1996-1997 sezonunun ilk gs-fb maçında umutlu bir şekilde televizyon karşısında yerimizi aldık. yanımda trabzonsporlu arkadaşım önder ve beşiktaşlı arkadaşım bülent vardı. hepimiz umutluyduk ama maç başlayınca hepimiz kahrolduk. fenerbahçe deplasmanda olmasına rağmen maça çok hızlı başlamış, saffet, boliç, okocha derken ilk yarı 3-0 bitmişti. devre biterken beşiktaşlı arkadaşım kendisine göre gayet ciddi bize göre absürd bir değerlendirme yaptı:
—maç 4-3 bitecek ve maçı kim değiştirecek biliyor musunuz? suat, suat tam 4 tane gol atacak, dedi. suat’ta o sene öyle kötüydü ki bırakın gol atmayı yürüyecek dermanı yoktu.
ikinci yarı ha şimdi galatasaray gol atacak derken boliç son darbeyi indirdi. olayın şokuyla ne dediğimi hatırlayamıyordum. galiba fatih terim’in kellesini istiyordum.
bir hafta sonra bu sefer fb-bjk maçı vardı. planı yaptık. daha önce seyrettiğimiz yere gitmeme kararı aldık. çünkü uğursuz gelmişti. (büyük galatasaraylı aydemir akbaş evinde galatasaray maçına hangi durumda başladıysa hiç hareket etmeden aynı şekilde bitiriyormuş, o da uğura inanıyormuş.) bu sefer nezih bir ortam olsun biralarımızı yudumlarken maç seyredelim dedik.
maç günü yine fenerbahçe'ye karşı "yüzük kardeşliği" bir araya geldi. birahaneye gittik en arkaya oturduk. ege yine sıcak akşamlarından birini yaşıyordu. bu havada en iyisi soğuk bir biradır. önümüzdeki yaşça bizden büyük heyecanlı bir fenerbahçeli vardı.
karşılaşma çok hareketli geçiyordu. fenerbahçe okocha ile beşiktaş ise amokachi ve sergen ile tehlikeli akınlar yapıyor maçın heyacanı ile millete bira dayanmıyordu. yüzük kardeşliği olarak tüm beşiktaş akınlarında ayağa kalkıyor, fenerbahçe akınlarında kalbimiz güm güm atıyordu. önümüzdeki fenerbahçeli ağabeyimiz hakemle uğraşıyor, kaçan ataklarda sinirleniyordu. ama neşeli birisiydi. birahanede bulunanlarla pozisyonları gülerek tartışıyordu. ilk yarı 0-0 bitti.
ikinci yarı beşiktaş oyunun kontrolünü eline almış fenerbahçe’ye atak yapma imkanı vermiyor ama kendisi de atak yapamıyordu. maç herhalde başladığı gibi bitecek derken beşiktaş kaleye yakın yerden bir serbest atış kazandı. sergen topun başına geldi falsolu bir şekilde vurdu kaleci rüştü inanılmaz uçtu. yavaş yavaş kaleye giden top rüştü’yü geçti tam gol diye bağıracakken direği sıyırıp auta gitti. ayağa kalkıp sevinecekken, öyle kalakaldık. bu sırada önümdeki fenerbahçeli büyüğüm bana ve trabzonsporlu arkadaşıma bakarak:
—bakın gençler! ben 25 senedir bu işin içindeyim. 15 sene de amatör olarak oynadım. ben kül yutmam. siz beşiktaşlı değilsiniz. siz galatasaraylısınız, dedi. arkadaşım “ben galatasaraylı değilim isterseniz başkalarına sorun.” dese de fenerbahçeli büyüğümüz taşı gediğine sokmuştu.
benim galatasaray'ı tuttuğumu nereden bildiğini bugün bile çözebilmiş değilim. bunu düşünürken beşiktaş az evvel kullandığı noktadan tekrar serbest atış kazandı. artık uzatmalar oynanıyordu. sergen tekrar geldi ve vurdu. rüştü yine inanılmaz uçtu. ama ne kadar yükseğe uçsa da topa yetişemedi. doksan diye tabir edilen top içeri girdi. birahane bayram yerine dönmüştü. ön taraflardan bir beşiktaşlı genç bizim olduğumuz yere doğru geldi ve önümüzdeki fenerbahçeli ağabeyimize yerel şiveyle:
—hamit abe, gonuş bakem şimcik. ne oldu? seegen nasıl attı? şimcik eve gitcem, açcem televizyonu sabahe kader seyretcem. seegen’in golünü tekrar tekrar seyretcem.
hamit abimiz karşılık vermiyor sadece gülüyordu. futbolun benim için anlamı budur. kazanmak kaybetmek değil önemli olan aradaki muhabbettir.