yoo, öyle gözünüzde büyütmeyin yolu. zaman zaman neşeli, zaman zaman sakin, fakat başından sonuna kadar rahat geçti yolculuğumuz. istanbul’dan -roma'daki gezinti dahil- tam 9.5 saatte lizbon’a varmıştık. yaprak kıpırdamamıştı havada ve herkes memnundu hayatından...
saat 20 de lizbon hava alanına indiğimizde meraklı gözler üzerimizde dolaşmaya başladı. bir kere, türk milli takımı geliyordu. bununla ilgilenenler oldu fazlasıyla. daha çok da uçağımızla ilgilendiler hava meydanındakileri dev jetlerin, boeinglerin arasında dört motorlu uçağımız küçükten başka bir şekilde bir zenginin özel uçağı gibi kalıyordu. öğrendik ki, lizbon hava alanına inen ilk türk uçağı bizimkiymiş... gurur duymamak kaabil mi?..
elâlem aya giderken...
* * *
lizbon'un gece manzarası fevkalâdeydi. ışıklar içinde, aydınlık, pırıl pırıl, geniş caddelerle dolu bir şehir. sabah daha iyi tanıdık şehri. temizdi. insanları temiz, güzel yüzlüydü.
kafileden lizbon'a ikinci defa gelen tek kişi metin'di. arkadaşlarına anlatacak çok şeyi vardı kaptanın. bir farkla ki, 1956 da geldiği zaman lizbon'un en iyi mevsimi olan bahar ortasındaymış. bu defa hava kapalı ve yağışlıydı; «benim tanıdığım lizbon, bu kadar sulu bir şehir değildi» dedi metin...
* * *
yine hava alanındaki karşılsnışa döneceğim. radyocular, gazeteciler vardı çok sayıda. bizim radyo spikeri halit kıvanç’ı tanıdılar tabii. halit dünyanın her tarafında arkadaşı olan gazetecidir. bakalım ismini bilen çıkacak mı? diye merakla beklerken, bir de baktım ki halit bir gazeteci ile senli, benli sarmaş dolaş olmuş. hatta portekiz lisanıyla konuşuyor ve oğlu ümid’in yaramazlıklarını anlatıyordu!
* * *
radyocu ve gazeteciler futbolcular arasında ingilizce bilen olup, olmadığım sordular. aydın atıldı: «ben varım» ağzına yaklaştırdılar mikrofonu. aydın ingilizce girdi demece; «ladies and gentelmen...»
ve fransızca bitirdi sözünü: «au revoir».
portekizli radyocu şaşkın şaşkın bakarken, şakacı şeref kulağıma eğildi; «aydın, iki lisanı da taksim belediye gazinosunda öğrendi..»
* * *
lizbonlu, sevimli gazeteciler, kafilemizdeki gazetecilerle ayak üstü sohbete dalmışlardı: içlerinden biri konuşuyordu: «en popüler oyuncularınız metin ve şeref, değil mi?» sonra ilâve etti: «şeref barcelonada, metin palermoda oynadılar...» diğerleri topluca itiraz ettiler, «varol olmalı takımın en meşhuru. real madrid maçındaki oyunu iberik yarımadasını sarsmıştı.»
varol isminin geçtiğini duyunca yaklaştı; «ne diyorlar, ne diyorlar?». kaya serinkanlılıkla cevap verdi: «benficada oynamak için kaç para ister?» diye soruyorlar!»
* * *
kafileden portekiz parası escudo ile ilk alış veriş eden futbolcu sanlı oldu. genç futbolcu bir kitapçıda paris match'ın 9 ocak sayısını arıyordu. buldu da. istanbul'dan roma ya gelirken yabancı bir yolcu sanlı'ya paris match'ta çıkmış gözlüklü, sakallı bir tablonun fotoğrafını göstermişti. fotoğraf tıpa tıp sanlı'ya benziyordu. sanlı da sakal bıraksa ve gözlük taksa, fransız ressamının tablosundaki adama benzeyecekti. bu fotoğraf yüzünden sanlının başı derde girdi, o da başka. simdi arkadaşları onu «profesör», «sakallı» gibi isimlerle çağırıyorlar.