maç öncesi stadın çevresini görmenizi isterdim. kırmızı beyaz renklere bürünmüş binlerce aslan parçası ile şarkılar, türküler söyledik, halaylar çektik. bu bir ‘‘olmak yada olmamak’’ maçıydı ama biz maçtan önce adeta galibiyeti hatta çeyrek finali kutluyorduk.
italya maçının o uğursuz görüntüsünü çoktan silmiştik kafamızdan. ilk yarının başlama düdüğü ile birlikte keyfimiz kaçmaya başladı. orta sahamız yine kötü sinyaller veriyordu. topa her sahip oluşumuzda, avazım çıktığı kadar bağırıyordum;
‘‘çocuklar yere indirin şu topu’’
olmuyordu, yapmıyorlardı. o, kelimenin tam anlamıyla sırım gibi olan isveç defansına havadan bindirme yapıyorlardı. oysa yerden, ayağa pas yapsalar işimiz ne kadar kolaylaşacaktı.
bir ara içimden geçirdim. ‘‘ahh be sergen’’ dedim, ‘‘bu tam senin maçın.’’ hele mustafa izzet'i gördükten sonra. muzzy belki iyi futbolcuydu ama bu maçta şaşkın şaşkın dolaşıyordu. sonra dualar etmeye başladım. ‘‘allahım inşallah bu düşüncelerimi mustafa denizli de paylaşır da, ikinci yarıya sergen ile başlarız’’ diye.
denizli benim dualarımı ancak 58. dakikada duydu. keşke bunu daha önceden yapsaydı. sergen ve tugay oyuna girince ayağa pas yapmaya başladık. pozisyon da buluyorduk. isveç'in orta sahasını oyundan sildik.
ancak tüm bu değişiklikler skoru etkilemedi. tribünde bizler, kulübede mustafa denizli oyuncu değişikleri ile maçı koparmaya çalıştık. ancak bir şeyi galiba gözardı etmiştik. bizim bu şampiyonada hiç bir oyun planımız yoktu. kazanmamız tamamen şansa kalmıştı. ve şansta bize gülmemişti. şimdi son zarı atacağımız belçika maçını beklemeye başladık.