ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
yıllardan beri korkulu rakip olarak kabul edilmiş takımlarla durum çok daha kötüydü. bu sıkıntıdan kutulmak zordu. bu takımlardan biri de malatya idi. ama niçin korkulu bir rakip olduğunu kimse bilmiyordu.
takımların ve kulüplerin tarihlerinde, her zaman şurada ya da burada şanslı olunduğu ve kazanıldığı veya başka yerlerde şanssızlığın peşlerinden koştuğu ve yenilgiye uğradıkları inancı yer etmiş olmalı. futbolcuların ve yakın çevrelerinin tepkileri ve ruh durumlan da buna uygun olarak şekilleniyordu. ya sevinçten göklere uçuyor ya da ölümcül bir kedere bürünüyorlardı.
malatya orta çapta bir felaket olarak kabul ediliyor gibiydi.
havaalanından 500.000 nüfuslu bir şehir olan malatya'ya doğru yapılan yolculukta, iki dünyayı birbirinden ayıran bomboş bir bölgeden geçiliyordu. ne bir ağaç, ne bir çalı; yol boyunca içinde insan yaşadığı izlenimi veren bir çiftlik kulübesi bile yoktu. malatya ile kayseri arasındaki anayoldan 30 km kadar içerilere uzanan, daha ziyade kaybolmuş bir dünyaydı bu. oyuncuların morali sıfır noktasına yaklaşmış olmalıydı. adana ya da antalya'daki atmosferin izi bile yoktu. ne kimse bir selam veriyordu, ne de hoşgeldiniz diyen vardı. ne çiçekler, ne palmiyeler, ne de bekleyen galatasaray taraftarları...
alandan şehre giderken edinilen, sonradan da belli bir süre için çoğu zaman izleri kalacak ve değiştirilmesi mümkün olmayan ilk izlenimler böyleydi. gelecek iki gün boyunca oyuncularda yer edecek ve bir an önce tekrar eve dönme umuduyla maça çıkarken de etkisini koruvacak izlenimlerdi bunlar.
bir psikolog, sadece bereketli dünyayı tanımış olan ve her yerde onu bulacaklarını sanan genç insanların içinde bulundukları durumu herhalde benzer bir şekilde tasvir ederdi.
oysa bu kez şehre girişte, daha önce edinilmiş bu "ilk izlenimleri" hemen değiştiriyordunuz: sokaklarda, çalışmayı da yaşamayı da bilen meşgul insanlar vardı. belki eski ya da yeni mimarîden nasibini almamış, ama mümkün olanın en iyisini yapmaya istekli, çalışkan bir elin tipik özellikleriyle bezeli bir şehirdi bu.
insanları ürkek, sevecen ve dostaneydi. başka hiçbir şehirde bize bu kadar çok çiçek gönderilmemişti. bize tamamen yabancı insanların, "şehrimize hoşgeldiniz" demek için gönderdikleri çiçekler, fındıklar, kayısılar ve diğer pek çok sevimli küçük armağanlar; bunların hepsi de daha önce edinilen olumsuz düşünceleri çok çabuk unutturacak şeylerdi.
kaldığımız küçük, gözden uzak ve uzun süredir genel temizlik görmediği her halinden belli olan otelde restoran olmadığından, sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemekleri için yürüyerek yakındaki bir lokantaya gidiyorduk. lokantanın ortasında büyük bir odun sobası vardı. sobanın tavan boyunca uzanan borusu, yandaki duvara girerek oradaki bacaya bağlanıyordu. sobanın çevresindeki müşteriler sadece erkeklerdi. çaylannı ya da kahvelerini içerken sigaralarını tüttürüyor ve bitmez tükenmez sohbetler edip çene çalıyorlardı.
savaş sonrası dönemdeki gençlik günlerimi hatırladım. evimizde, bütün odayı ısıtacak böyle bir sobanın çevresinde ne kadar sık bir araya gelip otururduk. sobayı bir parça odunla beslediğimizde, karanlıkta sobanın içindeki ateş parlar, etrafa kıvılcımlar saçardı.
fındıklar, cevizler kırılır, kestaneler kebap edilir, bazen de bir şarkı söylenir ya da şiirler okunurdu.
çakı gibi iki polis memurunun eşliğinde, kaldığımız kent otel'den -ne kadar da elit bir isim bu- lokantaya götürüldüm. insanlar hep genç ve açık görüşlüydü. hatta içlerinden biri almanca konuşuyordu. almanya'da büyümüş ve sonra bir polis okulunda bir süre eğitim görmüştü. onu, orada bulunuşum vesilesiyle akşam yemeğine davet etmeyi düşünmüştüm, ama görevinin her türlü yakm, insanî ilişkiden daha önemli olduğu belliydi.
bana böyle bir koruma vermeyi niçin düşündüklerini asla öğrenemedim, ama böylesi belki de daha iyi oldu.
korumalarım, gençlerin ve daha yaşlıların elimi sıkmasını, hatta şehirlerinde bana hoşgeldin demek için şöylece bir dokunmalarını bile hep gayet nazik bir şekilde engellemeye çalışıyorlardı.
hiç unutmadığım ve yaşamımın bundan sonrasında da hep hafızamda kalacak anlardı bunlar; çünkü, tümü de, malatya'ya girişimizde şekillenen ve içimizde olumsuz düşünce ve yargılara neden olan izlenimlerin tam tersiydi. . .
olumsuz ve saldırgan bir düşünce biçimine dönüşen o atmosferi ortadan kaldırmayı ve değiştirmeyi o günden sonra kendime özel bir görev bildim. rahatça lokantalarda oturduğumuzda bizi dostça selamlayıp bir gün sonraki maç hakkında tartışan, bizimle laflayan ve memleketleri malatya'da bizi bağrına basan insanlar hakkında tamamen yanlış bir imaj yaratılmıştı.
iki yıl önce malatya'da 0-0 berabere kalmış ve istanbul'da da 2-1 kazanmıştık.
son sezonda ise, her iki maçta da puanları paylaştık. her iki maç da 1-1 berabere sonuçlandı. belki de malatya gibi rakiplerimiz karşısında da, komplekse kapılmadan maça çıkacak ve iyi bir oyun ortaya koyacak olumlu yola girmiştik...
yıllar sonra nihayet malatya karşısında ilk kez deplasmanda maç kazandık. bu elbette takımın morali için iyi bir şeydi, ama belki de aynı zamanda, bir şehre ve insanlarına karşı olan yaklaşımdaki değişimi de gösteriyordu.