mesut odman'ın "futbolu neden sevmeli? / futbolu neden sevmemeli?" kitabında yer alan "futbolu neden sevmeli?" başlıklı yazısından;
sadece bir oyun olmaktan çoktan çıkarılmış futbolun gözü dönmüş, ülkelerin düpedüz savaşa tutuşmasına yol açabilen bir delilik olduğunu söyleyenlere, ankara'nın kendi halinde bir gençlerbirliği takımının taraftarlarının avrupa kupası için kendileriyle kapışmaya gelmiş yabancı bir takımın taraftarlarıyla bir gün önce gazozuna dostluk maçı yaptıktan sonra asıl karşılaşmayı hep birlikte seyrettiklerinden söz etmek, çok mu naif bir hatırlatma sayılacak?
1987-1999 yılları arasında 282 kez galatasaray forması giyen ve 31 gol atan tugay kerimoğlu, 1999-2001 yılları arasında42 kez (4 gol) glasgow rangers, 2001-2009 yılları arasında ise 233 kez (11 gol) blackburn rovers forması giydi. bu süre zarfında 4 kez avrupa kupalarında türkiye'den bir takıma karşı oynadı. bu maçlarda yer aldığı takımlar 2 kez berabere kaldı 2 kez ise mağlup oldu. bu maçlar şunlar;
anadolu ateşi, avrupa'yı tutuşturdu, cengiz alpman 30.09.2003 | radikal futbol
bu mevsim uefa kupası'na istanbul limanı'ndan vapur kalkmadı. temsilcilerimiz, güneydoğu anadolu ağırlıklı olmak üzere başkent ve karadeniz formaları giydi. mücadelelerin ilk ayağı iki galibiyet, bir beraberlik ve bir mağlubiyetle kapandı
beşiktaş ve galatasaray ‘üç büyükler' efsanesinin ilk ayağı olarak devler ligi’ndeki rotalarına yeniden talim ederken, avrupa futbolunun ikinci kupası sayılan uefa’da bu sezon istanbul temsilcisi boy gösteremedi. bizans hegemonyasının alışılmışın dışında etkisini kaybetmesi karşısında anadolu ateşi, avrupa’ya kramponlarım gösterdi. küçük asya dikdörtgeninin batısı, daha yakın sayıldığı avrupa sınırlan içinde boy gösteremezken, gaziantep ve malatya ile güneydoğu uefa’dan aldığı biletlerin ilk ayağım kullandı.
karadeniz fırtınası trabzon’un yanı sıra başkentin ‘golkolik’ gençler’i de avrupa karesini tamamlayan temsilcilerimiz oldu. tabeladan bakıldığında en afili manzara da ersun yanal’ın öğrencilerinin tribününden göründü. ex-galatasaraylıların ağırlıklı olduğu blackburn da kenarda menajer graeme souness kadar; kalede brad friedel ve ön liberoda tugay kerimoğlu beklenen performansı sağlayamadı. iyi ki de sağlayamadı. 3-1'e rağmen alkaraların rövanşta başları ciddi biçimde dertte sayılır. zira, pekbilindiği gibi yanal ekolü savunmayı önemsemeyen kramponlardan oluşuyor. gol yemek gençler için rutin sayılıyor. yediklerinden fazla atabilirlerse amenna.
değil blackburn, gerçek devlerden sayılan real madrid ya da manchester önünde bile 'güzeller içinde hep golü seçtim’ türküsünü söyleye söyleye rakip kaleye sürekli saldırıyorlar. ilk yarıyı eşitlikle bitireceğini umarken iki dakikada yediği iki gol souness’in kimyasını da coğrafyasını da kafasını da gayet fena bozmuş. maçtan sonra eve döndüğünde medyaya “tüm sorumluluk benim” demiş.
souness: ‘sefilleri oynadık’
öte yandan bizim hocaların da sık sık ifade ettikleri 'vakit tanımak’ dileğini souness de dile getirdi: “türkiye’de özellikle savunmada tam anlamıyla sefilleri oynadık” diye skorun kaynağını izah ettikten sonra ‘geride yeni isimler var. bunların birbirine alışmaları için zaman tanımak gerek’ yaftasını açtı iskoç hoca. yine tıpkı bizimkilerde de sık sık görülegeldiği üzere...
devamındaysa fazla duyamadığımız endüstriyel gerçekleri ifade ederken “ne var ki futbol sanayii insana hiçbir zaman yeterince zaman vermez' biçimindeki açıklaması ise insanın aklına ister istemez elvis presley'in 'ya şimdi, ya asla' türküsünü getiriyordu. gerçekten de genelde, bir teknik direktöre dilediğince vakit tanıyın o yine ekstra zamanlar peşindedir. çünkü elindekini hovardaca kullanma şansı hiç yoktur. hem oynayacak, hem de 'zaman tanıyın' diye tutturacaktır. işte bizim osmanlı'nın 'göç yolda düzülür’ deyişinin sıklıkla haklı çıkması bu çelişkili üretim biçiminden kaynaklanır.
galatasaray’la kupayı aldıktan sonra fenerbahçe stadı’nın santra noktasına bayrak dikerek damarlarında dolaşan iskoç viskisinin ateşini ifade eden graeme’in açıklamasının son paragrafı da ilginçti: “daha matrağı, portsmouth deplasmanındaki çok iyi oyundan sonra ankara seyahatinde rezil kepaze olmamızdı. bizim piyasada şaşmaz doğru olarak bilinen tek şey vardır. son maçında oynadığın kadar iyisindir. gerisi fasafiso.” souness’in bu ayaküstü, belki de oturarak, yaptığı basın toplantısı ya da içini döküp açılma seansında ortaya koyduğu bir iki nokta bana gerçekten ilginç geldi. uzaktan bakıldığında sosyo-feylesofik gibi görünen bu basit açıklamalar, gerçekte futbol endüstrisinin, benzerleri gibi, nice acımasız olduğunu adamın kafasına kakıyor resmen.
127 yaşında bir kulüp: blackburn rovers
blacburn rovers, çoğu adalı akranı gibi 1800’lerin ikinci yansından sonra kurulan, şöyle böyle 127 yaşında bir kulüp. adı önce sadece blackburn’müş. bir mektep takımı olan delikanlılar daha kuruldukları ilk sezonda tüm maçlarını deplasmanda oynadıkları için ‘rovers’ lakabına hak kazanmışlar. bir tür 'gezgin’, hat‘başıbozuk’ dahası ‘korsan’ gibisinden yol imgelerini barındırıyor. taraftarları da bu özgürlükçü aromasından ötürü takımlarına ‘rovers’ demeyi yeğliyor.
bu arada spor barışı adına, maçtan önce ingilizlerle türklerin yaptığı halı saha maçı, 11 ekim alarmı öncesinde insanlığın o kadar da ölmediğini gösterdi. bu maçı ingiltere'de kanal 5 yayımlamış dediklerine göre. adalılar, rovers'a karşı gösterdikleri sert tepkide 'takımın ankara'da sarhoş turistler gibi yalpaladığını, premiere lig'den herhangi bir takımın o maçta en az yarım düzine gol atacağını, 30'lu yaşlarını çoktan aşmış olgun savunmanın ağır kaldığını, dino baggio ile karşılaşmayı 10 kişi oynadıklarını' bağırıp duruyorlar. duff ve dunn'un ayrılmasından sonra blackurn bir türlü istenen kıvamı tutturamadı. anka hesaplarında olduğnu iftiharla açıkladıkları 10 milyon pound ise ne işe yarıyacağını bilmeden döviz büfesindeki panganotlar gibi 'el kiri' oalrak duruyor.
bir ankara hatırası, barış karacasu 30.09.2003 | radikal futbol
karşılaşma başlayalı pek fazla olmamıştı. sert oynanıyordu, kemik sesleri geliyordu aslına bakarsanız ama kimse kimseye çıkışmıyordu. ona buna bağıran çığıran da yoktu, kararlara karşı çıkan da! anlaşılan o ki gerçekten keyif alıyorlardı. bir topun peşinde esrik bir halde köşuşuyorlardı. sekizerli başlamıştı maç ama öyle mi devam ediyordu bilemiyorum. giren de çıkan da belli değildi. herkes u şenlikli ortamdan, bu mutluluktan pay almanın peşindeydi anlaşılan. biri atağa kalkan rakibinin şortunu aşağıya çekiyordu önce, sonra da ballandıra ballandıra arkadaşlarına anlatıyordu.
beriki topsuz alanda omuz atıyordu iş olsun diye. bir alkara’nın kendisini marke eden "rover’a çok uzumsun, top alamıyorum” diye şikayette bulunması, bunun üzerine gülüşerek kucâklâşmaları geliyordu insanın gözlerinin önüne dönüp düşününce bir kere daha. hakem de satın alınmıştı, oyuncuların birkaçı da ama oyun almış başını gidiyordu, sanırım işin keyfi, neşesi öne çıkmıştı, doğrusu bu ya oyun denetimden çıkmıştı.
kenarda ise yedekler oyuna girmek için bekleşiyor, oyundan çıkanlar, ya da hiç oynamamış olanlar forma değiştiriyor, kucaklaşıyor; kimileyin dilleri döndüğünce el kol sallayarak söyleşiyordu. sanırım oradaki onca basın mensubu, kamera, kulüp yetkilisi, güvenlik görevlisi, elçilik temsilcisi, siyasi ya da her kim varsa kimsenin gözünde değildi. oyunun büyüsü sarmıştı herkesi. bir gün öncesinde hiçbir tedirginlik yaşamadan, yalnızca 5 (beş) saniyede kaynaşan bu insanlar şimdi de içtenlikle aynı topun peşinden koşuyorlardı. nasıl ki birkaç hafta önce birbirlerini sitelerinde hoş karşıladılarsa şimdi de beraberce futol oynamak dışında başka bir şeyi önemsemiyorlardı. 24 eylül günü ankara’da beklenmedik bir şey oluyordu; oluyordu olmasına ama biraz da onları da aşıyordu. kanıtlamaları gereken bir şey olmadığı halde ortada 'centilmenlik' bir nişan gibi iliştiriliyordu göğüslerine. her şey uefa kupası kuralarının çekildiği gün başladı aslında. ‘kendini bilmez’ gençlerbirliği ve blackburn rovers taraftarlârı birbirlerinin sitelerine konuk oldular aynı gün. (bilmeyenlere anımsatalım: www;alkaralar.com ile www.brfcs.biz) o gün başlayan ev gezmeleri bugün, siz bu satırları okurken de devam ediyor. belki çok daha uzun zaman devam edecek. üstelik bu kadar kısa bir zamanda başka bir hal aldı bu ilişki. bu ev gezmeleri “resmi" ev gezmelerinden, önceden oğlanı yollayıp da “akşama müsaitseniz annemler gelecek" türünden gezmelerden değil: bildiğiniz 'çat kapı' uğrâmalardan, iki site bu taraftarlar için içeri girip ‘karnım aç, yiyeçek ne var’ diyebilecekleri kadar kendilerinden oldu gibi. üstelik bir külubün ne bir yetkilinin dayatması, girişimi olmuştu; hâtta az biraz mecbur da kalmışlardı sonradan müdahil olmaya. işte sıradan, belki tuttukları takımların her maçına bile gidemeyen, olsa olsa topun sevdasına düşmüş taraftarların başının altından çıktı bu ‘doştluk maçı’: oyunun sevdasına kenetlendi iki takımın taraftarları. işin doğrusu şimdi dönüp yeniden okuyorum iki takımın taraftarları arasındaki yazışmaları anımsıyorum yapılan konuşmaları ve gözümün önünde canlandırıyorum da sahada topun peşinden koşan adamları, bu satırların yazarı da dahil birçoğumuzun önemli bir yanlışa düştüğünü görüyorum. evet, belki yaşamlarımızın güzel günlerinden birini yaşadık, çok güzel şeyler paylaştık; ama bu insanların futbolla kurdukları ilişkiye de az biraz haksızlık ettik
asla, asla deme
“futbol asla sâdece futbol değildir.” tamam belki futbolu; futbol topunu ve etrafında dönenleri okumanın başka yolları vardır. kuşkusuz göründüğünden başka anlamlara da geliyordur bütün bunlar ve bu oyunu anlamak için de, kurduğumuz ilişkiyi sorgulamak için de yeni ufuklar açmaktadır böylesi bir yaklaşım. iyi de ‘asla' demek biraz fazla ileri gitmek olmuyor mu beri yandan! işte bu masumane taraftar maçı da bu sözden payına düşeni istese de istemese de aldı. evet; ‘futbol asla sadece futbol değildir’ demek kolay, kolay ama insan durup düşününce sormadan da edemiyor: ya bazen futbol sadece futbolsa!
blackburn rovers’lılar ile gençlerbirlikliler maç yaparken hepimiz başka başka işlerin peşine düşmüştük. bu maçı başka başka şeylerle ilişkilendirmeyi, bir biçimde çıkarlarımıza uygun kullanmayı yeğlemiştik, oysa, bu taraftarlar önemli bir bölümü belli ki yalnızca futbol oynamaktaydılar. yalnızca futbol! tıpkı yedi yaşında bir çocuğun sokak arasında topun peşinden koşması gibi. böylesi güzel bir işin parçası olduğum için gurur duymuyorum desem yalan olur, biliyorum ki bu maç için emek harcayan onlarca kişi de benim kadar gurur duyuyor. biliyorum ki ölene kadar anımsayacaklar ve anlatacaklar o gün olanları. ama ben fazladan bir şey daha yapacağım, futbolla kurduğum ilişkiyi gözden geçireceğim, belki her zaman değil ama ara sıra da olsa yalnızca futbol oynayacağım. ya da bir ‘rover'ın dediği gibi:.“yaşamımda ilk olarak rovers, yenildiğinde üzülmedim. ben de üzülmeyeceğim...