ilk basımı 2001 yılında olan ümit kıvanç'ın "kesin ofsayt: televizyon futbolu ve futbol medyası" kitabından;
"taraftarlık" diye adlandırılan ilişki tarzının türkiye'deki içeriği ve şekillenmesi zaten epeyce sorunlu. liverpoollu'la-rın "you'll never walk alone"unu "beraber yürüdük..."e veya "akar kanımız..."a çevirerek devraldık. ama beraber yürüdüğümüz sevgilinin ilk tökezleyişinde, taş-sopa, ustünc çullanabiliyoruz. kesseler kanımız bordo-mavi akacak, ama ogün gibi, türkiye'nin işine en sadık, en efendi futbolcularından birinin, üstelik bir cenaze töreninde, sahiden kanını akıtmaya kalkışabiliyoruz. bu olayı ogün'ün ağzından dinlemek istemez misiniz:
"fenerbahçe'ye geçmemin nedenini sorduklarında aklıma hep bir olay gelir, daha doğrusu getirilir. bilindiği üzere trabzonspor'da oynadığım dönemin sonlarında talihsiz bir olay yaşamdık. kocaeli'nden türkiye kupası finalinden dönüyorduk. kaybetmiş olmanın verdiği üzüntü vardı. o dönemde zaten işler de pek iyi gitmiyordu. ama kocaeli dönüşü taraftarlarımızı taşıyan otobüsün kaza yaptığını ve aralarında hayatlarını kaybedenler olduğunu öğrendik. bu üzüntümüzü çok daha fazla arttırdı. bu arada hayatını kaybedenlere allah'tan bir kez daha rahmet diliyorum. o zamanki teknik direktörümüz yılmaz vural'la birlikte ben de cenaze törenine gitmiştim ve burada nedenini anlayamadığım bir saldırıya uğradık. sanki o kardeşlerimizin hayatlarını kaybetmesinin sorumlusu biz ilân edilmiştik. o tip konuşmalar ortamı gerginleştirdi ve talihsiz gün yaşandı. halbuki biz de üzüleceğimiz kadar üzülmüştük ve elimizden gelen tek şey ailelerinin üzüntüsünü paylaşmaktı. onun için cenazeye gitmiştik."
anlatılanın nasıl bir çaresizlik durumu olduğunu düşünüyor musunuz siz de benim gibi? hele ogün'ün anlatımının sonuna eklediği şu ayrıntıyı da öğrendikten sonra: "garibime giden bir nokta da bize saldıranların yakalanacaklarını anladıkları anda o zamanki trabzonspor yöneticilerinden yardım istemeleriydi."
ogün temizkanoğlu, "yoksa!?"larımızı hemen bertaraf ediyor gerçi; "elbette bekledikleri yardımı bulamadılar," diyerek. ama o yardımın istenebilmiş olması elbette başlıbaşına "ince" bir konu. biz, taraftarla takımı arasında, kulüp yönetiminin de zaman zaman karıştığı/karıştırıldığı bir ilişki olarak linççilik üzerinde duracağız.
taraftarlığın karmaşık haleti ruhiyesi ve bu ilişki tarzının nelerin yerine geçtiği, neleri telâfi etsin diye ruhların derin liklerine uzanacak kadar zorlandığı gözönüne alınırsa, takımın başarısızlığından duyulan üzüntünün bazen öfke parlamalarına yolaçmasını olağan karşılamak gerekir. ama bunun bir sınırı yok mudur? fenerbahçe'nin, yenilecekken berabere kaldığı, berabere kalacakken kazandığı pek çok maçın kahramanı, dünyanın en çok gollük pozisyon kurtarmış kalecilerinden biri olan rüştü'ye bile acımadı linççilik. güruh halinde saldırdılar üstüne. insan, arkadaşlıktan vazgeçmeyi asla düşünmediği birine de kızabilir. ona öfkesini dışavuruşuyla, bir hasma öfkesini dışavuruşu arasında herhalde bariz bir fark olmalı. dostumuza kırılırız, güceniriz, gönlümüzü almasını bekleriz. düşmanımızı yok etmeye dahi kalkışabiliriz.
fenerbahçe stadının basın tribününde -dikkat buyurunuz, açık tribünden sözetmiyorum! doğan koloğlu'nun kulakları çınlasın- bir fener-gençler maçı izlerken, yanımda oturan sıkı fenerli basın mensubunun sahada yeralan sarı-lâcivertli onbir hakkındaki yargılarını öğrenme fırsatı bulmuştum: (maç henüz 0-0'dı ve fener iyi oynamıyordu). rüştü savruk, uche ağır, oğuz yaşlı, kemalettin deli, halil ibrahim aptal, vs... taraftar, takımdaki futbolcuların çoğuna bu tür sıfatları lâyık görüyordu. maç böyle bitse ya da gençler kazansa herhalde onbiri de bu salvodan nasibini alacaktı; muhtemelen daha ağır sıfatlar edinerek. eğer taraftar haklı, sözkonusu futbolcular savruk, yaslı, aptal vs. ise, o takımın maçı kazanmasını nasıl bekliyordu öfkeli fenerli gazeteci? neyse, fenerbahçe bütün stadın beklediği golü nihayet attı. sözkonusu taraftar-gazeteci ve onun bütün bu görüşlerini anlatıp onay gördüğü grup da herkes gibi ayağa fırladı. sevinç çığlıkları arasında aynı adamın, "işte fener, böyle geçirir!" diye bağırdığını duyabildim.
linçci taraftarlık şizofrenik bir haleti ruhiyedir.
futbol basını bu haleti ruhiyeyi besler, yeniden-üretimine katkıda bulunur, bir yaklaşım tarzı, giderek bir zihniyet, bu davranış kalıbı olarak yerleşmesi yönünde faaliyet gösterir.
aynı kitapta yer alan diğer "linçcilik" yazıları için;
ilk basımı 1997 yılında olan bülent gürkan ve m. sait orhan'ın "trabzonspor efsanesi" kitabından;
herkesin aklında kupadan başka bir şey yoktu. bakalım ligdeki bu aktif dinlenmenin kupaya bir getirisi olacak mıydı? günlerdir meraklıa beklenen, "kupa kimin...trabzonspor'un mu yoksa kocaelispor'un mu olacak?" sorusunun yanıtı, 16 nisan 1997 günü izmitte verildi... şampiyonluk körfez'in oldu!..
90 dakika boyunca büyük bir çekişme içinde geçen maçta, gole mecbur olan trabzonspor atak oynamıştı. bordo-mavililerin sürekli golü düşündüğü mücadelede, yeşil timsahlar da iyice kapanıp golü ancak kontrataklarla kollamıştı. trabzonspor maç boyunca aradığı tek golü bir türlü bulamadı. evsahibi takım kalecisi stingaciu'nun devleştiği maçta, tolunay da trabzonspor adına en olumlu görülen futbolcu olmujtu.
uzun süre golsüzlük bozulmaz ve hakemin kronometresi zamanı trabzonspor adına başdöndürücü bir hızla tüketirken, riskin dozunu iyice artıran bordo-mavililer, bitime 4 dakika kala kalesinde golü gören taraf oldu. böylece kocaelispor, tarihinde ilk kez kupa şampiyonluğuyla tanışırken, trabzonspor'un payına da "merhaba hüzün" demek düşmüştü...
trabzonspor ailesi'nde derin bir üzüntü hakimken, yönetim kurulu üyesi cemil kaya, finalde sergilenen futbolun bordo-mavili kulübe yakışmadığını vurgulayarak, "trabzonspor, hakem hatalarının arkasına sığınacak küçük bir kulüp değildir. askerin savaşmadığı yerde komutan ne yapsın? yılmaz hocayı inanarak göreve getirdik. bu şerefli formanın değerini bilmeyenlerden formayı alarak, hakkı olanlara verilmelidir" demişti