ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
fifa 1978 dünya kupasının arjantin'de düzenlenmesine 1970'te karar vermişti. 1976 yılında arjantin silahlı kuvvetleri bir darbe yaparak yönetime el koydu. askeri darbeler arjantin'de olağan sayılıyordu. hatta askerî akademinin önünden geçenlerin en sık yaptığı espri şuydu: "bak! gelecekteki devlet başkanlarımız burada eğitiliyor." (aynı espri afrika'da da çok yaygındır.) ama yeni generaller hiç de sevimli değillerdi. dünya kupası için yeni bir organizasyon birimi oluşturdular: ente autarquıco mundial. ancak bu birimin başına getirilen general actis, daha ilk basın toplantısına giderken vurularak öldürüldü. generaller bunun üzerine kendi halklarına karşı 'pis bir savaş' başlattılar. 11.000 'yıkıcı' (askerlerin çok geniş anlamlı olarak kullandıkları bir terim) arjantinli 'kayboldu', kamplara atıldı veya gizlice öldürüldü. en sık kullanılan cinayet yöntemlerinden biri de tutuklananların uçaktan river plate stadına atılmasıydı. bir pazar sabahı buenos aires'te bu ölüm olaylarını, sürgün yıllarını atalarının vatanı almanya'da geçirmiş olan, tarihçi ve film yönetmeni osvaldo bayer'le konuştum. bir şişe şampanya açan bayer, "benim ülkemde bu denli korkunç bir vahşet yaşanacağı asla aklıma gelmezdi" dedi. "karşılaştırma yapacak olursak, şiirdeki general pinochet bir melek sayılır, çünkü o, 'insanları' sadece kurşuna dizdiriyor ya da idam ettiriyordu." bayer'in çalışmaları arasında adı arjantin futbolu olan bir kitap, bir de film vardı.
buenos airesli anaç bir kadın olan hebe bonafini'yle de konuştum. o da general enciso'nun görüşlerini paylaşıyordu: "dünya kupası da tıpkı 'malvinas' gibiydi. bayraklar, su gibi içilen içkiler, kalabalıklar, 'argentina, argentina' çığlıkları... sokakları dolduran kalabalıklar için tam bir 'fıestaydı'. oysa kayıp insanların aileleri bir 'trajedi' yaşıyorlardı." bayan bonafıni, çocukları kaybolan bir grup kadının kurduğu tlaza de mayo anneleri örgütünün başkanıydı. arjantin 1983'te yemden demokrasiye kavuşmuştu ama kaybolanların yakınları, her perşembe plaza de mayo'da toplanarak gösterilerini sürdürüyor ardı. işlenen cinayetlerin tam olarak açıklanmasını ve genarellerin cezalandırılmasını istiyorlardı. diğer günlerdeyse küçük bir 'madres' (anneler) grubu, buenos aires kent merkezinde küçük bir ofiste toplanarak kendileri hakkında basında çıkan haberleri keserek dosyalıyordu. birçok arjantinli için bu kadınlar, geçmişin insanı rahatsız eden, huzurunu kaçıran bir imajıydılar. insanlar, onların da bir şekilde ortadan kaybolmalarını ister hale gelmişlerdi.
bir fabrika işçisinin eşi olan bayan bonafıni, her iki oğlunu da kaybetmişti. oğullarından birine, askerler tarafından götürülmeden önce kendi evinde işkence yapılmıştı ve bayan bonafini banyo zemininin kanla kaplandığını görmüştü. önceleri ona futbol hakkında soru sormaya utandım, ama o, bu konuyu çok doğal bulmuştu. ülkedeki cinayetlerin, tüm dünyanın ilgisini çekmeye başladığı 1970'lerde, generaller vahşi bir plan yaparak dünya kupası nı düzenleme kararı almışlardı. dünya kupası'nın arjantin tarafından kazanılması halinde ülkede ara sıra duyulan ölümlerin dikkat çekmeyeceğini düşünüyorlardı. bu, ulusu yeniden birleştirmek için ellerine geçen bir şanstı. dünya kupası organizasyonunun parasızlık nedeniyle başarısız olmaması için, tüm önlemleri aldılar. bütün kentlerde bir anda, içinde bulundukları kentin sağlayabileceği seyirci sayısından çok daha fazlasını alabilecek büyüklükte dev statlar yükseldi. generaller, dünya kupası alanlarını birbirlerine bağlamak için yeni yollar inşa ettirdiler, iletişim sistemlerini geliştirdiler. arjantin'e renkli televizyonu getirdiler.
arjantin'in bunlara ayıracak kaynağı olmadığı için, para başka yerden bulundu. dünya kupası'na hizmet etmeyecek olan bazı projeler, yaşamsal öneme sahip olsalar bile ertelendiler. the times'ın şubat 1978'de belirttiği gibi, arjantin'de en çok kullanılan cümle olan 'yarın yapılacak' ifadesi yerini, 'dünya kupası'ndan sonra yapılacak' cümlesine bırakmıştı. arjantin'i mahveden tek şey, tabii ki dünya kupası değildi. ülkeyi generallerin yönettiği donemde enflasyon, 1970'te yüzde 600'ken, 1982'de yüzde 138'e düşmüştü, ama yine de dünyadaki en yüksek enflasyon oranıydı.
cuntanın, 'dünya kupasında 25 milyon arjantinli oynayacak' şeklindeki slogan, halk arasında 'dünya kupasının bedeli ni 25 milyon arjantinli ödeyecek' halini almıştı. nasıl bir bedel ödedikleriyse, askerî yönetim döneminin sırları arasında kaldı. turnuvadan dört ay önce, askerî hükümetin maliye bakanı juan alemann, ilk tahminler olan 70-100 milyon dolarlık maliyetin aksine, dünya kupası'nın yaklaşık 700 milyon dolara mal olacağını kabul etti. alemann daha sonra, cuntanın bunu önceden tahmin etmiş olması halinde dünya kupası'nı düzenlemekten vazgeçeceğini de ekledi.
eğer 700 milyon dolarlık maliyetin doğru olduğunu kabul edersek, 1978 dünya kupası daha önceki bütün futbol organizasyonlarından birkaç kat, dört yıl sonra ispanya'da düzenlenen dünya kupasından da yaklaşık üç kat daha fazla paraya mal olmuştu. yine de gerçek rakam, 700 milyon doların çok çok üstünde olmalıydı. her şeyden önce, ülkedeki rüşvetin maliyetini tahmin etmek olanaksızdı. arjantin'deki dünya kupası'ndaki kayıtdışı harcamaların, 300-400 milyon dolar düzeyinde olduğu tahmin ediliyordu. dünya kupası organizasyon komitesinin başına actis'ten sonra getirilen ve aynı zamanda fifa'nın başkan yardımcısı da olan amiral carlos lacoste, şu sıralar uruguay'da son derece lüks bir yaşam sürerek yaşlılığın tadını çıkarıyor.
(dünya kupası'nı çok kötü organize etmişti. river plate stadı'nın çimleri bir budalalık örneği olarak deniz suyuyla sulanmış ve tabii sararmıştı. bunun üzerine, başka bir sahadan kalıplar halinde alelacele yeni çimler taşındı, ama bu zeminde de topun sıçrayışı garipleşmişti.)
bir de peru'ya verilen rüşvetin getirdiği ek maliyet vardı. arjantin, ikinci turda peru'yla karşılaşacaktı ve finale çıkabilmek için peru'yu en az 4-0 yenmek zorundaydı. bu iş çok zor görünüyordu, çünkü ally macleod'un iskoçyası'nın daha ilk maçta öğrendiği gibi, peru oldukça iyi bir takım kurmuştu. ama arjantin. dünya kupası'nı kazanmak zorundaydı ve perulu generaller de para sıkıntısı çekiyorlardı. bu yüzden dost bir cuntaya yardım etmeye karar verdiler. her şeyi lacoste ayarladı. arjantin, peru'ya acilen 35.000 ton bedava tahıl ve büyük olasılıkla bir miktar silah verdi. bu arada arjantin merkez bankası da, dondurulmuş olan 50 milyon dolarlık krediyi, peru'ya ödenmek üzere serbest bıraktı. arjantin çalıştırıcısı cesar luis menotti, maçtan önce yaptığı konuşmaya, kalecisıyle yedek oyuncularını almadı. sonuçta arjantin peru'yu, finale çıkmasını mümkün kılacak bir sonuçla, 6-0 yendi. bu, belki de şimdiye kadar rüşvetle kazanılan ilk dünya kupası'ydı.
rüşvetlerin ödendiğinden emin olamayız tabii. bu olay 1986'da (ingiltere'nin arjantin'le maç yapacağı gün) sunday times da yayınlandı, ama gazetenin ana haber kaynakları, yani cuntaya hizmet eden üst düzey bir devlet memuruyla iki futbol yetkilisi, anlaşılır bir nedenle kimliklerinin açıklanmasını istememişlerdi. makalenin yazarı olan maria laura avignolo, 'ahlaksızlık' ve diğer bazı suçlardan yargılandı ama beraat etti. dünya kupası'nda peru'nun yedek kalecisi olan manzo, bir gece lima'da sarhoş olmuş ve takımdaki oyuncuların maçı satmak için para aldıklarını söylemişti. ama ertesi gün ayılınca bu sözlerini inkâr etmişti.
maça gelince... o güne kadar hiçbir futbol maçında, maçın satıldığına dair bu denli güçlü kanıtlara rastlanmamıştır. sahaya, her zamanki göğsü verev bantlı forması yerine beyaz formayla çıkan peru takımı, eline geçen birkaç gol şansını değerlendirememiş ve el loco' olarak bilinen arjantin asıllı kalecileri quiroga, o gece her zamankinden daha garip oynamıştı. peru takımının ilk on birinde, nedense dört tane deneyimsiz yedek oyuncu vardı ve savunma oyuncularından biri de forvette görev almıştı.
konuştuğumuz annelerin hepsi o maçı anımsarken, şikeyi gözler önüne seren kanıtlardan söz etmişledi. "futbol fanatikleri buna inanmıyorlar", diye ekledi bayan bonafini. "futbol fanatikleri, din fanatikleri, politik fanatikller - fanatikler her zaman tehlikelidir."
generaller dünya kupası'nı hem kendi halklarını, hem de dünyayı etkilemek için sahnelenen görkemli bir gösteri olarak görüyorlardı. dünya kupası sayesinde, sürekli yapılan askerî darbelerin dünya basınında nadiren birkaç paragraftan fazla yer tuttuğu bir ülkeye binlerce gazeteci gelebilirdi. hatta general merlo. "eğer tüm dünyadaki imajımızı düzeltmek gerekiyorsa, dünya kupası arjantin'deki gerçek yaşamı göstermesi açısından bulunmaz bir fırsat olacaktır", demişti.
generaller new yorklu bir halkla ilişkiler şirketiyle anlaştılar ve ülke baştan başa güzleştirildi. arjantin nasıl daha zengin gösterilebilirdi? gecekondu mahalleleri yok edilerek! derhal 'villas miserias'a buldozerler gönderildi ve buralarda oturanlar ya dünya kupası maçlarının oynanamayacağı kadar şanssız olan kentlere ya da catamarca çölü'ne nakledildiler. generaller, rosario'ya giden anayolun her iki tarafına da, üzerinde güzel görünümlü ev resimlerinin bulunduğu bir duvar inşa ettirerek, kentin kenar mahallelerini, yoldan geçen yabancıların gözlerinden sakladılar. bu 'sefalet duvarı' kısa ömürlü oldu. geceleri bu duvarın tuğlalarını çalan gecekonducular, bunları, kendi evlerim inşa etmek için kullandılar.
sefalet duvar, adolfo perez esquivel'de bir takıntı halini almıştı. belki de eski bir heykeltıraş ve mimarlık profesörü olduğu için... evinde yaptığımız söyleşi sırasında bana, "arjantin halkının sefaletini ve çektiği zulmü saklamak için dev boyutlarda bir sahne dekoru inşa ettiler", demişti. gözlüklü ve çok zayıf biri olan perez esquivel, 1980'de nobel ödülünü kazanmıştı. cuntanın düşmanıydı ve 1977'de pasaportunu yenilemek üzere gittiği polis karakolunda tutuklanmıştı. dünya kupası finalinden bir gün öncesine kadar cezaevinde kaldı. general enciso beni profesörle görüşmeye gitmeden önce "o, arjantin'in en itibarsız insanlarından biridir", diye uyarmıştı.
perez esquivel'in söylediğine göre, dünya kupasından önce askerler 'el barrido' harekâtını düzenleyerek evlere baskınlar yapmışlar ve günde ortalama 200 kişi 'kaybolmaya' başlamıştı. politik açıdan kuşkulu sayılan kişilerin, yabancı gazetecilerle görüşmelerini hiç istemiyorlardı. dünya kupası yaklaştıkça, bazı gerçeklerin anlaşılmasını önlemek için tutukluların çoğu öldürüldü. bazı gizli kamplar, ya gazetecilerin asla bulamayacağı gözden uzak bölgelere nakledildi ya da gemilere taşındı. bu önlemlerin, merkezi new york'ta olan halkla ilişkiler şiketinin önerisi üzerine alınıp alınmadığı konusu hâlâ açıklığa kavuşabilmiş değil.
montonero direniş örgütünün saldırılarına karşı bir önlem olarak, sokaklarda sık sık askeri devriyeler görünmeye başladı. yabancı gazetecilerin bazıları da bu 'barış ve huzur ortamı'na kolayca kandılar. times'dan david miller, arjantinliler'in 'ne mutsuz ne de baskı altında olduklarım' yazmıştı. ülkeden 1976'da kaçan ingiliz asıllı arjantinli gazeteci andrew graham-yooll, evine gelen ingiliz gazetecilerin ona, ne kadar güzel bir ülkesi olduğunu söylediklerini anımsıyor. "bir yanda evcilleştırilmiş basın, diğer yanda da gerçekçi bazı kalemler vardı", diyor.
yine de gerçeklen görebilen yeterli sayıda gazeteci vardı. uluslararası af örgütü, spor muhabirlerinin çoğuna, arjantin politikasının ilkeleri konusunda ders vermişti ve tehlikeye aldırmayan bu gazetecilerin çoğu gerçekleri dile getirmişti. birçok makalede, hitler'in 1936 berlin olimpiyatlarına değiniliyor, dünya kupasının açılış törenini anlatan iki alman tv sunucusu alman halkına 'kaybolanlar' hakkında bilgiler veriyor ve dünyanın dört bir tarafından gelen tv ekipleri haftalık protesto gösterilerini yapan anneleri görüntülüyordu. dünya kupası'nın açılış töreni sırasında uzaktan silah sesleri duyan bir fransız muhabir, gazetesine insanların sokaklarda vurulduklarını bildirmişti. doğal olarak, river plate stadı'nın karşısındaki atıcılık kulübünden haberi yoktu ve bu hatasının bedelini de ödedi: arjantinli gazeteciler basın merkezinde onu fena halde dövdüler. içlerinde rejimi seven çok az kişi vardı (birçok arjantinli gazeteci de 'kaybolmuştu') ama uluslarına yapılan bu hakaret de kaldırılacak gibi değildi. onlara da, arjantin takımım ya da teknik direktörünü eleştirmemeleri 'emri' verilmişti.
ancak gerçek bunlardan ibaret değildi. bayer, arjantin futbolu adlı kitabında 'argentina, campeon' (arjantin şampiyon) diye yazmıştı. "ama dışa vurulan sevinç, yalnızca sevinç değildi. bu, sessiz kalmak zorunda bırakılan bir toplumun patlamasıydı", diye eklemeyi de unutmamıştı. arjantinli şair, carlos ferreira, 'dünya kupası' isimli şiirinde, kutlamalardan sonraki günleri anımsıyor:
...en kötü tarafı, sonuydu, onursuz ve şaşkın halde, o cesetler geri dönüyordu, nehir yataklarına, toplu mezarlara, başlarını sallayarak, ve unutuş şarkıları söyleyerek. ve biz oradaydık, davullarımız, delicesine terleyen bayraklarımız, ve altüst olmuş bir dünyayla...
cesetleri unutanlar sadece generallerdi, insanlar düşünebiliyordu, insanlar eğer yoksul, ezik, ürkek ama dünya şampiyonuysalar, dünya şampiyonu olmaktan mutluluk duyuyor ama yoksul ve ezik olmak da onları üzüyordu. belki bu insanların bütün istedikleri ekmek ve futboldu, ama bayer'in de vurguladığı gibi, 1978'de bol miktarda futbol izledikleri halde, çok az ekmek yemişlerdi. taraftarlar, ulusal takımla cunta arasında hiçbir zihinsel ilişki kuramadılar. futbolculara tezahürat yaptılar ve stada geldiği zaman general videla'yı korkunç bir biçimde ıslıkladılar. dünya kupası'ndan beş yıl sonra generaller, yönetimi sivil hükümete devretmek zorunda kaldılar. arjantin'in parasını dünya kupasına harcayarak koltuklarını koruyabileceklerini düşünmüşlerse, çok safmışlar doğrusu... dünya kupası'nı kendi çıkarları için kullanma çabaları onların sadece makyavelist değil, aynı zamanda çok da aptal olduklarını gösterdi. öğretmenin sınıfta ders vermesine engel olan ve hep arka sıralarda oturan kabadayı öğrencilere benziyorlar di.
generaller topluma, faşistlere özgü basit bir açıdan bakıyorlardı. onlara göre, bir ülkenin güçlü ve ulusal bütünlük içinde olması gerekirdi. eğer bütün insanlar hep bir ağızdan bağırıyorlarsa ülke güçlüdür ve halkı bir bütündür, insanları bu denli mutlu hale getirmenin tek yolu da zaferler elde etmektir. zafer, insanlara iş bulmak, başını sokacağı bir ev sağlamak ya da güçlü bir para birimi sunmak gibi can sıkıcı bir iş değildir. hayır! zafer, ya askeri başarılar ya da büyük vatanseverlik gösterileri şeklinde olabilir. zafer, tüm halkı sokaklara döküp insanların 'argentina, argentina!' diye bağırmalarını sağlamaktır. generallerin tek politikası, kendilerini elde edilen zaferlerle bağdaştırmaktı. programladıkları en büyük zafer, dünya kupası na ev sahipliği yapıp bu kupayı kazanmak ve falkland adaları'nı işgal etmekti. aslında ikisi de aynı şeydi. dünya kupasının şarkısı olan 'vamos argentina, vamos a ganar' ('hadi arjantin, git ve kazan'), falkland savaşı sırasında yeniden söylenmeye başlamıştı. (bu noktada brezilya'yla müthiş bir paralellik göze çarpıyor. popüler bir marş olan, tra frente, brasil' - 'brezilya, ileri', 1970 dünya kupası için yazılmış, ancak daha sonra brezilya daki askerî rejimin simgesi olmuştu.)
graham-yooll, "generallerin hepsi birer çocuktu", diyordu. "1982'de askeri bir işgal planladılar ve tüm dünyanın kendilerini alkışlayacağını zannettiler!" neden bu kadar saftılar? "bizim asekerlerimiz hiçbir zaman politikacı olamamışlardır. 1920'lerden bu yana şu görüşle yetiştirilmişlerdir: 'siz bağırarak bir şey emrederseniz, herkes bu emre uymak zorunda kalır?' dünya kupası'nda da 'hadi bakalım, eğlenin!' dediler ve herkesin eğleneceğini zannettiler."
generaller 1978 için bir zafer daha planlamışlardı, ama bu asla gerçekleşmedi. 1977'den beri şili'yle, beagle kanalındaki üç ada yüzünden aralıksız olarak tartışıyorlardı. (her iki ülkenin de, adaların kendilerine ait olduklarını ileri sürmesi size pek yabancı gelmeyecektir.) o dönemde kurulan uluslararası bir hakem mahkemesi, kararını şili lehine verdi. arjantin bu kararı tanımadı. gerginlik giderek arttı ve nihayet haziran 1978'de, dünya kupası'nın tam ortasında, arjantin savunma bakanı, arjantin'in adaları kurtarmak için 'harekete geçebileceğini' dünyaya ilan etti.
amaç dünya kupası sayesinde yoğunlaşan vatanseverlik duygularını, derhal bir savaşa yönlendirmekti. faşist yönetimler aralıksız olarak birşeyler yaratmak isterler - kalabalık halk kitlelari sürekli sokaklarda olmalıdır. cunta siyasi atmosferin gerginleşmesi üzerine, cesetlerin taşınacağı torbalar satın alıp hastane lere bütün yatakları boş tutulması talimatını verdi.
neyse ki, savaş son dakikada durduruldu. generallerin çoğu, savaşın başlatılması lehine oy kullanmış, ancak videla bunu veto etmişti. o sırada katolik kilisesi arabuluculuk yapmaya çalışıyordu. latin amerika, vatikan'a karşı çıkmaya asla cesaret edemezdi. 1978'in sonuna gelindiğinde iki ülke arasında anlaşma sağlandı. artık cunta yeni zaferler aramak zorundaydı. gerçekleşemeyen şili savaşında kullanılmak üzere alman ceset torbalanyla silahları 1982'de falkland adaları'na gönderdiler. falkland savaşı'nı bitiren de, bir anlamda futbol olmuştu. söylentilere göre, askeri rejimin mayıs 1982'de britanya'ya teslim olmasının asıl nedeni, savaşın uzaması halinde arjantin'in, ispanya'daki 1982 dünya kupası'na katılma hakkını kaybedecek olmasıydı.
generaller, 'anneler' hariç, konuşan herkesi susturdular, ama bütün dikta rejimlerinde olduğu gibi, şifreli protestoların ardı arkası kesilmiyordu. eğer 1978'de arjantin takımının teknik direktörü olan cesar luis menotti'ye inanacak olursak, o da bu durumu futbol diliyle protesto etmişti.
peru kalecisi quiroga'nın doğum yeri rosario'da büyümüş olan menotti, ince, iri burunlu ve sigaranın birini söndürmeden diğerini yakan biriydi. rosario, radikal politika ile güzel futbolun gelenekselleştiği bir kentti ve menotti, her iki konuda da iddialıydı. menottiye göre futbol bir sanattı. 1978 dünya kupası'nı ricardo villa, osvaldo ardiles ve mario kempes gibi, rosario tarzı futbol oynayan oyuncuları sayesinde kazanmıştı. (diego maradona o sıralar henüz 17 yaşında olduğu için adı geçmiyordu.) menotti final maçından sonra, "bu, arjantin'in eski ve sevilen sporuna edilen bir sadakat yeminidir", demişti. ona göre bu, şifreli bir protestoydu.
radikaller, hollanda'yı yenerek generalleri kurtarmışlardı ama bunun aksini söylemenin tehlikesiz olduğu ilk fırsatta, menotti de aksını iddia etmişti. bir dikta rejiminde arjantin antrenörü olduğu için sık sık saldırılara hedef olmuştu. eleştirilere yanıt olarak futbol sin trampa (hilesiz futbol) dergisindeki köşe yazılarında, 'bunun kendi yaşam tarzına da ters düştüğünü' yazmıştı. peki ama ne yapmalıydı? "kötü oynayan, her şeyi hileli temellere oturtan, halkın duygularına ihanet eden takımları mı çalıştırmalıydı? hayır, tabii ki değil." savunma futbolu da, tıpkı diktatörlükler gibi, özgür düşünceye kilit vuran bir şeydi. menotti'nin (daha doğrusu hayaleti olan carlos ferreira'nın) yazdıklarına göre, yaratıcı ve serbest futbol oynayan takımı, sadece latin amerika futbolunu derin bir uykudan uyandırmakla kalmamış, aynı zamanda özgür ve yaratıcı bir arjantin'e ilişkin anıları da canlandırmıştı.
bu görüşle alay etmek çok kolaydı. her şeyden önce menotti, dünya kupası'nı kazandığı için herkesten özür dilemek isteyen, umutsuz bir insana benziyordu. kupayı generaller için kazandığını asla kabul etmiyordu. menotti'nin takımında 'kasap', hatta 'katil' lakaplı birkaç oyuncu vardı. peru satın alınmıştı ve cuntanın emirleri doğrultusunda, futbolculara doping iğneleri yapılmışa benziyordu. bir kaynağa göre, mario kempes ve alberto tarantini maç bittiği halde o kadar enerji doluydular ki, normal hallerine dönebilmek.için bir saat daha koşmak zorundakalmışlardı. takımın sucusu olan ocampo, o güne kadar bir maç sonrasında alınan en bol idrar örneğini toplamıştı. gerçi bu örneklerin alındığı başka kaynaklar da olabilirdi, çünkü final maçından sonraki örneklere göre futbolculardan biri, hamile olduğu halde maça çıkmış görünüyordu. hollandalılar ülkelerine dönerken, arjantin'in dünya kupası'nı sadece arjantin'de kazanabileceğini söylediler.
menotti ye karşı çıkanların bir iddiası da, takımın açık futbol oynamasını ondan generallerin istediğiydi. bu hem halkla ilişkilere yardımcı olmuş, hem de arjantin tarzı futbol hakkındaki yabancı görüşlerin ve komünizmin etkileri' tartışmalarına uygun düşmüştü. arjantin dünyanın en büyük ülkesiydi ve dünya kupası da bunu kanıtlamıştı.
menotti yine de samimiydi. ona göre kötülük, dikta rejimi ve carlos bilardo tarafından takıma oynatılan futbol tarzıydı. 'menottismo' ve 'bilardismo', birbirine tamamen zıt iki yaşam tarzıydı.
bilardo'nun da iri bir burnu vardı ve o da arjantin'e 1986'da bir dünya kupası kazandırmıştı, ama menotti'yle arasındaki benzerlik bunlarla sınırlı kalıyordu, iyi bir ailenin çocuğu ve yetenekli bir doktor olan bilardo, asaletten yoksun olmakla efsanevi hale gelen estudiantes takımında futbol oynamıştı. 1960'larda estudiantes formasını giyen juan ramon veron, o zamanlar yaptıklarını anlatırken "tek tek bütün rakiplerimiz hakkında bulabileceğimiz her şeyi bulmaya çalışırdık. alışkanlıkları, karakter yapıları, zayıflıkları ve hatta özel hayatlarının ayrıntıları. böylece sahada onları tahrik eder ve bize karşılık vererek, oyundan atılmalarını sağlamaya çalışırdık", demişti. estudiantes'in unu avrupa'ya da yayılmıştı, çünkü bu çete 1968-1970 arasında güney amerika şampiyonu olmuştu ve milan'la, insana dehşet veren bir dünya kulüpler kupası finali oynamışlardı. alf ramsey'nin 'hayvanlar' diye nitelendirdiği, 1966 dünya kupası'ndakı arjantin ulusal takımı da aynı dalganın bir parçasıydı. feyenoord'da oynayan wim van hanegem, bilardo için, "çok zekiydi", diyor. "ufak tefek, incecik bir adamdı, ama çok becerikliydi. sert mi? evet, o da doğru ama benim için pek önemi yoktu. en kötü tarafı insana tükürmesiydi. buna dayanamıyordum, tekmelese daha iyi olurdu." feyenoord maçında bilardo, joop van daele'nin gözlüğünü kırmıştı. ama bugün, "bu olayı anımsamıyorum", diyor. büyük olasılıkla anımsamıyordur da..
dr. bilardo arjantin teknik direktörü olunca, daha sert ve maço bir takım oluşturdu. arjantin 1986 dünya kupası'nı kazandı ve 1990'da final oynadı, ama sıradan futbolseverin gözünde takımın sokak çetelerinden hiç farkı yoktu. o takımı belki de en iyi tanımlayan şey, maradona'nın, tanrı'nın eli'yle attığı goldü. bu, tipik bir estudiantes numarasıydı ve hiçbir estudiantes oyuncusu bunu yaptığı için özür dileme zahmetine katlanmazdı. bu, 'bilardista' futboluydu ama bilardo, oyun tarzlarını birer felsefe olarak görmeyi ısrarla reddediyor. ona göre futbol futboldur ve önemli olan tek şey kazanmaktır.