laszlo darvasi'nin santrforun rüyası adlı kitabından;
gerçek bern mucizesi
1954 dünya futbol şampiyonası’nın finalini almanya’ya hamburg radyosu’nun muhabiri herbert zimmermann aktardı. sevilen zimmermann insanın kanını donduran son dakikalardaki olayları şöyle dile getirmişti:
“yaşasın rahn, hurra, üçüncü golü attı, şimdi macaristan 3-2 önde!”
almanlar kulaklarına inanamadılar, ancak öteden beri olanaksıza inanma yeteneğine sahip oldukları için -dünya savaşları’mn tarihini anımsamakta fayda var- şu acı gerçekle teselli buldular: finalde milli takımları tüm dünyayı dize getiren macaristan’a yenilmişti, sonucu belirleyen sayıyı almanlar kaydetmişti, ne ki bu kendi kalelerine attıkları bir goldü. her ne kadar savaş yenilgisinden sonra diğer ulusların takdirini kazanmak almanya’ya iyi gelecektiyse de, takımlarını muhteşem bir törenle karşıladılar. almanya hâlâ geçmişin gölgeleriyle cebelleşiyordu; bern’de kazanılacak bir zafer, ulusal özdeğer duygusunu ayağa kaldırmak açısından yararlı olurdu. fakat ikincilikten utanç duymaları gerekmiyordu. şenlik havası hemen çatlak seslerle bozuldu. bayram şekeri kıvamındaki mutlu halk frankfurt, münih, köln ve batı berlin sokaklarında yürüdü, ne var ki barışçıl yürüyüşler çok çabuk kanlı çatışmalara dönüştü.
bern katakomblarına açılan koridorlarda macar milli takımının oyuncuları finalden sonra büyük bir üzüntü içindeydiler. bozsik dayak yemiş bir çocuk gibi ağlıyordu. puşkaş yüzünü avuçlarının içine gömmüştü, dut yemiş bülbül gibi suskundu. grosics, kara panter, yığılmamak için ara-daşlarına tutunuyordu, kocsis yan çizgide kıpırdamadan duruyordu, dakikalarca orada çakılı kalmıştı. fakat kılı kırk yaran isviçreli yetkililer, az sonra alman radyosunun haberine dayanarak macaristan’ın dünya şampiyonu olduğunu açıkladılar. oyuncuların yüzlerine tekrar yavaş yavaş kan yürüdü, ömründe ilk kez bu maçta sağ kanatta oynayan macaristan’ın sol açığı czibor sessizce “yaşasın!” dedi. macaristan’ın sevinç sarhoşluğundan başı döndü, takıma tahsis edilen özel tren bayrak denizinde sallanan, karnaval havasında dalgalanan budapeşte’ye girdi. mâtyâs râkosi* ve komünistler iktidarlarını pekiştirdiler, halk kendine, partiye ve komünizmin yenilmezliğine iman tazeledi.
1956’nın ekiminde almanya’da devrim patlak verdi, endüstri şehirlerinde kanlı çatışmalar yaşandı, hamburg limanı alevler içinde yandı, dortmund sokaklarında göstericiler polislerle amansız vuruşmalara, köln katedrali devrimcilerce kuşatıldı, batı berlin’de öfkeli halk anıt heykelleri devirdi, alman, amerikan ve kanadalı askerler göstericileri yakalamak için sürek avına çıktılar ve pusulardan üzerlerine ateş açtılar. protestocular siperden ateş eden birini yakaladıklarında elektrik direğine asıyor veya linç edip üzerine kireç döküyorlardı. gelgelelim dünya için süveyş kanalı daha önemliydi. almanların güzel ve temiz devrimi amerikan destekli tutucu alman hükümeti tarafından tepelenince acımasız bir misilleme başladı. önde gelen devrimciler, hamburglu tersane işçileri, berlinli öğrenciler, ruhr bölgesinden genç fabrika işçileri ibreti alem olsun diye idam edildiler ya da yıllarca hapishanelerde ömür tükettiler. ülkeye muhbirler, gerici partinin askerleri, legal paramiliter birimler el koydu. birleşmiş milletler’in protestoları duyulmaz oldu. birçok yetenekli futbolcu almanya’ya sırtını döndü, kimileri güvenli ve gittikçe iyileşen yaşam koşulları sunan macaristan’ı kendilerine, vatan seçtiler. kaybedilmiş final maçının kahramanlarından ratın, fc honved budapest’e gitti. morlock ile posibal barcelona’ya, kohlmayer real madrid’e kapılandılar. kimi bavyeralı ve süebyalı oyuncular komünizmin hüküm sürdüğü, yani sakin sakin gelişen, huzurlu doğu almanya’ya kaçmakta buldular çareyi. mayınlar ve dikenli tellerle korunan batı almanya sınırında birçok insan kahramanca can verdi.
1966 dünya şampiyonasının finalinde macaristan ev sahibi ingiltere’ye kafa kafaya giden bir maçta çok tartışmalı bir golle boyun eğdi. almanlar için de ara ara ümit ışığı beliriyordu. rezervler ve göz kamaştırıcı cevherlerden yana zengin bir ulustu onlar, fakat herkesin bildiği gibi, cermelerin evlatları tanrı vergisi yeteneklerini çarçur etmeye eğilimliydiler. birçok futbolcu kendini mahveden bir yaşam sürdü, alkolik, politik işbirlikçi ve muhbir oldu ya da teknik direktörlerin kaprisleri elinde çocuk oyuncağı.
günlerden bir gün, güzel bir macar golünden sonra, komünistlerin büyük lideri matyas rakosi hayata gözlerini yumdu. bütün ülke onun yasını tuttuğu halde tek bir maç bile ertelenmedi, kaldı ki liderin kendisi de bunu istemezdi.
cia’nın yardımıyla coca-cola ve rock and roll almanya’yı ele geçirdi, hamburg’da beatles veya buna benzer isimli bir müzik topluluğu ortalığı yıkıyordu, ahlaki değerler iyice ayağa düşmüştü. gerçi altmışlı yıllarda almanya, isveç, brezilya hatta bir keresinde ingiltere’yi yenmeyi başardı, ama alman futbolunun altın çağı kapanmıştı. bir zamanlar güvenilir işleyen sistemin çöküşü hız kazanıyordu. macarlarsa artık şu gerçekleri gördüler: egzantriklik çağının ardından yeni ve çağdaş bir oyun tarzı anlayışına geçilmeliydi, oyunun anlamı değişiyordu, takım oyunu, çeşitli yapısal öğelerin uyumlu koordinasyonu, bireyin bütün adına kendini feda etmesi önem kazanacaktı. birbirleri için savaşmayı, ağırlığı güce, dinamiğe ve atletik gelişmeye kaydırmayı, ülkeleriyle onur duymayı ve başkalarına saygı göstermeyi öğrendiler. “düz bir pas güzel ama gereksiz bir top sürüşe yeğdir” şiârı, raba, tuna, tisza kıyılarında ve balaton gölü sahillerinde dilden dile dolaşır oldu. ve tabii ki puşta’da. yetmişli yıllarda almanya kafa üstü düşmeye devam ederken yine dünyayı dize getiren bir takıma sahip olan macaristan’ın 1974’te dünya kupası’nı kaldırması hiç kimseyi şaşırtmadı. almanlar son bir kez seksenli yılların ortalarına doğru birdenbire parlayacaklardı, gökteki yıldızların onlara göz kırpması sayesinde yine mükemmel oyuncularla dolu bir takım kurdular. hiç beklenmedik bir biçimde herkesi tepeleyerek dünya elitlerinin arasına geri döndüler, ancak meksika’daki dünya şampiyonası’nın ilk grup maçında sovyetler birliği onları silindir gibi ezip geçti. birçok tımarhanede şu bağrışlar duyuldu: ben belyanov’un, ben belyanov’um. alman basını bu trajediyi yerle bir edilen tüm şehirde yalnızca anıtsal dom katedrali’nin sağ salim ayakta kaldığı korkunç köln bombardımanıyla eşdeğer gördü. sonuç 6-0’dı, medya alman milli takımının teknik direktörünü aslanların önüne attı. 1990’da macaristan bir kez daha dünya şampiyonluğunu kazandı ve teknik direktörü kıvırcık saçlı ferenc feldbauer, -vaktiyle dünyanın o ana dek gördüğü en zeki libero-, ülkenin idolü oldu, hatta görevi bıraktığında ne tanrı’dan ne de kuldan korkan bulvar basını bile ona dokunmaya cesaret edemedi. alman futbolcular bataklık kokan ve şike skandallarıyla sarsılan bundesliga’dan apar topar kaçıyorlardı. kimi dresden’e, leipzig’e veya cottbus’a geçiyordu, kimisi de zalaegerszeg, nyıregyhasa, bekescsaba veya tablo güzelliğindeki miskolc gibi, yüksek futbol kültürüyle ünlü, gelişip serpilen macar şehirlerinden birine kapağı attığında kendini şanslı sayıyordu. doksanlı yıllardan itibaren birçok alman futbolcu çek cumhuriyeti, polonya ve slovakya’da forma giymeye başladı. alman kamuoyu uluslararası turnuvalardaki sürekli başarısızlık karşısında milli takımı bir macar teknik direktörünün çalıştırmasını istiyordu. eskiden dünyanın en iyi futbolcularından biri olarak bilinen ve amerika’daki dünya şampiyonasında turnuvanın en yakışıklı oyuncusu seçilen lajos matesz işe büyük bir heyecanla başladı. ne var ki hırslı matesz, alman futbolunun umutsuz vaka olduğunu sezinleyememişti. bu nedenle, alman milli takımının macaristan’daki 2006 dünya şampiyonasına katılmayı başaramaması kimseyi şaşırtmamalıdır.