ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında levent özçelik'in "dünya kupası anıları" başlıklı yazısından;
'94 dünya kupası yeni dünya ile tanıştığım ilk organizasyonumdu. uzun bir yolculuğun ardından new york'a indikten sonra, beni altı uzun saatten oluşan los angeles uçuşu bekliyordu. ama ne uçuş! altı saatte bir meyve suyu, bir de sandviçin ikram edildiği amerikan havayollarını görünce insan thy'nin kıymetini daha iyi anlıyor. biz iki üç saatlik avrupa uçuşlarında hosteslerimizden neredeyse çorba bile isteriz! aç bîilaç bir durumda gecenin bir vaktinde los angeles'a indiğimde, çok sevdiğim bir gazeteci ağabeyimizin oğlunun sıcak yüzüile tüm yorgunluğumu unutuyorum ve kent merkezindeki iki katlı otelime yerleşiyorum. amerika bu, her şey farklı. her şey büyük ve her şey tehlikeli. otel odasının kapı arkasında, şehirde ve otelde nelere dikkat etmemiz gerektiği ile ilgili uyarılar zinciri. kapını içerden kilitle, tanımadıklarına kapıyı sakın açma, akşam hava karardıktan sonra kent merkezinde yürüyerek dolaşma, sağa dön, sola dön, dikkaaaat! şaka bir yana, bir süre sonra yapılan bu uyarıların boşuna olmadığını anlıyorsunuz.
amerika '94, belki de bugüne kadar organize edilenleri içinde, futbol ruhunun hemen hemen hiç yaşanmadığı tek dünya kupası'ydı. öyle ki los angeles'ın rose bowl stadında final maçının oynanacağı gün şehrin merkezinde, hatta stada yakın olan semtlerde bile insanların büyük bir çoğunluğu ülkelerinde bir dünya kupası organize edildiğini ve dünya futbolunun kalbinin birkaç kilometre uzakta atığını bilmiyorlardı. bilirsiniz, zaten amerikalıların genel tarzıdır, onlar için tek dünya vardır, amerika! ilgilendikleri spor dallarının dışındaki diğer aktivitelerde dünya ayağa kalksa umurlarında değildir. ev sahibi ülkenin insanları maçlara pikniğe gider gibi gidince ışın tadı tuzu kaçıyordu.
dünya kupası boyunca bir aylık sürenin tamamında los angeles ve san fransisko'daki maçların tamamını ben anlattım. bir önceki organizasyona göre yayın yaptığım maç sayısıyla beraber maçların önem derecesi de artmıştı. romanya'nın, kolombiya'yı 3-1 mağlup ettiği grup maçıyla başlayan yedi maçlık periyoda son noktayı sevgili arkadaşım hüseyin başaranla birlikte anlattığımız final maçıyla koyduk. romanya'nın, kolombiya'yı 3-1 yendiği maçta, usta ayak hagi'nin ta uzaktan attığı mükemmel gol, abd'nin kolombiya'yı, escobar'ın kendi kalesine attığı golle 2-1 mağlup etmesi. romanya'nın, arjantin'i ikinci tur maçında 3-2 geçerek ismini çeyrek finale yazdırışı, isveç'in istim üstündeki romanya'yı penaltı vuruşları ile saf dışı bırakarak yarı finale merhaba deyişi ve finali brezilya karşısında aldığı 1-0'lık mağlubiyetle kıl payı kaçırışı...
amerika'da maçlar avrupa'daki televizyon yayın saatlerine göre ayarlandığı için öğle saatlerinde 35 ile 40 derece sıcakta oynanıyordu. kuşkusuz bu sıcaktan en fazla etkilenenler futbolcular, en fazla mutlu olanlar da güneşlenen seyircilerdi. olumsuzluğu en üst düzeyde yaşayanlann ikinci sırasında ise sanırım maç anlatan biz spikerler vardık. düşünün bir kez maçın başlamasından bir saat önce güneşin altında monitörünüzün karşısına oturuyorsunuz. maç ortalama iki saat sürüyor, ardından canlı bağlantılar için yaklaşık yarım saat daha koltuğunuzdan kalkamıyorsunuz, kısacası hemen hemen dört saat kızgın güneşin altındasınız. alnınızdan akıp gözlerinizin içine giren ter yüzünden monitörünüze bakmanız mümkün değil. güneşin yansıması nedeniyle monitörde ne olduğunu zaten seçemiyorsunuz. sonuç olarak anlatımınızın, yönetmenin seçtiği o görüntüyle eşgüdümlü gitmesi güçleşiyor. bu sorunu gidermenin tek yolu vardı, o da spiker pozisyonlarının üzerine bir güneşlik konulması, ama maalesef tüm ekranlann üzerine güneşten korunmak için siperlik koyan yetkililer, güneşin altında sulanma noktasına gelen bizlerin beyinlerini düşünmemişlerdi.
final maçını anlatmak için rose bowl'a gidiyoruz. stad şehrin dışında, özellikle zengin ailelerin bahçeli villalarda oturdukları bir banliyöde. stada yaklaştıkça maça gelenlerin araba larını park etme sorunu da ortaya çıkryor ve gözlerim faltası gibi açılıyor: yüzbinlerce dolarlık, malikâne denebilecek evlerin sahipleri bahçelerini araç başıa 50 dolar karşılığında oto park olarak hizmete açıyorlar! amerikan kapitalizmi bu olsa gerek. stadın çevresi panayır yeri gibi. sadece amerikalılar değil, amerikanvari yaşama alışmış brezilyalı ve italyanlar da sanki pikniğe gelmişler. stad çevresindeki geniş yeşil alanda geçirilen uzun bir zamandan sonra stada giriliyor ve pek tadı tuzu olmayan mücadelenin seyrine geçiliyor. kim ne derse desin golün olmadığı maçtan keyif almak pek mümkün değil. berabere biten normal ve uzatma dakikalarının ardından penaltı vuruşlarına geçiliyor ve futbolda dünyanın en büyüğünü penaltı vuruşlarındaki bir beceri, bir beceriksizlik, belki de bir şans, bir şanssızlık belirliyor. baggio kaçırıyor, dunga atıyor ve 24 yıllık aradan sonra brezilya muradına eriyor...
ne ilginçtir ki attığı gollerle finale taşıdığı italya'yı, kaçırdığı penaltıyla dünya kupasından mahrum bırakan baggio'ya ülkesine döndüğü zaman gerek spor kamuoyu gerekse medya moral vererek tam anlamıyla desteklemiş ve bu usta ayağın ayakta kalmasını sağlamıştı. bir ülke futbolcusunu böyle bağrına basarken, kolombiyalı escobar ise, amerika maçında kendi kalesine attığı gol nedeniyle 2 temmuz'da medellin kentinde katledildi. aradaki fark, herhalde medeniyet farkı...