyen yok/ yenile bir yar sevdim/ gözün aydın diyen yok…”
eller ve ayaklarla tempo tutuluyor, yüzler gülüyor, birbiri ardına sıralanıyordu türküler; “mavi yelek mor düğme/ yine düştün gönlüme/ her gönlüme düşende/ kan damlar yüreğime...”
yanına oturduğum lütfü bey kısa bilgiler veriyor bana; “her çarşamba burada toplanırız. birlikte yemek yer, türkü söyler, sohbet ederiz. mutlaka gelirim ben. aksatmam. bu eğlencenin adı ferfenedir.”
“saz başlayınca söz susar”, yazdığı için duvarda, ferfene sonrasına erteliyoruz asıl sohbetimizi. tezenenin hızı arttıkça daha da coşuyor sazın telleri, oyun havalarının kıvrak ritmi oturanları ayağa kaldırıyor.
neden sonra, beyaz balıkçı yaka kazağını giymiş, elinde tespih, ara sıra bıyıklarını düzelterek yan gözle oynayanları izleyen ismail çali’’ye, “sıra sende”, diyorlar. “benim sazcım gelmemiş bugün, yıldızı herkes çalamaz ki” diye olmazlansa da, hatır gönül kıramayıp kalkıyor ve oyun nasıl oynanır, zarafet sözcüğünün anlamı nedir, ayakların ve ellerin ritmi nasıl güzelleştirir türküleri, iki kaşık bir orkestranın yerini nasıl tutar, hepsini bir bir gösteriyor bize ismail bey.
saatler akşamüzerini haberlediğinde, haftaya çarşamba günü tekrar buluşmak üzere vedalaşarak dağılıyor topluluk. hamamönü’ne gidip, restore edilmiş eski evlerin arasında dolaşırken, şu sözlerle tanıtıyor kendini lütfü yanar; “1938 doğumluyum. hayatımdaki bütün eğitimi hacettepe’den aldım. buna üniversite üstü kariyer diyebilirsin. ankaralı ve hacetepeli olmaktan dolayı kendimi mutlu hissediyorum. hacettepe spor kulübünde futbol oynadım, yöneticilik yaptım. hacettepeliler derneği başkanlığı yaptım.”
“mahallemizi ihsan doğramacı yok etti. spor kulübümüzü melih gökçek yok etti. mahalle kültürümüzü de veysel tiryaki yok etti. biz hacettepeliler 1957 istimlakından sonra ankara’nın çeşitli semtlerine dağıldık. şimdi ancak maçlarda bir araya geliyoruz.”
son cümleyi söylerken, mor gömlekli, eflatun çizgili kravatlı lütfü bey’in gözlerine mor menekşelerin hüznü düşüyor. sonrasında bir çayevinde oturuyoruz. o anlatıyor, ben dinliyorum. ankara’da yaşanmış eski zamanlara gidiyoruz birlikte…
hacettepe spor kulübünün kuruluşu “cumhuriyet sonrası ankara’ya göç edenler, yerleşim alanlarında söz sahibi olmak ve buradan rant elde etmek için yerleşik düzende olan hacettepelilerle sürtüşmeye giriyorlar. ankara kabadayıları diye isimlendirdiğimiz adamlarla, sonradan gelenler arasında çıkan husumetten dolayı her gün olaylar, kavgalar ve cinayetler olmaya başlıyor.
o zaman nevzat tandoğan’a, gençleri kavgalardan soyutlayıp daha güzel öğretilere, spora aktarmak için bir kulüp kurulması gerektiğini söylüyorlar. o gün için aralarında fahri kabadayı, suat kıymir adlı hukuk talebesi de dahil birkaç kişi bir araya geliyorlar ve 1945 yılında hacettepe spor kulübünü kuruyorlar. takımın mor menekşeler adı ise, 1936’da kurulan ve ankara’nın ilk mesire yeri, parkı olan hacettepe parkındaki havuzun ve sıhhiye köprüsünün altına kadar uzanan alandaki on bir tane küçük havuzun kenarlarındaki mor menekşelerden geliyor.
maçlara kabadayılar ve kadın erkek çoluk çocuk bütün mahalleli gelirdi. maç heyecanı herkesi sarardı. suat kıymir abimizin gülerek anlattığı güzel bir anısı var o günlere ait. takım sahaya çıkacak, mor renkli bir forma yok. ne yapsınlar? anneleri, eşleri evde oturmuşlar, bütün formaları mor boyamışlar. maçtan sonra soyunma odasına gidiliyor, formaları çıkarıyorlar ki, bütün vücutlar mosmor.
o zamanlar spor ayakkabılarını karaduman yapardı. kramponlu ayakkabılar çivilerle çakılırdı. yürüdüğümüz zaman, bir süre sonra çiviler ayağına batar. maçtan sonra çıkarırsın ki, kanlar içinde kalmıştır ayakların. o günkü amatörlük ve spor aşkı kalmadı şimdi.
sarı veli’nin ölümü kabadayı mehmet, sarı veli ve karagöz kemal, ankara’nın kabadayı üçlemesidir.
külhanbeyi ile kabadayıyı birbirinden ayırt etmek lazım. külhanbeyler, günlük yaşayan, kavga çıkartan, hep bana diyen kişiler. kabadayılar ise daima eziğin, garibanın yanında olmuştur. hepsinin mesleği vardı. sarı veli fotoğrafçıydı, kabadayı mehmet mücellitti, kemal abi de nakliyecilik yapardı, kamyonları vardı.
kabadayı mehmet, genelevde emekli bir başçavuşu bıçakla yaralayıp hapse girince, altın kaplamalı tabancasını sarı veli’ye veriyor. çıktığında, sarı veli silahı geri vermiyor. kimisine göre sattım, diyor, kimisine göre kaybettim, diyor. daha sonra sarı veli bir kahvehane açıyor ve mehmet abi’ye ortaklık teklif ediyor. fakat mehmet abi de, madem ki benim tabancamın parasıyla açtın burayı, bütün hasılatı ben alacağım, diyor. başkalarının da dolduruşuyla aralarındaki sürtüşme ve husumet artıyor. kabadayı mehmet en yakın arkadaşı olan sarı veli’yi öldürüyor. 13 kasım 1951’de veli abi defnedildi. mehmet abi daha sonra mezarına gidip ağlamış…
kabadayı mehmet’in ölümü 1 nisan 1962’de mehmet abinin kahvesinde kumar oynanırken elektrikler kesiliyor. silahlar patlıyor. elektrikler gelince, kürt cemali’nin (cemali coşan) kanlar içinde yerde yattığı, hastaneye geç götürüldüğü için de kan kaybından öldüğü söyleniyor. mehmet abi bifiil yapmasa da, o yaptırdı deniyor. bu nedenle hapse girdi.
her gün hapishaneye yemeklerini, yeğenleriyle biz götürürdük. izmit cezaevine nakledildiği zaman da buradan 18 kiloluk tenekelerle kavurmaları, bal, reçel, turşuları biz götürürdük yeğenleriyle birlikte. parayı çok seviyordu mehmet abi. kazandığını kendine harcıyordu. o yüzden de hiç dostu olmadı. hapishaneden çıktığında, kürt cemali’nin 17 yaşındaki yeğeni öldürdü onu.
kabadayı mehmet sarı veli’yi öldürdüğü zaman, veli abinin hanımı hamileydi ve çocuğuna veli adını koydular. kürt cemali öldürüldüğü zaman hanımı hamileydi. mehmet abi öldürüldüğünde, eşi sevim abla hamileydi, üç ay sonra kızı yadigar doğdu. üçü de doğan çocuklarını göremediler, çok ilginç bir yazgı değil mi bu?
karagöz kemal’in mor tutkusu hayali küçük ali’nin oğlu olan karagöz kemal, eskiden hacettepe spor kulübünde libero olarak futbol oynardı. kaptanlık ve lokal müdürlüğü de yaptı. kulübün renklerini ilk bulan, taşıyan ve yaşayan insanlardan biridir. şimdi çanakkale’de yaşıyor ama aklı hep ankara’da. evine ziyarete gittim. duvar boyasından, koltuklarına kadar, halılar, çiçekler, avizeler, her şey mor-beyaz.
kemal abi kabadayı olarak anılmak istemiyor. ama ankara kabadayıları dediğiniz zaman, o üçlemenin içinde adı vardır. babası öldükten sonra, deve derisinden karagöz hacivat motifleri yapardı. keser, boyar, düzenler… sonradan dünyanın çeşitli ülkelerinde sergiler açtı.
katır cemile’nin hayat hikayesi şimdi bentderesi dediğimiz yerde, ulus meydanında, kalenin surları altına düşen bölümdeydi, katır cemile’nin çalıştığı genelev.
o yılların ankara’sına gelip de yerleşmek isteyenler… iş yok, güç yok, çok çocuklu aileler, okul yok, geçim derdi… gençleri ne idüğü belirsiz mecralara sürüklemiş. genelevdeki kadınlar da her gelenin sillesini yiyor. her gelen ona hükmetmek istiyor. zaten yaşamı zor. çocukları olanlar da var. akşam belli bir saatten sonra evine barkına gidiyor. burası rant kavgasının olduğu yer. kadınlar hiç olmazsa kendisini koruyacak kişileri sahipleniyorlar.
katır cemile, çok sağlam, çok kuvvetli, o zaman için ankara genelevinde çalışan kadınların arasında en güzellerinden biriymiş. vücudunda yıpranma, hastalık belirtisi göstermediği, dayanıklılığından dolayı, katır gibi kadın derlermiş. bir kabadayının dostu olduğu süre içinde, herkes onunla sürtüşmekten çekinmiş.
kadın, onu koruyan kişinin cebine harçlığını veriyor, cumartesi pazar pikniğe gidiyorlar, masrafı kadın çekiyor. erkek hapse girerse, çıkacağı güne kadar bütün masraflarını yine kadın üstleniyor. dostu olarak kabul ettiği kişiyi a’dan z’ye kadar donatıyor, yediriyor, içiriyor, filinta gibi. bak helal olsun katır cemile’nin dostu kabadayı bambaşka bir adam oldu çıktı, bak nasıl himaye ediyor, deniyor.
o da kadına ‘şemsiye getiriyor.’ bu, kabadayı filanın dostudur, aman üzerimize bela almayalım, iyi geçinelim, diyorlar. kabadayının çevresi için o kadın onların yengesi. o yüzden onları kimseye ezdirmezler. yenge gözüyle baktıkları için, genel bir kadın olmasına rağmen, ondan yararlanma sevdasına düşmezler.
katır cemile sarı veli’nin dostuymuş. iki yıl kadar sonra, veli abi evleneceği zaman bırakmış onu. sarı veli 1951’de kabadayı mehmet tarafından öldürülünce, cebeci asri mezarlığındaki mezarını katır cemile yaptırmış.
1960-62 yıllarında gidip, ankara genelevinin simgesi katır cemile’yi gördüm. veli abi’nin cemilesi kimmiş diye gördüğümüzde, çökmüş vaziyette, çetele tutan, temizlik yapan bir kadın hüviyetinde gördüm. yılların verdiği fiziksel ve psikolojik çöküş, yıpranma. ölene kadar bütün iaşesini ve kirasını genelevdeki kadınların karşıladığını, ölene dek birbirlerine sahip çıktıklarını, bu şekilde biliyorum…
1970’li yıllarda, ulucanlardaki bir evde çıkan yangında ölen kişinin katır cemile olduğunu duydum. orada ölmüş…”
lütfü bey sözlerini bitirirken, geriye solgun bir fotoğrafı bile kalmayan cemileleri düşündüğümde, şiiri yazılmamış bir dize düşüyor dilime; ne çok kadının gözyaşı parlıyor bir erkeğin isminde…
* ece ayhan; "bel kanto" ve "bel kanto:ikinci meşrutiyet" şiirleri.