bu maça kadar kupanın en çok konuşulan takımlarından olan nijerya, amunike'nin golüyle 1-0 öne geçmiş ancak takımını daha sonra finale kadar taşıyacak olan r.baggio'nun biri normal sürenin son dakikalarında biri de uzatmalarda olmak üzere 2 golüyle evine dönmüştür.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında alp ulagay'ın "dünya kupası ve afrika futbolu" başlıklı yazısından;
ancak bu grup birinciliği ikinci turda pek şanslı bir eşleşme getirmedi. çünkü karşısına çıkan e grubunun üçüncüsü italya'ydı. gök mavililer dörtlü averaj sonucu meksika ve irlanda'nın ardında yer aldılar. rakibin tecrübeli oyuncularına karşın nijerya'nın kendine güven tamdı. hatta nijerya futbol federasyonu başkanı samson emeka maç öncesinde "biz afrika şampiyonuyuz, italya ne yapmış ki? sadece mafyaları ve fiat'larıyla tanınıyorlar, futbollarıyla değil" şeklinde bir demeç vermekten çekinmemişti. nijerya ammunike'nin ilk yarıda bulduğu golle 1-0 öne geçti. son dakikalara kadar da bu skoru korudu. üstelik italya pek gol atabilecek gibi gözükmüyor ve bir süredir sahada 10 kişi mücadele veriyordu. bitime bir dakika kala turnuvanın başından beri ortalarda gözükmeyen roberto baggio'nun plasesi savunma oyuncularının ayakları arasından geçip kaleci peter rufai'nin sağından filelere gitti. bu moral bozukluğu içinde nijerya uzatma bölümünde etkili bir futbol ortaya koyamazken yine baggio'nun penaltı golüyle de çeyrek finale mendil salladı.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
dünya kupası'ndaki görevim, amerikan televizyonu için oyuncuları teşhis etmekti. boston'daki maçlar sırasında naklen yayın odasında oturuyor ve oyunculardan biri gol attığı ya da dikkat çeken bir hareket yaptığı zaman, kim olduğunu söylüyordum. teknik elemanlar da ekrana onun adını yazıyorlardı.
görev aldığım ilk maç olan arjantin-yunanistan maçının henüz beşinci dakikasında bir arjantinli orta sahada yere düştü. kulaklığımdan yapım yardımcısının, "kim bu?" diye soran sesini duydum. hiçbir fikrim yoktu. "15 numara, balbo", dedim. milyonlarca amerikalıya sahadaki olayları açıklamaya yarayan ekranda 'balbo' adı yazdığı anda, yerde yatan oyuncu ayağa kalktı. bu chamot'tu. kulaklıktaki ses, "bana bunu yapamazsın", diye kükredi ve yabancı gazeteciler ertesi gün, hiçbir şey den anlamayan amerikalılar hakkında atıp tuttular. turnuva süresince çoğu maçı, bir an önce bitmesi için dua ederek seyrettim.
ilk maçta yaptığım hatadan sonra, oyuncuları daha yakından tanımak için nijerya kampını ziyaret ettim. emmanuel amunike ufak telekti. peter rufai'yi tanımak çok kolaydı, çünkü maçlarda daima kaleci forması giyiyordu. danıel amokachi'nin de ilginç bir saç tıraşı vardı. bir italyan kadın gazeteci, amokachi'nin tam önünde durdu ve gözlerinin içme bakarak, "danıel amokachi siz misiniz?" diye sordu. "hayır", dedi amokachi ve biraz ilerideki takım arkadaşı sunday oliseh'i göstererek, "daniel amokachi o", dedi. kadın, oliseh'in formasını çekiştirmek üzere koşunca, amokachi odasına geri döndü.
ona sempati duydum. italya'da yayınlanan her gazete o sıralarda oynanacak olan italya-nijerya maçına her gün 10 sayfa ayırmak zorundaydı. 'paparazzi'lerin çoğu, arrigo sacchi'nin new jersey'de kamp yapan takımının yanındaydı ve futbolculara "kim daha iyi: signori mi, yekini mi?" gibi sorular soruyorlardı. aldıkları yanıt, "signori büyük bir oyuncu ama yekini de büyük bir oyuncu" oluyordu. birkaç düzine italyan gazeteci de, nijerya takımının kamp yaptığı, boston yakınlarındaki holiday ınn'e gelmişti. her gazeteci, her gün özel bir söyleşi yapmak zorundaydı. amokachi'yle konuşmak isteyen kadın, nijeryalı oyuncuların aynı odada kalıp kalmadıklarını öğrenmek istiyordu. kalıyorlardı. peki (kaşlarını kaldırarak devam etti) bu hoşlarına gidiyor muydu?
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
tv sayesinde dünya kupası, ulusları sıralamanın en iyi yolu halini aldı. artık birçok insan, 200 kadar ulus için hayatın sürekli bir mevki kavgası şeklinde geçtiğini gayet iyi biliyor. insanlar körfez savaşı'nı, maastricht görüşmelerini (john majör bunun ingiltere için 'oyun, set ve maç' anlamına geldiğini söylemişti) veya uluslararası ticareti (japonya amerika'yı tekrar tekrar yeniyor) hep bu gözle görüyor. ama dünya kupası en ideal sahneydi. ülkelerin kişi başına düşen ulusal gelirini, görsel açıdan bu kadar çekici bir şekilde karşılaştırmak çok zor. dünya kupası'nda abd hiç kimseye üstünlük sağlayamıyor ve bu turnuvada küçük ülkelerin de şansı oluyor. kolombiyalı bir eyalet valisi, "dünya kupasında sadece iki maç kaybettik, ulusal onurumuzu değil", demişti ama bunu söylerken andres escobar'm tabutu (yani gerçek), hemen yanında duruyordu. dünya kupasında ulusal onurunuzu da kaybedebiliyorsunuz. bir ülkenin futbol takımı, ulusun ta kendisidir. meksika kalecisi jorge campos bunu kanıtlamak istercesine, "meksika hep hücum eder, çünkü meksikalı budur", demişti.
tv alıcıları sayesinde demokrasi tüm dünyaya yayılıyor. giderek daha fazla sayıda politikacı, seçmenlerin göstereceği tepkiyi düşünerek, butun ilgilerini futbol üzerinde yoğunlaştırıyor. başkan clinton televizyonun en çok izlendiği saatlerde ekrana çıkmış ve canlı yayında amerika takımıyla telefon görüşmesi yapmıştı. nijerya'nın askeri yöneticisi general abacha, dünya kupası boyunca hemen her gün kendi takımına hitap etmişti. nijerya stoperi chidi nwanu'ya, generalin, elde ettikleri şerefi çalmak isteyen bir politikacı olduğunu söyledim. nwanu bana katılmadı. dünya kupası'nın nijerya için çok önemli olduğunu ve bunu kabul etmenin de, bir devlet başkanının görevi olduğunu söyledi.