bülent ağabey sor dedi, sorduk... dünya kupası’ndan başladık, yine çok yere dokunduk...
bülent abi, konumuz dünya kupası. organizasyon her gün biraz daha yaklaşırken, biz de 1950’de yine brezilya’daki kupaya gitmeye hak kazanan takımdan biriyle konuşmak istedik... öncelikle 1950 senesini anlatayım. rio de janeiro’ya gidilecek; üç milletiz: türkiye, avusturya, suriye. avusturya, ekonomik sebeplerden ötürü bu işten çok erken vazgeçti, ki fransız basınına göre asıl sebep türkiye tarafından elimine edilerek prestij kaybetmekten korkmaları. o veya bu sebepten, biz suriye’yle kaldık. ankara’da bir maç oynanacak yalnız ben tabii suriye’yi tanımıyordum. ben değil, bütün arkadaşlarım ve hocamız da tanımıyordu. korkmak demeyeyim de, tedirgindik. kapalı kutu diyorlar ya şimdi, aynen öyle bir durumdu, nedir ne değildir bilmiyoruz, maçı bekliyoruz. maç başladı, ilk 15 dakika içinde ben bu takımın hiçbir şey olmadığını gördüm. aramızda, ilk milli maçını oynayan bir beşiktaşlı arkadaşımız vardı (fahrettin cansever), hasbelkader o arkadaşımız üç gol yaptı. bir gol lefter, bir gol erol, bir gol gündüz (kılıç); bir gol de hasbelkader ben yaptım. defansta oynuyordum ama bir ceza vuruşundan o maçta gol atma şerefine ben de nail oldum.
brezilya’ya gitme hakkı kazandınız ama gidemediniz. ne hissetmiştiniz? tabii brezilya’yı biliyordum. nereden biliyordum, sinemalardan. bayramlarını biliyordum, güzel hanımların oynadığını görüyordum. daha doğrusu, ne yalan söyleyeyim, o bayramı, o güzel hanımları görmek istiyordum; kafamı takmıştım o işe. ama olmadı. maalesef, o zaman paramız yoktu gidemedik; bugün trilyonlar harcıyoruz yine gidemiyoruz. çok acı.