cem can'ın "fair play yemin istemez: fan-etik yazıları" kitabından;
ayrıcalık düğümü
bir milli maç "o ülkeye vatandaşlık bağıyla bağlı" en iyi futbolcuların oluşturduğu takımlar arasındaki bir mücadelenin çok ötesinde boyutlara sahiptir.
milli takımlar, sportif eylemin sınırlarını iyice zorlayan şekilde milli değerleri- geleneksel kültür değerlerini de savunma misyonu ile görevlendirilirler.
türkiye- ingiltere maçı da her yönüyle bir eleme mücadelesinin üzerinde boyutlara taşındı ya da başka bir deyişle, büyük ve derin çekişmelerin içinden gelen iki kültür alışkanlıkları yüzünden bir milli maç daha "milli değerler" yüklü bir mücadele düzeyine " taşınmış oldu".
milli takımımızın yetkilileri galip geleceklerine "milli forma üzerine" yemin ettiler. ingilizler'in futbolu siyasi ve kültürel ayncalıklılıklannm bir gösteri platformu olarak kullanmaları ise çok eski bir mesele, ingiliz futbol federasyonunun armasındaki üç "passant guardant" aslan ile daha çok "aslan yürekli richard" olarak tanınan ü richard'ın 1200'lerden itibaren kullandığı armasının büyük benzerlikler taşıması tabii ki rastlantısal değildir aynı şekilde, birkaç kulüp hariç çoğu premiership kulübünün armalarının feodal dönemde kullanılan teknik ve sembollerle oluşturulmuş olması da ingiliz futbolunun geleneğe ne kadar yaslandığını da anlatır. liverpool'un ünlü mitolojik "liverbird"ü de bunu düşündürür. arsenal'in topu da, diğer kulüp armalarındaki kılıçlar, aslanlar, kuşlar ve gemiler de öyle...
2-3 milyon nüfusu olan küçük, mütevazı bir ülke olsaydık; hiçbir savaşta önemli bir tehdit oluşturamayacak kadar, bilimde, sanatta insanlığa hiçbir katkısı olamayacak kadar küçük, o zaman tarihimizde ne büyük zaferler ne de büyük yıkımlar yer alırdı.
ne üç kıtadaki dünya uygarlıklarının üzerinde kurulu bir imparatorluk sürdürürdük o zaman, ne de büyük göç efsanelerimiz olurdu. tek bir cephede bazı ülkelerin bütün nüfusuna denk sayıda şehit de vermezdik, ya da bir hastalık salgınında bu kadar büyük sayıda beden düşürmezdik toprağa.
küçük bir ülke olsaydık, mesela yalnızca iyi peynir yapmış olsaydık tarihimiz boyunca ya da ipek kumaş dokumuş olsaydık, ingiltere maçını böyle yükselen bir atmosferde oynamazdık.
ancak bütün tarihimiz "büyüklük" imgesiyle yüklenmiştir bizim...
başarının sürekliliği değil ama eskimolar'dan amerika yerlilerine ve japonlar'a kadar genişleyen bir yelpazede akrabalık alakalarına sahip olmamızı sağlayan bir " büyüklük" imgesi daha önemlidir.
mozart'ın da türk olduğunu ileri süren bir görüş, başkalarına ne kadar irrasyonel gelirse gelsin, bizim "büyüklüklerle yüklenmiş" tarih potamızda kolayca hazmedilebilen bir olasılıktır.
hiç okuma yazma bilmeyen ve mahallesinden hiç ayrılmamış yaşlı bir kadınımız geleneksel kültürümüzü temsil eden bilgeliği ile eğitimli ve zengin ve hiç koca dayağı yememiş bir yabancı kadın için "gavur değil mi bunlar?" diye acıyıp yazıklandığında, dinimiz de osmanlı'dan devraldığımız ayrıcalıklı büyüklüğümüzün bir parçasıdır.
ingilizler de bilim tarihinin her sayfasına mıh gibi çakılmış isimler düşürmeselerdi, everest'in zirvesinden patagonya çöllerine kadar her karış toprağı tanımak üzere bilinmeyene doğru yol almak için bu kadar meraklı ve heyecanlı ve bu topraklardaki her kaynağa sahip olmak için savaşacak kadar gözüpek olmasalardı "british exceptionalism" gibi kavramsallaşan bir ayrıcalıklılık duygusuna sahip olmazlardı.
ingiliz tarihi, derelerindeki balıklar ve ormanlarındaki geyikler krala ait olduğu için, evdeki aç çocuğuna tek bir balık götürmek isteyen köylülerin zindanlarda çürüdüğüne tanıklık ederken, ingilizler'in evinde dedelerinin hind'den, çin'den, afrika'dan getirdiği eşyalar hala birer yatırım ve gurur kaynağıdır...
hem ingilizler hem de bizim açımızdan tarihte elde ettiğimiz hükmedici- hüküm sürücü ve ayrıcalıklı durumumuz bugün soyut bir kimlik mirası olarak davranışlarımız üzerinde etkisini sürdürüyor...
geçti o günler ancak büyüklük algısı o kadar yanıltıcı id hem biz hem de ingilizler, aslına bakarsanız kimseyle aynı hizada bulunmayı istemeyiz. en basit karşılaştırmalarda hile bir tepeden bakma alışkanlığı kendini gösterir. başka ulusların olumlu niteliklerini teslim ederiz. çalışkandırlar, başarılıdırlar, huzurlu ve zengin bir toplumdurlar ama bir karşılaştırma yapılacağında, eski ayrıçalıklılığımızın nefesi hep aynı cümleyi fısıldayacaktır. "o kadar da değil!"
hem biz hem de ingilizler ulusal karakterimize sinen bu ayrıcalıklılık duygusu yüzünden hayatı biraz siyah-beyaz yaşarız, olumlu gelişmeleri süsler, olumsuzluklarda tam bir dibe vurmuştuk psikolojisine gireriz. aksi taktirde dünya şampiyonası öncesinde koskoca dünyayı üzerindeki bütün değerlerle birlikte süreyya ayhan'ın ayağının altında gibi gösteren illüstrasyonlar yapabilir miydik? ya da ingilizler gittikleri her deplasmanda kendi kurallarım kendilerim koymaya çalışır tarzda şımarıklıklar yapabilirler miydi?
ingilizler ve biz küçük birer tarihin küçük gerçeklerinin içinden gelseydik, onlar kıyılarından ayrılmayan balıkçılar olsaydı biz de bahçelerinde çalışan çiftçiler olsaydık, bu maçlar böyle "şiddeti azaltılmış ve uygarlaştırılmış sembolik savaşlar" gibi oynanır mıydı?
büyük tarihlere sahip toplumlar şüphesiz, kan dökmekten geri kalmamışlardır. ancak geçti o zamanlar... bu ne hak, ne yöntem ne de bir alışkanlık olabilir artık.
zaman hizaya gelme, hizada durma zamanıdır, maçtan önce de sonra da...