özgür gökmen'in 2004 yılında express'de yayınlanan "üç deplasman macerası: blackburn, lizbon, parma" yazısıda bu maçla ilgili anı şöyle;
ankaralıyım. gençlerbirlikliyim. hatırı sayılır bir süredir yurtdışında yaşıyorum. haliyle tribüne devam edemiyorum. ancak yaz sonları ankara’daysam. o da sezon başlarında birkaç maç… sizi temin ederim, çok zor zanaat. ankara’dan ayrıldıktan sonra haftasonları radyodan maç dinlemeye başladım. böyle bir alışkanlığım yoktu oysa. çocukluğumda kalmış, unutulmuş bir iş bu radyodan maç dinleme hali. istanbul’da otururduk. beşiktaş’da, mahallenin berberinde dinlenirdi maçlar. gençler olmazdı hiç dükkanda. sadece yaşlılar ve benim gibi çocuklar. tüm bunları buraya geldikten sonra hatırladım. fakat tribüne devam edemememe rağmen, bu sezon taraftarlık hayatımın en mutlu sezonu. (bundan bir evvelki, 1994-1995 sezonuydu.) zira bu sezon tam 3 (yazıyla, üç!) yurtdışı deplasmanında tribündeydim.
17 ekim-26 kasım 2003, leiden kuralar çekiliyor. sporting cp. londra ve ankara’yla konuşuyorum. lizbon’a gideceğiz. maçın 27 kasım günü oynanacağını sonradan farkediyorum. o gün ders anlatmam lazım! bir ara çözüm icat ediyorum ama gerek kalmıyor. doktora hocam, ben icat ettiğim hal çaresini telaffuz etmeye çalışırken, o gün senin daha mühim bir işin olduğunu zannediyordum, diyor. halden anlıyor, 1967'den bu yana sıkı celtic taraftarı. fakat ne de olsa hollandalı, milli takımlardan ajax amsterdam’ı destekliyor. ayrıca yukarıda bahsettiğim asc’nin de koyu bir taraftarı. çocukken kendisi oynamış. şimdi de oğlu otto’nun oynadığı 7-9 yaş grubunun teknik direktörlüğünü yapıyor. ciddi bir iş. çocukların deplasmanlı ligi var. bir maçlarını seyrediyorum. asc’de bir kıvırcık var. oğlan bayağı topçu. maçtan sonra benim hocaya soruyorum: şu oğlan, kıvırcık olan hani, diğerlerine göre yaşça daha mı büyük? hayır diyor, hafif sinirli, annesi latin amerikalı. kanlarında var! otto uzun bir süre boynunda blackburn’den maç çıkışı üçünü 5 pounda aldığım şu meşhur kaşkollardan birisiyle dolaşıyor. hocaya blackburn dönüşü bir kaşkol, bir taraftar forması armağan etmiştim. derdim, adamı gençlerbirliği’ne kazanmak. zira bizim ligden beşiktaş’a sempatisi var. kaşkol kendisine nasip olmamış.
elimdeki formalardan ikisini ingiltere’de arkadaşlarıma bırakmışım. maksat, taraftarlarımız artsın. sonuncu ekstrayı meksikalı arkadaşım enrique garcia garcia’yla takas ediyorum. bana karşılığında siyah bir atlas (bilmeyen vardır belki diye: atlas, meksika’nın güzide kulüplerinden biri) tişörtü armağan ediyor. takasın gerçekleştiği yer köylü. birlikte gençlerbirliği-beşiktaş maçını seyretmeye gitmişiz. o gün (9 kasım, pazar) osmanlı’da bir ahbabım daha var: alekos lamprou. aek taraftarı. o da doktora hocam gibi beşiktaş sempatizanı. enrique’nin ailesi ispanyol iç savaşı’nda cumhuriyetçiler’in safında savaşmış. mağlubiyetin ardından meksika’ya göçmek zorunda kalmışlar. komünist dede hala hayatta ve inatçı. ispanya’ya tekrar bir kez olsun gitmemiş! enrique’nin hem kendi ailesinden ötürü, hem eşi ispanyol olduğu için bir ispanyol pasaportu alma hakkı var. almıyor. oysa doktora çalışmaları için almanya’ya yerleşecek. bir ab pasaportu onu oturma izni için aylarca beklemekten kurtarır. almıyor. sebep, ideolojik. pasaportunda kraliyet arması taşımaktansa, haymatlos olmayı tercih edermiş. ben parma deplasmanındayken o ispanya’da, valencia-beşiktaş maçında, tribündeydi. enrique’nin tavrını, anti-madrid olarak izah edeyim. bu sezonki 1-1'lik real madrid-valencia maçında da (15 şubat) tribündeymiş. hayatımın en büyük maçlarından biri, diyor. bunlar 1-0 galipken hakemin 90. dakikada bir penaltı icat etmek için satın alınmış olduğunu yazdı bana. bir de nasıl tezahürat ettiklerini: [real madrid] iktidarın takımı ve halkın yüzkarasıdır! (bu tezahürat, real madrid marşının eğriltilmiş hali. orijinali aşağı yukarı şöyle: [real madrid] savaşcı ve asil bir insandır!)
sporting maçı yaklaşırken tanıl, yetkiner mayda’nın koordinatlarını yazıyor. bizim kulübün basın danışmanı. yazıp kendimi tanıtıyorum, haberleşiyoruz. takımın kalacağı oteli öğreniyorum. bu sefer daha iyi coğrafya çalışmak lazım. akşit ağabey gelemiyor. lizbon’da tek başımayım. coğrafya dersinde, hafızaya nakşedilecek kerterizler: şehir merkezi, josé de alvalade stadyumu, takımın kalacağı otel.
26 kasım gecesi, leiden - 27 kasım 2003, lizbon bir önceki deplasmanda seyahat evveli uykusuzluğun iyi bir şey olmadığını tespit ettiğim için bu sefer gece yatıyorum. hatta uyuyorum bile. 3 saat! sabah indiğimde lizbon’da hava pırıl pırıl. yaz gibi. allahım, ben neden hollanda’da yaşıyorum? şehir merkezine gitmek için bindiğim otobüste telefon çalıyor: mekteb-i mülkiye’den kadim dostum özgür ç. paris’ten arıyor. akşam gaziantep-lens maçına gidiyorum, diyor (demiş); başarılar diliyor. (özgür’ün antep maçına gittiğini aslında leiden’a döndükten sonra tekrar aradığında idrak ettim. ben otobüsteyken, bir maçtan bahsettiğini hatırlıyorum gerçi. fakat o an benim aklımda tek bir maç vardı!)
şehir merkezinde bir otele yerleşip soluğu takımın kaldığı otelde alıyorum. fakat evvela yukarı çıktığım metro durağından stadın göründüğünü farkedip bir süre bu manzarayı seyrediyorum. yanıma gerekli maç malzemesini almışım: forma, kaşkol ve blackburn’de bülent’ten devraldığım koca bir bayrak. 19 mayıs’ın çevresinde yürürken bir süre sonra bu bayrakları görmez olursunuz. ancak yeni bir malzeme çıkmışsa farkedilir. oysa diyar-ı küfr’de o bayrak benim için bir nimet! lobiye girdiğimde yetkiner mayda ortalıklarda değil. fakat tanıdık yüzler görüyorum. bir köşede oturan kalabalığın içinde şunları seçiyorum hemen: ilhan cavcav, atilla aytek ve cem onuk. yaklaşıp kendimi tanıtıyorum. atilla bey tokalaşırken, memnun oldum, ben de başkan vekili atilla aytek, diyor. işe bak! ne desem, ben sizi zaten tanıyorum, mu? tanımadıklarımla da tanışıyoruz.
sonraki bir-iki saati yetkiner mayda’yla sohbet halinde geçiriyoruz. bu sefer taraftar getirilmemiş. sadece kulüpte vazifeli olanlar, yöneticiler ve eşleri. ben bilet almak üzere stada doğru yola çıkarken bizim topçular lobide volta atıyorlar.
josé de alvalade’yi görüp hayran kalmamak elde değil! ewood park güzeldi belki, fakat orası bu gördüğümle mukayese dahi edilemez. (küçük bir aranotu: henüz içine girip maç seyretmiş olmasam da amsterdam’da ajax’ın stadyumu arena’yı biliyorum. ilk gördüğümde ondan da çok etkilenmiştim. fakat alvalade, muhteşem; arena, ürkütücü. gene de, yani alvalade’nin tüm ihtişamına rağmen, kendi adıma bugüne dek gördüklerim içinde en çok sevdiğim stadın alsancak stadyumu olduğunu teslim etmeliyim. bir gün kendi kulübümün de alsancak benzeri bir stada sahip olmasını canı gönülden istiyorum. en çok 10 bin kişilik. bu uzun süredir gençlerbirliği’nin gündeminde esasen. fakat arazi bir sorun. bu meseleyi parma’da sayın başkan ilhan cavcav’a ve mali asbaşkan hayri güler’e soracağım.) bilet gişeleri çoktan açılmış. konuk takıma ayrılan yerden bilet istediğimi söylüyorum: sorsam mı acaba? benden başka bilet alan var mı? gülerek, yok, diyorlar.
gidip stada gireceğim kapıyı tespit ediyorum. sonra otele geri dönüp çantayı alıyorum. biraz oyalandıktan sonra tekrar yola koyuluyorum. çantayı ilk planda otelde bırakmamın tek bir sebebi var: vakit geçsin. gene de stada vardığımda maçın başlamasına 3 buçuk saat var. ilk bir saati stadın altında geçiriyorum: muhtelif dükkanlar, her yaştan insanın maçtan önce vakit geçirebileceği bir sürü eğlence yeri, lokantalar, büfeler… köfte-ekmek ve bira alıp bir masaya ilişiyorum. kimse benim farkımda değil. maça çoluk, çocuk ailecek gelenler akşam yemeklerini yiyorlar. sadece çekirdek ailelerden de bahsetmiyorum. hepsi ful aksesuar, dede-nine-baba-anne-çocuklar-ve-torunlardan müteşekkil bir aile yaklaşınca, masamı onlara devrediyorum. bir süre, şu hayalle oyalıyorum kendimi: bizim de böyle bir stadımız olsa -ebat hususuna yukarıda temas etmiştim, derdim bu değil-, mesela ben de maça annemi alıp gelsem… hayal güzel, fakat beni teselli etmiyor. kalabalık dayanılır gibi değil. zira hepsinin sporting taraftarı olduğu, bir süre sonra tribüne doluşacakları fikri çok korkutucu. bu hissiyatımı tanıl’la paylaşıp apar topar kaçıyorum oradan.
kapıda çok beklemem gerekmiyor. içeri girip yerime oturuyorum. (a11, sıra 18, koltuk 4. yani stadın kuzeyi; salon, balkon değil, yani kalenin 10 metre arkası!) o bölüm tamamen bizim. ama ben gidip biletin üstünde yazan koltuğa oturuyorum. (tribün tecrübesi olmayan biri değilim. bunu o bomboş stadı gördüğümde ne yapacağımı kestiremediğim için yaptım. herhalde.) koskoca stadda görevlilerden başka bir allahın kulu yok. (sonraki bir buçuk saat boyunca da olmayacak!) bir onlar, bir ben… bir gazete çıkarıyorum ama okuyabilecek gibi değilim. az sonra kendimi aşağıdaki görevlilerin gözünden görmeye başlıyorum: deli galiba, diye düşünüyorlar… ya kimse gelmezse? ben de böyle düşünüyorum. neden sonra aşağıdaki görevliler arasında bir hareketlenme… içeri üç kişi alıyorlar. ohh!.. ikisi lizbon’da mukim, diğeri almanya’dan portekiz’de çalışan ağabeyinin yanına gelmiş. (ödülünü maçtan sonra staddan sırtında mustafa özkan’ın formasıyla çıkarak alacak! tribüne ali tandoğan’ın da forması geldi. belki başka formalar da… evet, sanırım el saka’nınki de. ben gençlerbirlikliyim, mütevazıyım! hepsini tribündekilere bıraktım. fakat şimdi düşününce kaptanın o maçta giydiği 14 numaraları formaya sahip olmak isteyebileceğimi farkediyorum.) o arada takım da sahaya çıkıyor, ısınmak için. yetkiner mayda bize doğru tribüne geliyor. zaten ondan sonra bizim tribün kalabalıklaşıyor. bayram tatilini portekiz’de geçiren türkiyeli bir turist kafilesi var. lizbon’a o sabah gelmişler. lizbon’da çalışan üç kişi daha geliyor. iki de yüksek lisans öğrencisi. bir de nazarlık olarak üstümde taraftar formam, boynumda kaşkolumla ben! yetkiner geldiğinde ben de iyice aşağı inip bayrağı sete asıyorum. set en münasip kelime. zira sahayla aramızdaki mesafe kısa ama arada bir hendek var! (bu tek bayrak, maçı ankara’da televizyondan seyreden taraftarlarımız tarafından tespit edilmiş.)
sporting’in birbirinden farklı bir sürü taraftar grubu var. bizim hemen solumuzda direttivo xxı, biraz daha yukarıda, torcida verde. (19 mayıs’a göre konuşayım: direttivo tabelalı kalearkasında, torcida verde, maratonun bu kalearkasına yakın kısmında oturuyor.) torcida verde’nin pankartları muhteşem. (yeşil taraftar. fakat taraftar kelimesinde bir nüans var. torcida, protekizce değil, brezilyaca! üst-orta sınıf, sesli tezahüratta pek bulunmayan taraftarlar bunlar. tüm bunları ertesi gün tanışacağım sporting taraftarı francisco nascimento’dan öğreneceğim.) karşı taraftaki kalearkasında juve leo, 76. (genç aslan, 76 tesis tarihi. francisco bunlardan.) maç başlamadan önce direttivo xxı’den bir taraftar gelip kaşkolumu istiyor. maçtan sonra, diyorum. anlaşıyoruz. inanılır gibi değil, ne zaman dönüp arkama baksam onu bizim tribünün bittiği yerde bekler görüyorum. deli herhalde… fakat sözüme sadığım. devre arasında en az on kişi geliyor kaşkol için. tribünde başka yok ki! ankara’dan gelenler bizim tam çaprazımızda, balkondalar. maç artık bitmek üzere, ben kendimden geçmiş setin önündeyken, bizim tribünün ikazıyla geri dönüyorum. aralarına girmiş bir sportingli’yi işaret ediyorlar. oğlan kaşkolu istiyor. veremem ki! fakat bizim taraftar öyle bastırıyor, oğlan öyle ısrar ediyor ki! gözlerim benim oğlanı arıyor, yok. nasıl olur? bir yandan da artık kaşkol falan umurumda değil, maçı almak üzereyiz. teslim olup takası kabul ediyorum. sahaya tekrar döndüğüm an, omzuma bir el dokunuyor. bana söz vermiştin. neredeyse ağlayacak. kesin deli. n’apacağım şimdi? üstümdeki formayı da çıkarıp ona veriyorum. böylece bir sporting kaşkolum daha oluyor.
maç 0-3 bitiyor. (ilk maç ankara’da 1-1 bitmiş. elbette köylü’deyim. alekos da var.) tur bizim. bu hakikate ancak ertesi gün öğlene doğru nüfuz edebildim. o ana dek net olarak hatırladığım tek şey, ali tandoğan’ın frikik golü. maç bittiği an bir şeyler oluyor. bunları hala tam hatırlayamıyorum. sporting taraftarı beyaz mendiller sallıyor, bizi alkışlıyor. (francisco söyledi. fernando mendes, takımın başına gelmeden önce benficalı olduğunu beyan etmiş. o yüzden taraftarlar arasında hiç sevilmiyor.) topçular tribüne geliyor. benim kulüp bayrağı haricinde lizbon’da yaşayanların getirdiği birkaç küçük türkiye bayrağı var. bunlar topçulara atılıyor. alanlardan biri, galiba el saka. serkan da orada. işte o an benim bayrağı havada uçarken görüyorum. zaman duruyor… (yan gözle evvelini de görmüşüm esasen. düşününce hatırladım. ersun hoca da tribüne gelmiş, benim bayrağı istiyor. taraftarlardan birisi, galiba turist olanlardan, bayrağı kaldırıp atıyor.) bu bülent’ten blackburn’de devraldığım, ankara’dan gelen bayrak. tribündeki tek kulüp bayrağı. ya durun, n’aptınız? o bayrak hacı, daha gezecekti! yapılacak bir şey yok. ersun hoca bayrağı almış, koşarak kulübeye doğru gidiyor. (parma’da ersun yanal’a bayrağın akibetini sormayı unuttum. bir sonraki deplasmanda kesin soracağım. bir sonraki deplasman?.. inşallah!)
şehir merkezine boynumda sporting kaşkoluyla dönüyorum. metrodan çıkarken kızlı erkekli genç bir grup sırıtarak bana bakıyor. içlerinden biri laf da atıyor. anlamak güç değil, bu çocuklar benficalı! müstehzi bir ifadeyle çıkartıp pasaportumu gösteriyorum. bana sataşanın adı nunu. şiddetli bir kahkaha patlatıyor. yukarıda grup 15 kişiyi buluyor. benden bir kuşak küçükler. aralarında tek bir sportingli var: claudia hernandez. tribünde değilmiş. leiden’a döndükten sonra ona maç fotoğraflarını göndereceğim. sabaha dek baxia denen bölgede sürtüyoruz. 05:00 civarında beni otele bırakıyorlar. (parma’da hayri güler’den öğrendim. bizimkiler de o gece sabaha dek eğlenmişler. acaba fırsatım olsa takımla birlikte olmayı tercih eder miydim?)
telefonla uyanıyorum. türkiye’den arkadaşlar arıyor. blackburn’den de john paul mesaj atmış, tebrik ediyor. kendime gelip sokağa çıktığımda ilk iş ankara’yı aramak oluyor. ikincisi, gazete almak. bu sefer taneyle alıyorum, kiloyla değil. o akşam, sadece yukarıda bahsettiğim ve o günden beri düzenli yazarak gençlerbirliği galibiyetlerini tebrik eden francisco’yla tanışmıyorum. jose nunés ve ricardo da var (malesef soyismini hatırlamıyorum). aynı yaşlardayız ve dört farklı takımın taraftarıyız. jose portolu, ricardo benfica! oturduğumuz yere tam francisco bana benfica’nın salazar takımı olduğunu anlatırken geliyorlar. ricardo, hemen müdahil olup mevzuya böyle dar politik/sınıfsal ayrımlarla bakılamaz, diyor. artık biz salazar’ın takımı değiliz, bir. ayrıca biz her zaman şehir yoksullarının takımıydık, iki. sporting kendisine baksın. onlar da karışık. benim aklımda ankaragücü-gençlerbirliği taraftar profilleri dönüyor. sonra zaten mevzu kayıyor: josé de alvalade’yi beğendin mi? cevap vermeme fırsat bırakmıyor: bir numarası yok! orası banyo… (sporting karşıtları dış yüzeyde kullanılan renkli fayanslar nedeniyle böyle diyorlar. bence tamamen çekememezlikten!) lizbon’daki en iyi stad estadio da luz’dur. (ışık stadı, yani benfica’nın sahası. malesef gidip görecek vaktim olmadı.) jose de boş durmuyor. lizbon takımlarını boş ver. portekiz’in gururu porto! birbirleriyle dalaşmaya başlıyorlar. ben önümüzdeki turda benfica istediğimi söylüyorum. ricardo, beş çekeriz, diyor. francisco, juve leo’nun bizim yanımızda, tribünde olacağını iddia ediyor. gecenin galibi, jose. bir ara ortalıktan kayboluyor. döndüğünde bana bir armağan getirmiş: bir porto forması! (22 numara, jorge costa.) ben şimdi nasıl mukabele edeceğim? aklıma otelde bana armağan edilen gençlerbirliği rozeti geliyor. jose’nin yakasına takıyorum. çok memnun. iş yerindeki tüm arkadaşlarım sporting’li. pazartesi canlarına okuyacağım, diyor. böylece tamamen sivil kalıyorum. bayrak, kaşkol, forma, rozet… işte tüm alamet-i farikalarımı lizbon’da bırakıyorum.
lizbon’dan ayrılmadan bir maç daha seyretme şansım oldu. rakip takımın ismini öğrenemedim, ev sahibi: futebol clube de lisboa. tesis tarihi 1939. ligli halısaha maçları oynuyorlar. maçı seyreden tek kişi ben değilim.