ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında okay karacan'ın "benim kupalarım" başlıklı yazısından;
1994 dünya kupası'nda hangi maçları anlatmakla görevlendirildiğimi mayıs ayının ilk günü barbaros talı'dan öğrendiğimde biraz coşkulu biraz buruktum. 1978'de yüreğime düşen ateş yeniden ve farklı bir biçimde alevleniyordu. trt dünya kupası ekibinin içindeydim! coşkum bu yüzdendi... buruktum, çünkü 52 maçın sadece iki tanesini anlatabilecektim. bize ağırlıklı olarak verilen görev dallas'taki uluslararası basın merkezinden türkiye'ye haber ve görüntü geçmekti.trtde 2 yıla yakın bir zaman geride kalmıştı ve rüyalarım gerçek oluyordu.
aynı saatlerde ankara'dan binlerce kilometre uzakta italya'da beni tam 5 yıl sonra yakından ilgilendirecek dramatik bir olay meydana geliyordu... formula 1 tarihinin en hızlı, en karizmatik, en gizemli pilotu brezilyalı ayrton senna imola pistinde yarışırken geçirdiği kaza sonucu hayata gözlerini kapamıştı...
ölümünü izleyen hafta içinde trtde dünya kupası hazırlık programı dışında üzerinde çalıştığım tek haber, senna ve ölümü sonrası brezilya'da yaşananlardı. servisin dış haberlerini yapan utku şensoy'un yokluğunda l'equipe gazetesi ve afp'den gelen haberler ve eurovision görüntüleriyle küçük bir senna hikâyesi getirebilmiştim ekrana... fransız kültür merkezi'ne devam ettiğim günlerden kalan senna'ya karşı alain prost taraftarlığım vardı, ama formula 1'e çok detaylı baktığım söylenemezdi.
senna'nın yarışçı kariyerinden ziyade türkiye'de çok büyük bir çoğunluğun ilgisini brezilya halkının gözyaşları oluşturuyordu. ülkede 3 gün yas ilan edilmişti. senna'nın cenazesine yüzbinler katılmış, brezilya mateme bürünmüştü...
dünya kupalarında kendi ulusal takımım bir türlü izleyemeyen ve bu yüzden sürekli olarak brezilya'yı tutmayı alışkanlık haline getirmiş bir toplum için brezilya demek pele demekti oysa!..
haziran'da trt ekibi olarak new york'a uçtuk. thy kaptanının bize kupada başarılar dilediği anonsunu yaparken kendimi çok önemsediğimi anımsıyorum. her küçük türk çocuğu gibi benimde hayallerimi futbolcu olup ülkesini dünya şampiyonu yapan kahraman futbolcu olmak süslemişti. finalde brezilya'ya attığım gollerle kupayı türkiye'ye getirme hayalleri ile uykuya dalardım her gece. işte o anonsla milli takımın futbolcusu gibi hissetmiştim kendimi. büyük bir futbolcu olamadım ama işte onlara en yakın işi yapıyordum. yeterliydi... new york havaalanında ekiplere ayrıldık. biz toplam 8 kişi ibcde çalışmak üzere dallas'a yollandık. uçakta tansu polatkan geçmiş dünya kupalarında yaşadıklarını anlatmıştı. dünya kupası'nın coşkusunu havaalanına iner inmez hissetmek doğalmış. zaten gazetecilerin kupaya resmi kayıtlarının yapıldığı akreditasyon işlemleri de kolayca burada tamamlanırmış... polatkan'ın bilhassa arjantin 78 üzerine anlattıklarına bayılmıştım.. bana dünya kupası kempes, buenos aires, mardel plata ve halit kıvanç'ı çağrıştırıyordu. hocamın anlattıkları heyecanımı bin kat arttırmıştı. dallas'a indiğimizde tecrübeli eskiler ve biz yeniler şaşkınlığa uğramıştık. dünya kupası'nın ne olduğu, nerede olduğu konusunda kimsenin fikri yoktu!
havaalanında dikkatimi çeken tek şey vardı... üzerlerinde senna'nın anlamlı bakışları ışıldayan tişörtler giymiş bir grup brezilyalı...
bizi otelimize taşıyan aracın sürücüsü yunanistan'la türkiye'nin oynayacağı maçın ilginç olacağını ve bu maça gelmek istediğini söylediğinde anlamıştık ki, amerikalı, dünya kupası'nın ne olduğunu bilmiyordu! bizim şoför en azından uluslararası ilişkiler konusunda bilgiliydi!..
kupanın açılış maçına kadar geçirdiğimiz birkaç gün ilginç izlenimler edindik. bir kere amerikalılar dünya kupası'ndan gerçekten haberdar değildiler, varsa yoksa oj simpson'ın eşinin öldürüldüğü cinayet...
kupa maçlarının başlaması bile bir şey değiştirmeyecek bu kez de new york-houston nba final serisi gündemin ağırlıklı maddesi olacaktı...
buna karşın kupanın farkında olanlar da vardı!.. dallas'ta her gittiğimiz yerde boynumuzda akredite kartlarını görenler bizi futbolcu sanıp meraklı sorular yöneltiyorlardı.
uluslararası basın merkezi son derece büyük ve modern bir tesisti. dallas şehir merkezine yakın bir parkın içine yerleştirilmişti. basın merkezinde en büyük iş alanı ve çalışan sayısı japon televizyonuna aitti. takımları olmasa da gelecekte bir dünya kupası düzenleyeceklerine inanıyor ve organizasyon hakkında veri topluyorlardı... açıkçası futbol konusundaki bilgileri amerikalılardan fazla değildi. brezilya ise en küçük radyosundan yayın haklarına sahip televizyonuna kadar onlarca farklı medya kuruluşuyla yeralmıştı. her brezilya bürosunda tahmin edeceğiniz gibi bir senna figürü ile karşılaşmak mümkündü. ibc'nin kafeteryalarında en gürültülü masalar onlara aitti. sıcak kanlı ve duygulu insanlardı. ne yazık ki onların bu duygusallığını 1999 mayısında formula 1 san marino grand prix'sine gidene kadar anlayamamıştım... senna'nın hayatını kaybettiği imola pistinde ilk kez canlı olarak şahit olduğum motor çığlıkları bana onun yasına ağıt gibi gelmişti...
kupa boyunca brezilyalı taraftarlarla karşılaştık. ne romario ne bebeto? sarı-yeşil brezilya bayrağının yanında hep aynı şeyi, senna'nın gizemli, veda eden buğulu bakışlarını görüyorduk. bir ulus futbol takımıyla dünya kupası'na güle oynaya giderken, yüreğinde gömülü bir acıyla için için ağlıyordu....
1994 temmuz ayında dallas'ta karşılaştığımız eski model minibüsü, 1998 dünya kupasında bu kez fransa'da tracodero meydanında görmek benim için 1982 finalinde italya'nın tardelli ile kazandığı gol kadar sevinç vericiydi...
minibüsün hikâyesi şöyle; iki futbol tutkunu 1970 dünya kupası'nı dar bütçeleriyle fazla bir şey kaçırmadan izlemek için bir formül arar ve sonunda bulurlar. ulaşım, konaklama ve mutfak masraflarını minimuma indirmenin en iyi yolu karavandır. karavana güçleri yetmez ama ikinci el sağlam bir minibüsle problemi çözerler aracı sarı-yeşil renklere boyar ve meksika'ya giderler, içinde iki portatif ranza bir küçük mutfak seti ile tuvalet vardır! 1998'e kadar tüm kupalara bu münibüsle gidip siyah incilerin en sadık takipçileri olurlar. minibüsher kupanın özel eşyalarıyla süslendikçe süslenmiş, yaşlandıkça yürüyen bir müze olmuştur. binlerce kilometre yol yapmışlardı; son durak fransa'ydı. okyanus ötesi en keyifli yolculukları 1982 ispanya'yı hep ayrı tuttuklarını söylemişlerdi. tahmin edeceğiniz gibi minibüsün içindeki yüzlerce futbolcu fotoları içinde senna da yerini almıştı...
yıllar sonra anlatıcılık kariyerimde futboldan sonra formula ile de yollarım kesişti. futbolda bayram saydığım dünya kupalarının ikizi 15 günde bir yapılan f1 yarışları oldu. senna'yı, okuduğum hikâyesinden ve izlediğim videolardan daha iyi tanımaya çalıştım. ulaşılmaz bir tarih olarak kaldı zihnimde; tıpkı 1994 öncesi dünya kupaları gibi... şimdi tüm f1 yarışları dünya kupalarını, brezilya maçları senna'yı anımsatıyor bana.
brezilya milli takımı temmuz '94te dünya kupası ile rio de janeiro'ya indi. yüzbinlerce taraftar coşku ile 24 yıl sonra gelen şampiyonluğu kutluyordu...
senna'ya akan gözyaşları dinmiş, vefa bitmemişti! kupa ayrton senna'ya ithaf edildi...
çeyrek finallerden sonra türkiye'ye dönen ekipte olduğuiçin final maçını yerinde izleyemedim. hayalini kurduğum kupa bu olmamalıydı. 78'de nefes nefese izlediğim arjantin kupası tarihin en zevkli organizasyonu imiş. tansu polatkan'ın anlattıklarının hiçbirisi yoktu burada. tango, güzel kızlar ve gazetecilerin eski ünlülerle oynadığı futbol maçları...
1982 kupası'nın her dakikasını ezberleyen ben, final maçının ertesi günü kritik okumak için sabahın 8'inde gazete bayiine koşarken bunun ötesinde aşık değil miydim dünya kupası'na?
1986'da arjantin'le yeniden tanışıp meksika'da taraftar dalgalarının bir parçası olmayı hayal etmemiş miydim?..
1990, ulaşma umudumu kaybedip ekrana küs küs baktığım, yüreğimi yoran, milano, torino, bari hayalleri kurduğum buruk sevdalar yazı değil miydi?
işte artık dünya kupası'nda bizzat bulunuyor, ama bu lezzeti hayallerimin kupalarından aldığım tatla kıyaslayamıyordum bile. amerika'da kupanın tadını doya doya çıkaramadım ama oda arkadaşım tansu polatkan ile trt ve kupaları izleyen ekiplerin anılarını, arjantin'de tangoyu, ispanya'da, meksika'da hayatı durduran futbol coşkusunu sokakların futbol dansını, italya'da maradona fırtınasını, akdenizin sıcak gecelerini nasıl geçirdiklerini dinledim... tansu polatkan bana futbol spikerliğini öğreten hocamdı. 1978'den '90'a tüm kupalarda, anılarıyla gezdirdi beni; hepsini görmüş, yaşamış kadar kadar oldum...
şimdi dönüp baktığımda zamanda bir boşluk olsa da 1978'e dönebilsem diyorum. buenos aires'te trt ekibine katılsam ve orada kalsam; futbol hiç bilmese!.. bizim dünya kupalarımız final düdügüyle bittiğinde, en sevdiğimiz oyuncağı kaybetmiş gibi olurduk... bugün anılarımızı canlı tutan o kadar az şey var ki! hele birisi için!..
küçük çocuk 9 yaşındaydı. bir gün mecidiyeköy'de halit kıvanç'ı gördü. nefesi tutuldu. kalbi duracak gibi oldu. çocuğun kulaklarındaki futbol ezgisiydi bu adam. onun anlattığı maçlann kahramanı olmayı hayallerdi hep. o adam çocuğun futbolu sevmesini sağlayan adamdı. ülkesini dünya kupası'nda izleyemeyen çocuklann pele'si kempes'i, rossi'si, maradona'sıydı... en azından o küçük çocuk hâlâ öyle düşünüyor... futbolcu olup golleri atamadı, ama halit ağabeysi gibi goool diye bağırıyordu artık. 1998'e geldiğinde bir başka kupanın içinde beyaz saçlı, pamuk dilli güleryüzlü ağabeysiyle yanyana dünya kupası dilini konuşabiliyordu.
2002 dünya kupası'nda nihayet tutacağı bir takıma sahipti küçük çocuk. yazacak anılan bile vardı. kupaya uzak kalacağını biliyordu. şimdi tek bir kupa hayali vardı. halit ağabeyinin sesinden birkez daha dünya kupası maçı dinlemek. öyle ya televizyondan izlediği kupaların tadı başka olmuştu geçmişte, şimdi de katmerlisini istemek hakkıydı... "haydi trt" diye haykırmak geliyordu içinden...