ümit aktandan maçla ilgili bir inci; bir fransız bir alman'dan, bir türk ve bir ingiliz takımlarının maçında özür diliyor.(manchester united-galatasaray maçında cantona stumpf'a yaptığı faulden sonra özür dilerken)
imran ayata'nın takımdan ayrı düz koşu kitabında yer alan "plotonik bir aşk - almanya'da galatasaraylı olmak" başlıklı yazısından;
galatasaray manchester united'i eleyip ilk türk takımı olarak şampiyonlar ligi'ne katıldığında, piç ali kahvede ayağa kalkıp göbek atmaya başlarken sevinçle haykırmıştı: "lan, yarın kahvaltı molası verilsin var ya... hele bakalım, hanslar ne buyuracaklar galatasaray'a." gerçekten de "buyuracakları" bir şey vardı: zamanın alman teknik direktörü rainer hollman.
bu maçta çıkan olaylar nedeniyle manchester united galatasaray'ın ceza alması için uefa'ya başvurmuş ve hemen ertesinde sabah gazetesi haberi büyük puntolarla attığı "o.. çocukları" başlığı ile okuyucularına duyurmuştur...
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
bu kitap için 1992'de dünya turu yapmayı planladığımda türkiye'ye gitmek aklıma bile gelmemişti galiba. gençlerin avrupa'da bir ay yaklaşık 250 dolara dolaşmasını sağlayan bir interrail tren bileti almıştım, istanbul güzergâhımın çok dışında kalıyordu. pek de üzülmüyordum bu duruma: türkiye zaten futbolda iyi değildi. türkiye'de nasıl iyi bir öykü çıkarabileceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. bütün bildiğim, her zamanki basmakalıp görüşlerdi: kızgın güneş, kızgın taraftarlar. kimin umurundaydı?
ancak 2000'in eylül ayında ilk kez geldim türkiye'ye, türkiye'nin dünya kupası eleme grubundaki isveç maçını yazmak üzere bir japon dergisi tarafından gönderilmiştim. 2003'ün mart ayında, ingiltere-türkiye maçının hemen öncesinde türk gazetecileri, oyuncuları ve elimden geldiğince çok kişiyle röportaj yapmak üzere yeniden geldim. her iki ziyaretimde de 1992'dekinden daha güzel, daha hoş vakit geçirdim.
ınternet icat edildiğine göre türkiye'de birtakım insanlar bulup gelmeden onlarla randevulaşabilirdim. dilini konuşmadığım bir ülkeye gelip, elimde bir kâğıt parçasına kargacık burgacık yazılmış birkaç eski telefon numarasıyla sekreterlere estonya dilinde (ya da ukrayna, ya da portekiz ya da hangi ülkeyse o ülkenin dilinde) bay talanca'nın hiç tanışmadığı bir 'ingiliz gazeteciyi' kabul edip etmeyeceğini, bay falancamın hâlâ o adreste bulunup bulunmadığını ve aslında yaşayıp yaşamadığını sormakgibi eski bir yönlemden daha üstündü kuşkusuz bu veni yöntem.
türk lirasının aşağı kayması bir başka nimetti benim için. 1992'den beri sefaletten kurtulmuştum (japon dergilerinden allah razı olsun), istanbul ise durmadan ucuzluyordu. otobüslerin kalkış saatlerini arayarak vaktinizin yarısını harcamak zorunda olmayınca bir kitap için araştırma yapmak çok daha kolay. taksilere binebiliyordum, günde dört öğün tıka basa yemek yiyerek moralimi de adamakıllı yükseltiyordum. böyle yolculuk yapmak neredeyse haksızlık gibi geliyordu bana.
on yıl içinde korkaklığını da biraz azalmıştı. bu kez o kadar cesurdum ki türk milli takımı menejeri can çobanoglu'nu cep telefonundan arayıp ondan almanca konuşan oyuncularla görüşme ayarlamasını istedim. (kendimi kitap yazdığını ileri süren dilenci kılıklı bir öğrenci gibi tanıtmak yerine, times gazetesinde çalıştığımı söyleyebilmek yararlı oldu.)
bu yaklaşımım sayesinde ümit davala ve tayfun korkutla röportaj ayarlandı. tayfun bana iki saat ayırdı, almanca yerine ingilizce konuşmak için yalvardı (reddettim), hattâ çayımızı oteldeki hesabına yazdırmak konusunda ısrar etti (umarım türkiye futbol federasyonu kızmaz buna). tayfun'a minnettarım.
yeni bir yeri gezen karacahilin yapması gereken ilk şey kendini önyargılardan kurtarmaktır. istanbul'da ben birkaçından hemencecik sıyrıldım. birincisi, basının -yıllar önce manchesıer united'ı karşılarken açılan pankarta gönderme yaparak- bu kenti sürekli 'cehennem' olarak tanımladığı bir ülkeden gelmiştim. mavi boğaziçi'ne ve milyonlarca neşeli ıstanbullu'ya bakarak bir tepede otururken istanbul'u cehenneme benzetenlerin ikisine de gitmediği açıkça anlaşıldı.
ikincisi, türklerin futbolla yaşayıp futbolla öldüğünü duymuştum. ama bir son dakika golüyle isveç karşısında uğradıkları yenilginin 2002 dünya kupası'ndakı yerlerini tehlikeye sokmasından sonra (tarih ne kadar da değişik olabiliyor) yanı maçın ertesi günü istanbul'da dolaşmaya çıktım ve herkesin her zamanki gibi neşeli olduğunu gördüm.
2003'ün mart sonunda türkiye'ye tekrar geldiğimde savaş falan da yoktu. türkler için bu durum apaçık, ama binlerce kilometre öteden bakan biz avrupalılar için istanbul bağdat'a komşu neredeyse, istanbul'dayken bir gün, real madrid'in pazarlama müdürü jose angel sanchez'e telefon ettim, öyle bir zamanda istanbul'da oluşuma hayret etmişti. dahası, bir pazar öğleden sonrası ırak'ta ağır çarpışmalar sürerken istanbul'da bir gazetenin bürosunu ziyarete gittiğimde herkesin televizyondan gaziantepspor-beşiktaş maçını seyrettiğini gördüm.
türkler savaşta olmadığı gibi, kızgın insanlar da değillerdi, hattâ kızgın güneş de yoktu. doğrusunu isterseniz mart sonunda kar yağıyordu. kulağa sıradan gelebilir ama bu benim istanbul'u yepyeni bir gözle, önyargılardan kurtulmuş olarak görmeme yardımcı oldu. bir arkadaşımın dediği gibi, bir ülkeyi görmeye gittiğinizde işin püf noktası zihninizin stereotiplerle değil bilgilerle dolu olması. bu olanaksız ama deneyebilirsiniz.
tamam, stereotiplerden kurtuldum, istanbul'un bir üçüncü dünya kenti olduğuna karar verdim. üçüncü dünya'nın ana özelliklerden birkaçı istanbul'da da vardı: sokakta bir sürü insan sizinle konuşmaya çabalıyor ('nereden geldin ahbap?'); güzel eski bir kentin üzerine çirkin bir modern kent kurulmuş; küçük bir seçkinler tabakası güzel aydınlık ofislerde çalışıyor ve yabancı dil biliyor ve nüfus da günden güne artıyor. 1950'de (beşiktaş'ın sahasının kentteki tek futbol stadı olduğu dönemde) istanbulluların sayısı belki bir milyonken bugün yaklaşık 9,5 milyona yükselmiş. bu durum istanbul'un avrupa dakı herhangi bir yerden çok bombay ya da mexico city ye benzemesine yol açıyor. kent 'avrupa' kentlerinden sıluetiyle (minareler) ve gece atmosferiyle de (burada daha az sarhoş var) farklı. ama herkes bana çok iyi davrandı. herhangi bir uygarlık çatışması hissetmedim.
bu durum şu önemli soruya/soruna yol açıyor. avrupa birliği'nin yeni anayasasının mimarı giscard d'estaing, türkiye'nin 'bir avrupa ülkesi olmadığını' ve ab ye alınmaması gerektiğini söyledi. ülkenin müslüman nüfusuna, yüksek doğum oranına göndermede bulundu, türkiye'nin 'farklı bir kültür, farklı bir yaklaşım, farklı bir yaşam biçimi' olduğunu belirtti.
türkler'in çoğu avrupa ya katılmak istiyor. bu kuşağın türkler'e ilişkin en büyük siyasal sorunu bu galiba (galatasaray'ın uefa kupası'nı kazanması bir metafordu). futbolsa bu sorunu irdelemek için en uygun ortam, çünkü futbol türkiye'nin avrupalılaştıgı tek alan. spor baskı noktası, türk 'kültürü' (o her ne ise) ile avrupa'nın buluştuğu nokta. ülkenin olası geleceği konusunda işte o noktada fikir edinebilirsiniz.
türkiye'nin avrupa tarzı futbol oynamaya nasıl başladığı türkler'in iyi bildiği bir öykü. beşiktaş'ın boğaz kıyısındaki stadına tepeden bakan bir yerde, hilton otelinin barında o öyküyü baştan sona ilk kez, iktisatçı ve futbol yazarı deniz gökçe'den dinlemiştim ben. her şey 20 haziran 1984'te, paris'te oynanan batı almanya-ispanya maçının doksanıncı dakikasında, büyük ispanyol savunma oyuncusu antonıo maceda'nın, oyunun tek golünü kafa vuruşuyla kaydedip almanlar'ı avrupa şampiyonasının dışında bırakmasıyla başlamış. almanya'nın çalıştırıcısı jupp derwall, kovulmuş. aynı yıl galatasaray'a gelmiş. o dönemde ortalama türk futbolcusu, bencil, bastıbacak bir top sürücsüymüş. 1984'ün kasım ayında türkiye kendi evinde ingiltere'ye 8-0 yenilmiş. "türkiye'yi tutardım. berabere kalınca sevinirdik." tayfun çocukluğunu böyle hatırlıyor. o yıllarda futbol tutkunları ulusal takım yokmuş gibi davranırmış, kulüpleri izlerlermiş onun yerine.
derwall, daha iyi beslendikleri için daha yapılı ve almanlar gibi yetiştirilmiş almanya doğumlu türkleri takıma almaya başlamış. ne yazık ki, türk futbolcuların padişahlar gibi yaşadığı harem hayatına maruz kalınca onlar da işe yaramaz olmuş. ama yine de bir başlangıçmış bu. derwall, oyunculara çimlerde antrenman yaptırmak gibi yeni bir düşünceyi uygulamaya koymuş. o ve öbür alman çalıştırıcılar (ve beşiktaş'ta da ingiliz gordon milne) futbolcuları gerçekten çalıştırmayı başarmış. türk televizyonu yabancı maçları yayınlamaya, izleyicileri pas kavramıyla tanıştırmaya başlamış. euro 96'ya katılan türkiye, ne gol atabildiği ne de puan alabildiği halde oldukça başarılı sayılmış. öykünün geri kalanını herkes biliyor.
türkiye'nin vasat bir futbol takımı varken bugün avrupa'nın en iyi takımlarından birine sahip olması ve aynı zamanda da orta ölçekli bir avrupa ülkesiyken kıtanın nüfus açısından üçüncü ulusu haline gelmesi bir rastlantı değil. türkiye'nin nüfusu 1945'te 19 milyonken 1973'te iki katına çıkmış, günümüzdeyse 68 milyona ulaşmış. avrupa'da yalnızca rusya ve almanya daha kalabalık. türkiye büyürken avrupa ülkelerinin çoğunda nüfus azalıyor. avrupa'dakilere birkaç milyon türk ekleyin, hem de genç olsun, ülke futbol potansiyeli açısından almanya'ya bile rakip çıkar.
kısacası, küreselleşme ve nüfus patlaması türk futbolunu kurtardı. türkler sonunda iyi futbol oynamanın yalnızca bir yolu olduğunu kabullendiler: brezilyalıların hünerini, italyanların savunmasını. almanların çalışma ahlakını, hollandalılar'ın hareket yeteneğini birleştirmek. futbol, ulusal üslupların işe yaramadığı bir endüstri. butun farklı öğelere sahip olmanız gerekiyor. ben bu kitabı yazarken bora milutmovic santa barbara'da bana şunu söylemişti: "en iyi futbol her yerde aynıdır." bugün iyi futbol seyretme şansınızın en yüksek olduğu yerler batı avrupa ve brezilya, iyi futbol öğrenmenin tek yolu da bu bölgelerden birinde kalmak (şaşmaz biçimde batı avrupa'da, çünkü brezilya'nın real'i türk lirası gibi). en azından futbolda türkiye avrupalı oldu.
aslında avrupa'dakı hiçbir ulusal takımda, bir başka avrupa ülkesinde yetişmiş bu kadar çok oyuncu yok. türkiye 30 ekim 1961'de batı almanya'yla, alman ekonomi mucizesine katkıda bulunmaları için binlerce 'misafir türk işçisi' gönderilmesine ilişkin bir antlaşma imzaladı, işçilerin eninde sonunda türkiye'ye geri döneceği düşünülüyordu. ama hiç dönmediler. kadınlar da almanya'ya gitti, aile kurup yerleştiler. bugün almanya'da iki milyon türk yaşıyor.
"almanya'daki birçok türk, vatanına özel bir bağla bağlıdır çünkü özlerler türkiye'yi" dedi bana tayfun, kulağa herhangi bir stuttgart'lı genç konuşuyormuş gibi gelen schwaben aksanlı almancasıyla. türk takımının ingiltere'ye uçmadan önce kaldığı otelin barında konuşuyorduk. içerisi loştu, bir şarkıcı, modası geçmeyen şarkılardan söylüyordu, neredeyse geceyarısına kadar konuştuk, bu sırada ona bir merhaba demek için durmadan yanımıza gelip giden oluyordu. garsonlardan biri fenerbahçe'ye ne zaman döneceğim sorunca, tayfun kibarca yanıt verdi ama sonra bana dönüp şöyle dedi: "işte tam türkler'e özgü bir davranış, meşgulken insanı rahatsız ederler.
"annem temizliğe giderdi, babam da işçiydi. tipik bir işçi ailesi işte. bu insanlar hep geri dönmek istediler ama babam hiç dönmedi, ailem türkiye ye hiç dönmez artık, ama ülkem için oynadığımı görmek onlara gurur veriyor."
almanya'dan gelen türkler takım arkadaşlarından farklı mı? "sorun oluyor" dedi tayfun. "bazan sofrada üçümüz dördümüz almanca konuşuyoruz çünkü esas dilimiz almanca. bazı şeyler var ki 'hah işte onlar almanya'dan' dedirtebilir sana. başlangıçta türkçemız o kadar iyi değildi, hem bazan birbirimizi daha iyi anlıyoruz çünkü aynı şekilde yetişmişiz. birkaç yıl öncesine kadar alman kültürünü türk kültüründen daha iyi biliyordum. ancak fenerbahçe'de beş yıl oynayınca tanıdım kendi ülkemi. ama artık o sorun yok. oyuncuların çoğu türkiye'de de oynuyor, almanya'dan gelenler de öyle. elbette burada çok şey öğrendik."
işin tuhaf yanı, o mükemmel oyunculardan yalnızca yıldıray baştürk almanya'da başarılı oldu. tayfun şunu anlattı: "alman kulüpleri, alman çalıştırıcılar, türkleri topla oynama açısından çok yetenekli ama disiplinsiz buluyordu. bu ırkçılık değildi, türk futbolculara karşı bir önyargıydı yalnızca. belki de önyargı haklı çıkıyordu çünkü birçok genç türk oyuncu, zaman zaman özel yaşamlarındaki sorunlar yüzünden, a takımlarına sıçrama yapamıyordu, almanya'daki ikinci kuşak türkler (benim de içinde bulunduğum kuşak) sorunlar yaşıyordu, çünkü birçok genç almanya'daki kültüre uyum sağlayamamıştı."
batı avrupa'nın her yerinde türkler'in ikinci kuşak sorunu var. ben hollanda'da büyüdüm, türk kökenli yaklaşık 300.000 kişi yaşıyor orada, ama hemen hemen hiçbiri hollanda futbolunda iz bırakmadı. ahmet keloğlu, mustafa yücedağ, fuat ve suat ustanın kısa ve parıltısız futbol yaşamları oldu hollanda'da. yalnız bugünlerde, roda kerkrade'nin genç savunma oyuncusu fatih sonkaya biraz daha çok umut veriyor. oysa, batı hint adalarından gelenler hollanda nüfusunda hemen hemen türklerle aynı orana sahip ve aralarından gullit, rıjkaard, seedorf, kluivert, davids vb. vb. çıktı!
1950lerde çocukken münih'te yaşamış olan deniz gökçe, bana şunları söyledi: "ikinci kuşak için hayat zor. çoğu işsiz, tren istasyonlarının çevresinde geçiliyorlar zamanlarını." görünüşe bakılırsa, göçmenlerin ilk kuşağı kendilerini ayrımcılık, düşük ücretler ve zor yaşamlar beklediğini düşünüyordu, oysa ikinci kuşak kendilerini göç edilen ülkeye ait hissediyor ve kabul görmeyi talep ediyor. yeniyetmelige eriştiklerinde kendilerine de yabancı gözüyle bakıldığını keşfedince öfkeleniyorlar. hannover üniversitesinden bir sosyologun araştırmasına göre yerel amatör maçlarda çıkan kavgaların inanılmayacak kadar büyük bir bölümü, bir türk' takımı alman takımıyla karşılaştığında yaşanıyor. türkler hakemin kendilerine karşı olduğunu, maruz kaldıkları ırkçı tutumun görmezden gelindiğini düşünüyor. ben paris'te hemen hemen diplomatlar ligi. denebilecek bir ligde, irlanda' adlı bir takımda oynuyorum. italya, kamerun, isviçre, fas gibi takımlarla karşılaşma yapıyoruz; en zor, en sevimsiz bulunan takım türkiye. herkes onlarla oynamaktan nefret ediyor.
tayfun konuşurken öyle çok el kol hareketi yaptı ki çaydanlığa çarptı sonunda: "ama ben almanya'da 21 yıl yaşadım. ne ırkçılık ne de başka bir konuda almanya hakkında olumsuz bir şey söyleyemem. almanya'da yaşamak bana çok şey kazandırdı. farklı yetiştirildik, genç takımda değişik antrenmanlar yaptık, belki de buradaki oyunculardan farklı özelliklerimiz var, disiplin ve irade gibi." sağ kanatta güçlü bir şekilde bindirme yapan ümit davala, herhangi hır alman futbolcu olabilirdi pekâlâ, ki zaten öyle.
"almancı" oyuncuların türk takımını zenginleştirdiği tartışılmaz bir gerçek. türkiye'nin dinci oyuncularıyla laik oyuncuları arasındaki sözümona kavgalara karşın, "almancılarla" türkler arasındaki sözümona ayrıma karşın, türkiye'nin şimdiye dek gördüğü en iyi futbolu oynayacak kadar iyi anlaşıyorlar birbirleriyle. iyi bir takım oluşturmak için ruh ikizi falan olmak gerekmiyor. kültür o kadar da önemli değil. size gereken tek şey karşılıklı saygı. bunun varlığının kanıtı da sahada görülüyor.
ne olursa olsun, ulusal takımdaki "türk" türk oyuncular bile yıllar geçtikçe bir açıdan avrupalı oldular. birçoğu galatasaray'da avrupalılarla birlikte ve avrupalılar'a karşı oynadı. bugün ulusal takım oyuncularının büyük bölümü yurtdışında oynuyor.
türk futbolu avrupalı oldu çünkü kilit noktasında duran birkaç kişi avrupalı. hem sahada hem saha dışında ispanyollara ya da almanlar'a özgü tarzlar benimsenmiş. bu demektir ki türk futbolu yüzde yüz türk değil. tayfun a futbolu bırakınca nerede yaşamak istediğini sorduğumda şöyle yanıt verdi: "büyük bir sorun bu. bilmiyorum. anayurdum neresi bilmiyorum. türkiye mi? almanya mı? şimdi de ispanya'da kendimi çok iyi hissediyorum. eşimin nereli olduğuna bağlı çoğu şey. örneğin o yüzden ev almadım daha."
tayfun kısmen türk, kısmen alman, kısmen de dünya vatandaşı. türkiye avrupa'ya özgü bir itiş gücünden yararlanmak istiyorsa onun gibi türkleri kabul etmek zorunda kalacak. bütün batı avrupa ulusları dünya vatandaşlarını kabul ediyor. onlar yaşadıkları ülkeye yarar sağlıyor, çünkü başka yerlerdeki en iyi uygulamaları biliyorlar ve bu bilgiyi yayıyorlar. türkiye, böyle türkler'e gereksinim duyuyor.
türk futbolundan alınma bir metafor çok açık: avrupa'nın etkilerine maruz kalmak her şeyi değiştiriyor. nasıl ispanya, portekiz ya da yunanistan ab'ye katılmaları sayesinde son otuz yılda birer avrupa demokrasisi haline geldiyse, türk futbolu da uefa'da oynaması sayesinde avrupalı oldu. belki türkiye'nin 'farklı bir kültürü, farklı bir yaklaşımı, farklı bir yaşam biçimi' var ama futboldan çıkarılacak ders bunların değişebileceğidir. kültürler sonsuza dek ve değişmeden gitmez. değişime itilirlerse değişebilirler.
türkiye'nin geleceği için futbol bir metaforsa, giscard d'estaing'in vardığı sonuç yanlış demektir. 'türkler' 'avrupalılarla' çalışabilir. bir ülkeye ona çok yakın bir model verin -ister avrupa tipi demokrasi olsun, ister avrupa tipi futbol-, eğer o ülke o modele öykünmek istiyorsa, eğer o model futbol maçlarını kazanmak ya da zenginleşmekle ilintilıyse, öykünebilir. öte yandan, eğer avrupa, modelini türkiye'nin elinden alırsa, türkiye de o modele öykünmeyecektir.
elbette bir avrupa demokrasisi olmak, avrupai bir futbol takımı olmaktan daha zor. ama yollar aynı: modelin ne olduğunu anlamak, ona öykünmeyi arzulamak, modelin bilgisini yaymak üzere iki yönlü gidip gelen insanların varolması. futbol yaşam değildir, ama arada paralellikler vardır.
eric cantona mac bittikten sonra kirmizi kart gorerek cogu futbol takipcisine futbolun saha icinde bile 90 dakika ile sinirli kalmadigini gostermistir.
kuzenim ve biraz deli dolu olan komşusu ile birlikte maçın ardından ankara'daki ingiliz konsolosluğu önüne giderler. bilenler bilir ki ingiliz konsolosluğu biraz yamaç bir yerdedir...
neyse konsolosluğun önüne aynı akılda başkaları da gelmeye başlar. bu arada biri kocaman bir türk bayrağı çıkartır ve "abi tutun ucundan" der ve bayrağı elele verip açmaya başlarlar. bayrak açıldıktan sonra istiklal marşı söylenir vs derken elçilikten şikayet olacak ki polisler müdahale ederler. bunun üzerine bizim kuzen dahil herkes bayır aşağı doğru koşmaya başlar. -hoş neden kaçtıklarıda belli değildir hani bizim kuzen 15indedir ve korkmuştur belli ki!- bunlar önden polis arkadan... kuzenin ayakkabısı felan çıkar koşarken :)
bir ilginç olayda bayır aşağı koşanlardan bazıları türk bayrağının önünden bir kısmı da arkasından tutarak yani hala bayrağı açık tutarak koşmalarıdır. :)
normalde bu tarz işlerle hiç işi olmayan kuzenimin neden oraya gittiği ise kendisi tarafından bile tanımlanamamaktadır hala... :)
her ingiliz konsolosluğunun yanından geçtiğimde aklıma gelir gülerim hala... :)
stumpf, galatasaray'ın manchester united maçlarında da futbolseverler için farklı manada "özel" olan birini marke etmişti: eric cantona'yı... "unutulmaz diyaloglar geçti mi aranızda?" diye soruyorum. "nefret ettiğim bir futbolcu türüydü. artist gibi formasının yakasını kaldırır, sağa sola konuşur, durmadan ittirir,' formanızdan çekerdi. normalde kimseden nefret etmem, şu anda da ondan nefret etmiyorum zaten. ona olan nefretim sadece 90 dakika ile sınırlıydı. iyi bir maçtı, onunla mücadele etmek de benim açımdan gayet zevkli geçmişti. şimdilerde 'bu oyun: temiz oynayın' diyor ama pislik yap mayı seven bir oyuncuydu. olsun bende pis bir oyuncuydum, o yüzden onunla oynamak benim için problem olmadı" cevabını veriyor. daha sonra asıl zor olanın her pozisyonda özür dileyen, kibar forvetlere karşı oynamak olduğunu söylüyor: "o 'sorry' dedikçe, sen de 'sorry' demeye başlı yorsun. sorry... sorry... maç aşırı kibar bir hal alıyor."
galatasaray'ın ilk kez şampiyonlar ligi'nde yer alıyor olması türkiye'de de futbolu bir anda popüler hale getirdi.
galatasaray'ın bu dev organizasyona adım atmasına 90 dakika kala dönemin başbakanı tansu çiller futbol topuyla tanışıyor ve tribündeki yerini alıyordu. maçı sonradan yayınlayan eurosport kanalı tansu çiller ekrana geldiğinde başbakandan, "galatasaray başkanının karısı" olarak söz edecekti.
spiker ilker yasin maçın bittiği an, "rothlisberger saatine bakıyor" cümlesinden sonra, "monaco'da ağlamak istemiştim, burada ağlıyorum" dedi.
mehmet ali gökaçtı'nın "bizim için oyna": türkiye'de futbol ve siyaset kitabından;
futbol ve milliyetçilik
(...)
bu dönemde futbol medyası popüler milliyetçi rüzgârın önemli kaynaklarındandı. spor medyası şiddet ve cinsellik içeren sözcüklere dayalı bir milliyetçilik söylemi kuruyordu. maç günleri çıkan gazetelerdeki yorumlarda türk takımlarından rakiplerini "dağıtması, bombalaması, ezmesi, gömmesi, tokatlaması, imha etmesi, oyması ve gebertmesi" istenmekteydi. hatta kimi zaman iş doğrudan hakarete vardırılabiliyordu. 1993 yılında galatasaray'ın manchester united'ı elemesi sonrasında fanatik gazetesinin manşetinde olduğu gibi: "yedin mi türk lokumunu hırbo ingiliz!"
uluslararası futbol maçlarında ortaya çıkan bu eğilim, doksanlı yıllarda devlet güçleriyle pkk arasındaki çatışmaların tırmanması ve "kürt ayrılıkçılığı" ile ilgili tehdit algısının büyümesi ile, giderek ülke içindeki futbol maçlarında da kendisini gösterecekti. tribünlerde "şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganlarının atılması, maçlara bayrakla çıkılması ve 1992 yılından itibaren tüm lig maçlarından önce istiklâl marşı'nın okunmaya başlanması, bu yeni eğilimin göstergeleriydi. erzurumspor başkanı cemal polat'ın bir lig maçında alınan galibiyeti "vatanı ve milleti için canını vermiş şehit polislerimize" armağan etmesi, futbol maçlarına yüklenen misyonun vardığı noktayı gösteriyordu.
türkiye'de sivil toplum ve milliyetçilik kitabında yer alan, tanıl bora'nın "türkiye'de futbol ve milliyetçilik" başlıklı yazısından;
(...)
son yıllarda futbolun milliyetçi araçsallaştırılışında çarpıcı bir vaka da, galibiyet/başarı kutlamalarının bir millî katharsis hali, "millî orgazm"a yol açmasıdır! futbol zaferleri, başka hiçbir "başarı"nın sağlamaya muktedir olmadığı bir kollektif şenlik atmosferi yaratmaktadır. ilkin 1993'te galatasaray'ın manchester united'i sürpriz şekilde elemesi üzerine insanların sokaklara dökülmesi ve gece yarısını geçene kadar araba konvoyları yapılmasıyla yaşanan ülke çapındaki kutlama partisi, âdet haline gelmiş; âdet haline gelmesi, maç öncesi "yenin, bizi sokaklara dökün", "bayrakları hazır edin" manşetleriyle ve maç sonrasında tv spikerlerinin sokağa davet eden anonslarıyla medya tarafından da teşvik edilmiştir. bu kutlamalar, havaya ateş açılması sonucu birçok kere insanların canına malolmuştur. en fazla kurban verilen kutlamalar, üç ölü, 9 yaralıyla 2 kasım 1993 (galatasaray'ın manchester united'i elemesi üzerine) ve 6 kişinin ölüp 8 kişinin yaralandığı 27 nisan 1995 (türkiye'nin isviçre'ye 2-1 yenmesinden sonra) tarihlerindedir. medyada bu gösteriler "zafer sarhoşu olduk" neşesiyle açıkça teşvik edilirken, kutlamalarda ölen, yararlananlar "yan tesirler"mişçesine ikincilleştirilmiştir. sabah gazetesi maçın ertesi günü "halkımız zaferi havaya ateş açarak kutladı" yazısıyla sunduğu fotoğrafın aynısını, bir insanın bu yüzden ölmesi üzerine ertesi gün "bu barbarlar imajımızı bozuyorlar" yazısıyla yayımlayabilmiştir! bu kutlama şenliklerinin, insanların katılmaya zorlandığı ya da gürültüden rahatsız olduğunu söylemeye kalkanların saldırıya uğradığı, zafer kornası çalmayan ya da tezahürat yapmayan insanların "pkk'lı mısın?" diye tartaklandığı ânlarda basbayağı faşizan bir veçhe kazandığı söylenmelidir.
türkiye'de sivil toplum ve milliyetçilik kitabında yer alan, tanıl bora'nın "türkiye'de futbol ve milliyetçilik" başlıklı yazısından;
(...)
uluslararası maçlar, türkiye'yi/türkleri dışlamaya çalıştığı düşünülerek hınç duyulan avrupa'ya karşı intikam, cezalandırma vesileleri olarak algılanırken, öte yandan "avrupa düzeyinde" başarılı olmak, avrupa takımlarıyla başedebilmek en yüksek başarı ölçüsü sayılmaktadır - yani hınçla beraber "avrupa"ya bağlılık ve hayranlık da kendini göstermektedir. yazılı ve sözlü futbol söyleminin birçok yerleşik kalıbı, avrupa-merkezlidir: en güzel gollere "avrupai gol" denir, yıldız futbolculara lâkap olarak avrupalı starların adları seçilir ("scifo mehmet", "van basten hakan" - fakat bu eğilim zayıfllamaktadır). tribünlerdeki futbol sohbetlerinde ve futbolseverlerin maç seyrine refakat eden sözlü yorumlarında, avrupa futbolu daima kıyas çerçevesi olarak fonda durur. galatasaray'ın 1990'larda avrupa kupalarında gösterdiği başarılardan ve cazibeli bir 'spectacle' olarak şampiyonlar ligi'nin kurulmasından sonra, avrupa kupalarına katılmak ve orada başarılı olmak, kulüp takımlarının 'esas' hedefi olarak algılanmaya başlamıştır. örneğin beşiktaş kulübünde, avrupa'da başarılı olamamak, yurtiçi başarıların telafi edemediği bir eksiklik olarak yaklaşık 10 yıldır ciddi hoşnutsuzluklara ve yönetime karşı tepkilere yol açmaktadır. galatasaraylı taraftarların avrupa şampiyonlar ligi'ne katıldıktan sonra tribünlere astıkları "siz hâlâ annenizin liginde mi oynuyorsunuz?" pankartındaki 'yerli/millî' ligi küçümseyen alay, diğer takımların taraftarlarında elbette tepkiye yol açsa da, genel futbolsever kitlesinde belirli düzeyde onay gören bir tutumdur.
1993'te galatasaray'ın ingiltere'de manchester united'i eleyerek şampiyonlar ligi'ne katılması, türk futbol ortamında avrupa'yla ilgili küçümsenmeyecek bir özgüven artışını beraberinde getirdi: "avrupai futbol"a duyulan eziklik ve garezle de yüklü hayranlık, "avrupa'ya gösterme" meydan okumasına transfer edildi: "artık biz onlardan değil onlar bizden korksun" (fotomaç, 28.9.1996). yine galatasaray'ın bir başarısı üzerine atılan "doğuştan avrupalı" (fotomaç, 18.10.1996) manşeti, anahtar değerindedir: bu meydan okumanın, "düşman"ı altetmeye değil, onunla bir ve eşit olmaya yöneldiğini gösterir. (burada, türk milliyetçiliğinin kurucu kuşağından, hatip hamdullah suphi tanrıöver'in "türk inkılâbında [ve bağımsızlık savaşında] avrupa mağlup olmuş, avrupalılık muzaffer olmuştur" 22 formülünün bir tekrarını görebilir miyiz?] türk futbolundaki gelişmenin takdir edilmesi, türk takımlarının tanınması ve beğenilmesi, kısacası "avrupa türkiye'yi konuşuyor" 'bilgisi', millî gururu okşayıcı bir bilgidir. diyebiliriz ki futbolda avrupa-odaklılık, batı'yla ilişkilerin bir on yıl öncesine göre çok daha tartışmalı hale geldiği türkiye'de, hâlâ "avrupa" idealizasyonunun en canlı olduğu alandır; sağlam bir ilerilik-gerilik ölçütüdür. yine şaka yollu söyleyebiliriz ki, uefa, herhalde türkiye'de terkedilmesi en zor düşünülecek avrupa kurumu olsa gerek!
ryan giggs :santradan iki saat önce zemine bakmak için sahaya çıktık ve stat tamamen doluydu.tezahürat muhteşemdi; bir taraf başlıyor, sonra diğeri, sonra sessizlik, sonra da hepsi birden bağırıyor.ilk başlarda güzeldi, ama sonra hiç de öyle değildi..
efsane kaptanı gary neville'in 2011 yılında yayımlanan 'red' adlı kitabında sarı kırmızılı taraftarlar için yazdıkları hafızalardaki yerini koruyor.
kitabında, 3 kasım 1993 tarihinde istanbul ali sami yen stadı'nda galatasaray ile oynadıkları şampiyonlar ligi 2. ön eleme turu rövanş maçına değinen neville, türk taraftarlardan övgü dolu sözlerle bahsediyor.
neville maçtan önce ve maç sırasında hissettiklerini, "ali sami yen stadında oynuyorduk ve bütün galatasaray taraftarları bu maç için hazırdı. ilk maçta taraftarlarından biri sahaya girmişti. peter shmeichel onu kovalayıp yere sermişti. şimdi sahaya giren taraftardan binlercesi bize cehennemi hazırlamıştı.
manchester united'ın tecrübeli futbolcusu ryan giggs, 1993'te yaşadığı ilk istanbul tecrübesini hala unutamadığını belirtti.
ingiltere premier ligi'nin devlerinden manchester united'ın efsane futbolcularından biri olan ryan giggs, 1993 kasım'ında şampiyonlar ligi 2. eleme maçında istanbul'da mücadele ettikleri galatasaray'ı hiç unutmuyor.
cehenneme hoşgeldiniz...
ingiliz basınına o günlerle ilgili çıklamalarda bulunan gallerli futbolcu, "istanbul anıları hala capcanlı hafızamda duruyor. o zamanlar sadece 19 yaşındaydım. havaalanına ilk indiğimizde, etrafta binlerce taraftar, ellerindeki renkli pankartlarla tezahürat yapıyorlardı" diye konuştu.
taraftarlar çılgın gibiydiler
işte ryan giggs'in ağzından heyecan kasırgasının yaşandığı o günler;
"otelimize giderken, otobüsümüze yabancı maddeler fırlatıldı. otelimizin dışarısında galatasaraylı taraftarlar sabaha kadar şarkılar söylediler. sırf bizi uyutmamak için otel odalarımıza telefonlar yağıyordu. karşılaşmadan önce alex ferguson, sahaya çıkıp atmosferi görmemizi istedi. karşılaşmadan 2 saat önce stat dolmuştu ve taraftarlar çoktan havaya girmişti bile. şaşkınlık içinde ayakta kolkola girmiş ve çılgınca bağıran taraftarları izledik ve tüylerimiz diken diken olmuştu."
soyunma odasına kendimizi zor attık
giggs, yıllar önce yaşadığı bu heyecanın kendisi için mükemmel bir deneyim olduğunu ancak karşılaşmanın sonunda üzgün olan tarafın kendileri olduğunu belirterek şöyle devam etti;
"maç bittiğinde büyük bir kaos vardı. eric cantona zaten oyundan atılmış ve soyunma odasının yolunu tutmuştu. her tarafta silahlı polisler vardı ve onlara yaklaşmaya cesaret edemezdiniz. bir an önce soyunma odasına gitmek istiyordum. belki oradan üzgün ayrdılılk ama yinede harika bir deneyimdi. galatasaray o zaman çok iyi bir takımdı ve bu sefer karşımızda yine iyi bir takım bekliyoruz."
galatasaray: hayrettin demirbas (gk), reinhard stumpf, bülent korkmaz, yusuf tepekule, falko götz, tugay kerimoğlu (c), arif erdem (dk. 83 ugur tütüneker), hamza hamzaoglu, hakan şükür, suat kaya, kübilay türkyilmaz
yedekler: nezihi bologlu (gk), mert korkmaz, cihat arslan, mustafa kocabey
teknik direktör: reiner hollmann (ger)
man. united: peter schmeichel (gk), paul parker, denis irwin, steven bruce, lee sharpe, michael phelan (dk. 77 gary neville), bryan robson (c), paul ince, eric cantona, roy keane (dk. 72 dion dublin), ryan giggs
yedekler: lee andrew martin, les sealey (gk), nicky butt
teknik direktör: sir alex ferguson (sco)
sarı kartlar: dk. 69 hayrettin demirbas (gk) (galatasaray) dk. 65 steven bruce, dk. 67 paul parker, dk. 87 paul ince (man. united)
kırmızı kartlar: dk. 90 eric cantona (man. united)
galatasaray, şampiyonlar ligi elemelerinin ilk turunda biraz da zorlanarak irlanda’nın cork city takımını elemişti. ikinci turdaki rakip ise ünlü futbol markası manchester united idi. deplasmandaki ilk maç tarihlere geçen bir maç olmuş ve galatasaray, 3-3’lük beraberlikle sahadan ayrılmıştı. istanbul’daki maç bu nedenle daha da büyük önem kazanmış, tüm avrupa medyasının ilgisi de bu maça yönelmişti. galatasaray maça, hayrettin demirbaş, falco götz, reinhard stumpf, bülent korkmaz, yusuf tepekule, arif erdem, tugay kerimoğlu, suat kaya, hamza hamzaoğlu, hakan şükür ve kubilay türkyılmaz onbiriyle çıkmıştı. galatasaray bu maçta arkasına aldığı seyirci desteğiyle rakibi karşısında cesur bir futbol oynamış ve pek çok da gol pozisyonu bulmuştu. bu pozisyonları gole çeviremese de sarı kırmızılılar sahadan 0-0 beraberlik ile ayrılarak şampiyonlar ligi’ne giren ilk türk takımı olmuşlardı. maç esnasında united’in ünlü fransız yıldızı eric cantona’nın ortamı germek için yaptığı çirkinlikler de ingiliz ekibine yetmemiş ve kupaya istanbul’da veda eden taraf olmuşlardı. galatasaray, tarihinde ilk kez şampiyonlar ligi’ndeydi. bunu başaran ilk türk takımı olmuştu. sevinç ve coşku çok büyüktü. bugün bile gururla hatırlanacak türden....
ahmet çakar, galatasaraylı yöneticinin manchester united maçında hakemi satın alarak şike yaptığını iddia etti onedio.com | 11.10.2022 - 14:47
beyaz tv'de yayınlanan beyaz futbol'un yorumcularından eski hakem ahmet çakar, galatasaray'ın ilk kez şampiyonlar ligi'ne gitmeye hak kazandığı manchester united maçının istanbul'da oynanan rövanşı ile ilgili şike iddiasını ortaya attı. galatasaraylı bir yöneticinin manchester united maçında düdük çalacak olan hakem kurt röthlisberger ile şike yapması konusunda anlatıştığını iddia etti.
ahmet çakar'ın beyaz tv'deki programdaki konu hakkındaki sözleri şöyle: "40 yılın en avantalı takımı da galatasaray'dır. buna avrupa kupası maçları da dahil. ben bunu anlattım. herkes sağıra yatıyor. bu konuda yargılandım, suçsuz olduğum ortaya çıktı. gözümün önünde şike yapıldı diyorum. galatasaray'ın şampiyonlar ligine girdiği ilk manchester united maçının ilki, kubilay, arif falan gol attığı maç 3-3 bitmişti. türkiye'deki maçta gözümün önünde isviçreli hakem kurt röthlisberger ile galatasaray idarecileri, idarecisi şike pazarlığı yaptılar, anlaştılar. o zamanlar kumarhaneler açıktı, para oradan çıktı diyorum. bunu söylüyorum. galaatsaray beni mahkemeye veriyor ünal aysan zamanı. yargıtaydan beraat ediyorum. isviçreli hakem sonradan isviçre federal polisinin bir operasyonunda sion başkanından rüşvet alırken yakalandı. imha edildi. ben bunu yaşadım. hani aziz yıldırım diyordu ya, 'türkiye'ye şikeyi getiren takım galatasaray' diye. ben onu bilmem, ama ben gözümle gördüğüm, yaşadığım, dudağımın uçukladığı... bu neye benziyor biliyor musun? 18 yaşında bir köyden gelmiş kızın yanında 30 yaşında güzel, namuslu bildiği bir ablası var. gece 10-11'de tuhaf bir pazarlığa girdiğini gören o genç kız ablası hakkında ne düşünürse... o kurt röthlisberger dünyanın bir numarasıydı, isviçreliydi, dünya kupası, şampiyomlar ligi finali... bir dönemin collinası gibiydi. gözümün önünde, gece 11'de, sarıyer'deki balıkçıdan otele döndükten sonra hakemin ilk lafı şu 'tomorrow i can help you' dedi."