ilk basımı 2001 yılında olan ümit kıvanç'ın "kesin ofsayt: televizyon futbolu ve futbol medyası" kitabından;
30 eylül 2000 günü galatasaray ankara'da gençlerbirliği'nin karşısına çıkar. ankara'da gençlerbirliği ile oynamak, denizlispor, erzurumspor veya antalyaspor için hiç de özel bir tehlike arz etmeyebilir. ama gençlerbirliği takımının üç "büyükler"e karşı bambaşka bir ruha büründüğü, hepsine kök söktürdüğü, birini liderlikten ederken ötekini kupa'dan eleyebildiği vs. bilindiğinden, bu, san-kırmızılıların açısından elbette rizikolu bir maçtır.
fakat, futbol basını dahil sarı-kırmızılı camiada korkulduğu gibi olmaz, hagi'yi durdurmayı, jardel'i tutmayı beceremeyen, üstelik girdiği gol pozisyonlarında da ilâve beceriksizliklerle kendi kuyusunu kazan kırmızı-siyahlılar önünde galatasaray 4-1'lik bir galibiyet elde eder. galatasaray ikinci golü attıktan sonra gençlerbirliği bir süre direnir, saldırır, taffarel'i geçip kaleye giren topu gençerbirliğili ismail doğan çıkarır, çeşitli futbol yazarlarının "kader anı" diye nitelediği bu andan sonra ibre iyice galatasaray lehine döner.
turgay şeren, bu pozisyonla birlikte iki pozisyona daha işaret ederek, "oyunun üç kader anı var," diye yazar. "ilk yarıda g. saray kalesine top girerken g. birliğinden ismail doğan çıkardı. yine ikinci yarıda taffarel'in yanından gol oluyordu, bunu da kona g. saray defansı gibi yardım etti. bir tane de taffarel'in ümit'in vurduğu nefis kafayı kurtarışı var." üç "kader anı" da gençlerbirliği'nin pozisyonlarıdır, şeren'e göre. ancak turgay seren ayrıca, hagi'nin "fevkalâde" oynadığını, sarı-kırmızılıların "neticeyi hak ettiğini" de belirtir, "g. saray korktuğu ankara'dan güle oynaya donuyor," diye bağlar sözünü.
maç hakkında galatasaray'ın hocası lucescu, "hem iyi hem şanslıydık," der. "bu sezon ilk kez bu kadar mükemmel ve akıllı oynadık." şunu da ekler: "4-1 abartılı bir sonuç olabilir. çünkü gençlerbirliği'nin de organize geliştirilmiş üç net pozisyonu vardı."
tecrübeli spor yazan doğan koloğlu, "gençlerbirliği'ni hiçbir yıl bu kadar acemiler mangası gibi top oynarken görmedik," der. başkent takımının "ankara'da bir deplasman devi" olduğuna işaret eder ve sonucu, "galatasaray zor bir deplasmanı çok kolay aştı," diye değerlendirir. koloğlu'na göre, gençlerbirliği'nin, herhangi bir oyuncusunun "zeka eseri bir yaratıcılık örneklemeyişi", "defansta ne adam markajı ne de saha markajı" yapması, defansın senkronize olamayıp ofsaytı bozması, sonuçta çok önemli rol oynamıştır.
buraya kadar, maçın nasıl cereyan ettiğini aşağı yukarı anlayabiliyoruz. zaten okuduğumuz satırların yazarları da asıl olarak bize maçın nasıl geçtiğini anlatmaya çalışmışlar.
şimdi okuyacaklarımız ise, maç vesilesiyle duygularını ifade ediyorlar. tabiî bu duyguların hepsi "yorum" statüsünde.
talay erker, lucescu'nun "sonuç abartılı", iyiydik ama şans da bizden yanaydı" diye değerlendirdiği maçta, galatasaray'ın rakibiyle " kedinin fare ile oynaması gibi oynadığı" görüşündedir. öbür yandan da, "galatasaray çok muhteşem mi oynadı?" diye sorar, "yooo," cevabım verir. şöyle devam eder: "ama evvela şu çöken spor mabedimize bir bakın, bir de galatasaray'a.. rakipleri durduramıyor, iç-dış düşmanları uğraşıyor, yıkamıyor. efsane devam ediyor."
devlet sözlüğünden ödünç alınma bu meçhul "iç ve dış düşmanlar" motifi futbol basınında, televizyonda, hele kulüp yöneticilerinin de katıldığı programlarda sık sık karşımıza çıkar.
tipik taraftar-yazar ağzıyla konuşan lütfü özel, durum 2-1 olduktan sonra gençlerbirliği'nin galatasaray kalesinde tehlikeli olduğunu bizden gizlemez. ama bunu şöyle anlatmayı tercih eder: "gençlerbirliği yenik duruma düştükten sonra ancak havasını buldu ama havasını aldı."
temel özalak'a göre, gcnçlerbirligi'nin galatasaray'ı yenmesi zaten yapısal olarak mümkün değildir. sık sık ortaya sürdüğüm "doğal hiyerarşi" ideolojisini sindirmiş bir futbol yazarının iki takım arasındaki "sıklet farkı"ndan sözedebilmesi de doğaldır. özalak, "diyelim ki boks müsabakalanndayız," diye başlar, biri 60 öbürü 71 kilo olan iki boksörü örnek verir, sarı-kırmızılıların sadece 71 kilo olmakla kalmayıp, "indirici yumruklara sahip adamları'nın varolduğunu söyler.
bu mantığa göre, galatasaray'ın ligdeki bütün takımları zaten yenmesi doğaldır. çünkü "sıklet farkı" bir maçtan ötekine değişecbilecek bir etken değildir. hatta bu durumda lig maçlarının oynanması bile fuzulidir. ancak eşit sıklette bir iki takım varsa -ki biz kesin olarak üç, en fazla dört adet lunduğunu biliyoruz- bunlar aralarında oynasalar yetecektir.
"bu takım yendi, çünkü daha kuvvetliydi" görüşünü az buçuk ciddiyetle öne süren kimse, bugüne kadar oynanmış maçların en az yarısının niye öyle değil böyle sonuçlandığını açıklayamayacağını baştan kabul etmiş demektir. taraftar-yazara en güzel karşılığı, yazar marguerita duras'ın "nedir sahi bu oyun?" sorusunu cevaplarken, fransızların efsanevi orta saha virtüözü michel platini verir: "hiçbir zaman, en güçlü ille de en zayıfı yener diye bir şey yoktur... kazananın en güçlü olması gerekmez.."
yine de, taraftar-yazar, sırf takımını "en büyük" görmekten kaynaklanan hezeyanını "maç yorumu" ambalajında bize sunarken futbolun en temel gerçeğini havaya uçurduğunun farkına varamaz.
daha da tuhaf bir örnek, "öteki"nin, "küçük takım"ın taraftarı olan futbol yazarının bile infilâkı güçlendirmek için elinde dinamitlerle oraya koşmasıdır. serdar uluer, yazısının ilerki satırlarında "üç büyüklerin korkulu rüyası" diye niteleyeceği gençlerbirliği'nin galatasaray'a yenilmesini adetâ eşyanın tabiatına bağlar: "avrupa'nın 'usta'sına türkiye'nin 'gençler'i ne yapabilirdi ki?" futbolun en temel gerçeğinin ikinci defa infilâk edişi bir yana, bu durumda sözü edilen takım nasıl "korkulu rüya" olabiliyor, bunu bile anlayamayız.
"ne yapabilir ki?" dediğinde bu iki takımın, üstelik bir lig organizasyonu içerisinde karşı karsıya gelmesinin anlamı kalır mı? bir taraf, hem de "avrupa"da "usta"dır. kendini "doğal hiyerarşi" ortamının 'büyükler dışında herkesi silip süpürmeye yönelmiş kadercilik kasırgasına kaptıran uluer bu soruyla uğraşamaz. büyük olanın büyüklüğü kalemini alır götürür (- o buna karşı ne yapabilir ki?): "ümit karan'a taffarel'in ikram ettiği gol, aslanları sadece ateşlemeye yaradı.. g. saray'ın tempolu oyunu karşısında samet aybaba'nın bile dili tutuldu. g. birliği teknik direktörü, önünde çizgi halinde oynayan 9 oyuncusuna alan derinliği yaratmaları için uyarıda bulunmayı bile düşünemedi. süper hagi'nin, golcü jardel'e attırdığı birbirinden güzel goller 19 mayıs stadı'nı dolduran başkentlileri adetâ mesetti. gençler'li futbolcular bile bu şahane resitali izlemeye kendilerini o kadar kaptırdılar ki, rakip kaleye giren golleri hile şaşkınlıktan kendileri çıkardılar."
herkesin elbirliğiyle beslediği bu duygu seli ekrandan da üzerimize boşalmazsa olur mu? 1 ekim gecesi star'ın "telegol" ünde muzaffer bir edayla oturan galatasaraylı "youmcu"-yazar osman tanburacı, sarı-kırmızılıların "doğal" üstünlüğünü herkesin kabul etmesi gerektiğini ilân eder: "şapka çıkarsınlar demiyorum. artık o kadarını beklemiyorum bari alkışlasınlar. yoluna mayın döşemesinler. takdir etsinler. hagi'yı seyretsinler, jardel'in gollerini alkışlasınlar."
maçı 4-1 kazanan "büyük" takımın teknik direktörünün, sahada iki takımın karşılaşmasını görmeye çalışan futbol yazarlarının ve taraftar-yazarların aynı maçta girdikleri pozisyonlar bunlar.
bunlara bir de kulüp yöneticisi tutumu ekleyelim. hep bahsettiğim "doğal" hiyerarşiye pek yakışır bir elitizmi her fırsatta gözümüze sokmaktan çekinmeyen galatasaray kulübünün bir yöneticisi, asbaşkan mehmet cansun bile, kulüp gazetecileri, takım yazarları gibi davranamıyor ve üstünlük iddiasını ancak "ligteki her takımdan yarım gömlek üstünüz" sözleriyle dile getiriyor. "bir gömlek" dahi demeyişi, "yarım gömlek" de olsa üstünlük iddiasında bulunurken, yine de rakiplerini yenmek için çalışacaklarım belirtme gereği duyması, galatasaray yöneticisinin alçakgönüllülüğünden değil şüphesiz. takım yazarıyla aralarındaki fark, yöneticinin sırtında sorumluluk da oluşu. onun sadece hezeyanlarını gazete ve televizyondan memlekete ilân etme şansı bulmuş bir taraftar değil, icabında hesap sorulacak bir "görevli" oluşu.
bunu da hesaba katınca, taraftar-yazarm konumunu şöyle tarif edebiliriz: üstünde forması olduğu ve her işe en doğal hakkıymış gibi karıştığı için sahadaki varlığı yadırganmıyor. gönlünden geçeni salıyor ortayere. nasıl olsa başkaları temizleyecek.