galatasaray dergisi 2009 yılı nisan sayısında yayınlanan mehmet yüce'nin "parçalı ve çubuklu" başlıklı yazısından;
iki ekim bin dokuz yüz seksen beş çarşamba günü saat 19:45'i gösterdiğinde türkiye'yi avrupa kupa galipleri kupası'nda temsil eden takım, polonya kupa şampiyonu widzew lodz'u eleyerek ikinci tura yükseliyordu. aynı gün öğleden sonra kadıköy'de oynanan maçta fransa şampiyonu bordeaux'ı eleyerek taraflı tarfsız herkesi sevince boğan "başka bir" takımın başarısından beş saat sonra lodz kentinden gelen bu iyi haber, yurdun her yerinde, özellikle istanbul'da coşkulu bir biçimde kutlanıyordu. arablara, taksilere hatta kamyonetlere atlayan futbolseverler çaldıkları klaksonlarla yeri göğü inletiyorlar, kaldırımlarda bir elinde o takımlardan birinin parçalı, diğer elinde de diğer takımın çubuklu bayrağı sallayan genç kızlar, erkekler onların sevinçlerine eşlik ediyorlardı. arabaların içinde de durum farklı değildi. şoför mahallinden sarkıtılan çubuklu bayrak, arka koltuktan dışarı çıkmış parçalı olanıyla dans ediyordu sanki.
yabancı bir takımı yenmenin, elemenin ilk coşkulu dışavurumunu yaşayanlar futbol tutkunları değildi sadece. bağdat caddesi, niantaşı'nın futbolla zerre kadar ilgilenmeyen bazı sakinleri bile sokaklara çıkarak kutlamalara katılmıştı. yıllardır iki takım arasında biraz da suni bir biçimde pompalanan husumet, taraftarlarda birikmiş gerilim, yıllar sonra edinilen ortak bir başarı sonucunda insanın dğasında bulunan "iyi olma" güdüsünü harekete geçirmişti. rakibini önesemek, onun sevincine ortak olmak, onula birlikte eğlenmek her iki takımın yandaşlarına daha önce hiç duyumsamadıkları bir olgunluğun hazzını yaşatmıştı. bu tarihinin önemi, iki kulübün ilk defa aynı gün yabancı rakiplerini eleyerek tur atladıkları gün olmasıydı aynı zamanda...
her ne kadar galatasarayın yediği 2.gol 90.dakika olarak geçsede aslında maçı hakem 10 dakikaya yakın uzatmıştı ve galatasaray bu uzatmada golü yemişti.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
her kulüp, her oyuncu, her antenör, her yönetim ve her taraftar için, avrupa'nın ve dünyanın büyük kulüpleri arasında yer almak bir düştür.
son yıllarda galatasaray'ın uluslararası karşılaşmalarda elde ettiği başarı şaşırtıcı düzeydedir. galatasaray'ın son on yıl içinde, dünyanın en önde gelen takımları sıralamasında, hızla yukarı doğru tırmanmış olduğunun bir kez daha altının çizilmesi gerekir. dünyada zirveye oynayan ilk yüz elli takım içinde, 1993 yılında galatasaray kırk altıncı sırayı almıştır.
ingiltere, brezilya, arjantin, uruguay, ispanya, italya, fransa, holanda, rusya, portekiz ve daha pek çok büyük "futbol ülkesi"nin ne kadar çok üst düzeyde takım çıkardığını düşünecek olursak, galatasaray'ın son on yılda uluslararası bir özgeçmiş elde etme yolunda attığı adımların önemini kavrarız. bu adımlar küçük ve zahmetli, fakat alabildiğine coşkulu; muhteşem bir görev bilinci ve geleneğin işaretiydi.
istanbul'daki ilk yılımda federasyon kupası'nı kazanmamız bir anlamda da şanstı. final maçlarında trab zonspor karşısında iyi bir performans göstermemiz 2-1 ve 0-0'lık sonuçlarla kupayı kazanmamız ortaya koyduğumuz coşku ve cansiparane mücadele sayesinde mümkün olmuştu.
nihayet yeniden uluslararası havayı teneffüs edebilecek, başka ülkeleri, başka oyun tarzlarını, sistemleri ve taktikleri görebilecektik. ama aynı zamanda, uluslararası ortamın havasını ve büyük takımlar arasında yer alma duygusunu yaşayacaktık. galatasaray'ın kendisini göstermesi ve kulübün şanını yeniden canlandırması gerekiyordu. ne yazık ki ilk maçı, oldukça tatsız bir rakip olan wiedzew lodz ile istanbul'da oynamak zorundaydık.
uefa'nın, isviçre'nin cenevre kentinde çekilen kur'alarmda payımıza zor bir lokma düşmüştü.
lodz'da dzuba, wojcicki, kaminski ve smolarek gibi oyuncular vardı. bu oyuncuları alman millî takımı'na karşı oynadıkları maçlardan tanıyordum. ispanya'da yapılan 1982 dünya şampiyonasında polonya yarı finale kadar yükselmiş, sonra italya'ya yenilmişti. olağanüstü futbolculara sahip bir takımın gösterdiği olağanüstü bir performansa bu.
bir de ikinci maçın polonya'da oynanacağı düşünülünce, ikinci tura yükselmemizi kimse beklemiyordu. ama 18 eylül 1985'de istanbul inönü stadı nda yapılan ilk maçı erhan'ın attığı penaltı golüyle kazandık ve en kötü hava koşullarında bile görevimizi yerine getirmiş olduk. lodz'da işimizin daha da zorlaşacağının hepimiz farkındaydık. ilk maçtaki tek gol tur atlamak için hiçbir garanti değildi.
ama biz türkiye kupası'nı sadece şansla kazanmadığımızı kanıtlamak istiyorduk. geçen sezondan farklı olarak aramızda erhan, prekazi ve arif gibi oyuncular vardı. onlarla ve kendini kanıtlamış diğer oyuncularla, polonyalılar karşısında en azından başa baş bir oyun çıkarmak mümkün olmalıydı. hatta bir beraberlik sağlayarak sürpriz yapmak mümkündü belki de...
polonya'da bize varşova havaalanından lodz kentine kadar sundukları ulaşım koşulları hiç de hayran kalınacak gibi değildi. otel, yemek ve diğer konfor unsurları da eksiksiz değildi. makine ve tekstil sanayiinin merkezinde bulunan ve işsizliğe karşı büyük bir mücadele içinde olan 750 bin nüfuslu lodz kentinin sorunu çoktu. bunu, nereye giderseniz gidin, bölgenin insanlarının durumundan anlayabiliyordunuz.
oyuncularımız bu insanlar ve içinde bulundukları durum karşısında anlayış ve ilgiyle davrandılar. hatırbilir, dostça ve her şeyden hoşnut hallerini görünce, bu tavırları ve duyguları karşısında onur duydum. sadece acıma ve kaygı duymanın daha fazlasını ifade eden olağanüstü bir jestti bu. insan belki de bazen kendi zenginlikleri üzerine düşünme fırsatı bulmalıydı.
2 ekim 1985'in bu çarşamba akşamında, göğü bulutlu ve neredeyse boş kentten geçerek stada doğru ilerlerken, yolda sadece, ellerinde bayraklar ve şeritlerle takımlarını desteklemek ve onlara cesaret vermek üzere, avrupa kupa galipleri turnuvası'nda türk ve polonya takımlarının oynayacakları maçın yapılacağı yöne doğru giden gençlerden oluşan tek tük gruplar gördük.
işten çıkmış birkaç adam da yavaş yavaş, laflayarak aynı yöne doğru yürüyorlardı. uzun süredir devam eden kötü siyasî durum sonucu havada bir ağırlık olduğu seziliyordu. bu ülkede futboldan ve avrupa kupası'ndan daha önemli şeyler vardı.
bizi de mutlu etmeyen ama bize yararlanma şansı veren bir ortamdı bu. kimseden çalmadığımız bir hak yani...
daha 18'inci dakikada polonya takımının harikulâde bir kombinasyonuyla durum ev sahibi takım lehine 1-0 olmuştu.
maçta oldukça yüksek bir tempo hâkimdi ve biz ilk hücumlar karşısında direnebilmek için zorlanıyorduk ama bu golden sonra takım kendisini toparladı. bu gol hiçbir hata yapılmaması için uyarı olmuş ve takımımız bir anda daha sakin, daha soğukkanlı ve kontrollü oynamaya başlamıştı.
hâlâ hücum oynayan polonya karşısında uzun toplar ve karşı ataklarla cevap vermeye başladık ve bunun doğru yöntem olduğunu hissettik.
devre arasında, maçı daha sıkı ele almak, rakipleri daha yakından marke ederek onlara daha dar bir hareket alanı bırakmak ve topu daha uzun süre kendimizde tutmak için anlaştık. rakibimiz hücumu giderek şiddetlendiriyor, sonuçlarını göz önüne almadan atağa geçiyordu. hızlı adamlar olan erdal ve prekazi, karşı tarafın müdafaasını aşmak için kendilerine uzun toplar atılmasını bekliyorlardı.
daha 53'üncü dakika dolmamıştı ki beklediğimiz oldu. erdal bir sprint attı ve rakibini peşine takarak ileriye fırladı; kaleciyi çalımlayıp topu çok dar bir açıdan boş wiedzw lodz kalesine gönderdi. bulunduğu yerden yapılabilecek çok parlak bir atıştı.
ikinci tura yükselme hayalleri için henüz çok erkendi; çünkü, henüz kendi hatalarımız yüzünden yarattığımız zorlu dakikaları atlatmamız gerekiyordu. birdenbire topu tutarak ve zaman geçirmeye çalışarak oynamaya başlamıştık. top yanlarda, arkada ve ender olarak da öne doğru oraya buraya sürülüyordu. rakibi koşturmaya çalışıyorlar, ama bütün bunların kışkırtıcı bir etki yaptığını ve wiedzew lodz'un oyuncularının, kendilerini seyircinin alaylarına maruz kalmış hissettiğini fark etmiyorlardı. hatta iskoç hakem mister gordon, hemen müdahale etmese de, durumun spora ve centilmenliğe aykırı olduğuna kanaat getirmişti. bu nedenle kendi inisiyatifini kullanarak oyunu altı dakika daha uzattı. lodzlu futbolcular oyun stilini değiştirerek prese başladılar, topu aldılar, iki üç pas yaptılar ve kendilerini bitmiş olarak kabul ettikleri bir anda durumu 2-1 lehlerine çevirdiler.
inanıyorum ki, mustafa'nın, ahmet'in ve benim nabızlarımız 200'ün üstüne çıkmıştı ve oyun hâlâ bitmiş değildi.
kurtuluş ancak 96'ncı dakika dolduğunda, bay gordon, her avrupa kupası maçında olduğu gibi tribünde oyunu izleyen uefa hakem gözlemcisinin sinirlerini daha fazla yıpratmamaya karar verince geldi. bir anda, bir gol daha gelirse bunun sadece yenilgi değil, aynı zamanda bu turnuvaya veda anlamına geleceğini herkes anlamıştı.
birlikte polonya'ya geldiğimiz 100 kadar taraftarımız da sevinçlerini, ama aynı zamanda, içlerinde birikmiş olan korkuyu haykırıyorlardı. durumun üstesinden geldiğimiz için rahat ve mutluyduk.
her zaman olduğu gibi maçtan sonra teşekkür etmek ve vedalaşmak üzere hakemlerin soyunma odasına gittim. klasik bir "thank you, sir" ve el sıkışmadan sonra saatime baktım ve gülerek şöyle dedim: "mister gordon, gerçi bizde saatler orta avrupa saatine göre iki saat ileri, ama bir dakika bile geri gitmezler."
"mister derwall," diye söze başladı hakem; "rakibi gülünç duruma düşürmede acıma sınırının nerede sona erdiği hakkında biz hakemlerin de bir duyarlılığı vardır..." dedi.
ona hak vermek zorundaydım ve benim canımı en fazla sıkan da kaybetmiş olmaktı. kendi hatamızla elden kaçırdığımız ve hakkımızla elde etmiş olduğumuz beraberlik, uluslararası müsabakalara katılmak için yapılan kota dağılımında daha fazla puan toplama ve gelecekte uefa kupalarına türkiye'den bir takımın daha katılmasını sağlama açısından yardımcı olabilirdi.
eve dönerken keyfimiz yerindeydi ve her zamanki gibi bir sonraki tur için talihli bir kura çekmeyi umuyorduk.
widzew lodz: henryk bolesta, roman wojcicki, krzysztof kaminski, wieslav cisek (dk. 67 wieslaw wraga), marek podsiadlo (dk. 75 tadeusz swiatek), marek dziuba, kazimierz przybys, miroslaw jaworski, krzysztof kajrys, wlodzimierz smolarek, jerzy leszczyk
teknik direktör: bronislaw waligora
galatasaray: zoran simovic, ahmet ceyhan, raşit çetiner, cüneyt tanman, erhan önal, ismail demiriz, halil ibrahim akçay, yusuf altıntaş, dzevad prekazi, arif kocabıyık (dk. 83 adnan esen), erdal keser (dk. 63 bülent alkılıç)
dünya kupası eleme kuraları çekildiğinde ve türkiye, ingiltere, kuzey irlanda, romanya ve finlandiya ile aynı gruba düştüğünde, final şansımız olduğunu ileri sürmüş ve bazı çevrelerin tebessümleri ile karşılanmıştık.
milli takımın, o günkü ve bugünkü teknik direktörü, daha ilk günden zor bir gruba düştüğümüzü, final şansımızın olmadığını açıklarken, o ve onu destekleyenler, gündeme, artık ağızlarda sakız olmuş bir özürü getiriyorlardı: türkiye'de futbol sektörü, ülkenin öteki sektörlerinden soyutlanamazdı, bir. ülkedeki futbol düzeyi neydi ki, milli takım ne olacaktı, bu da iki.
ülkenin futbol düzeyinin bir alt, milli takımın ise bir üstyapı olayı olduğunu uzun uzun anlattık. bu ülke de belki yüz bilmem kaç (vehbi dinçerler’in oy için yarattığı profesyonel takımların toplamını kesin bilmediğimizi itiraf edelim) iyi takım olamazdı, ama 16 iyi futbolcu çıkardı ve bu 16 iyi futbolcu, baştan inanılarak iyi organize edilirse, iyi sonuçlar alınabilirdi.
bu hatırlatmayı niçin yapıyoruz? eğer, çok değil, iki ay önce avrupa şampiyonu fransa’nın şampiyonu bordeaux ya düşen fenerbahçe ile, dünya kupaları finallerinin gediklisi, ilk dördün daima iddialı takımı polonya’nın lig lideri lodz’a düşen galatasaray’ın tur atlayacağını, hem de ikisinin birden tur geçeceğini birisi iddia etse, gene aynı tebessümlerle karşılaşırdı. çarşamba gecesi izlediğimiz istanbul kenti sokaklarındaki kutlama törenleri, zaferin nasıl beklenmez ve umulmaz olduğunun kanıtıydı. halkta bir mucizenin başarıldığı kanısı vardı... oysa yanılıyorlardı.
tıpkı milli takım gibi, fenerbahçe ve galatasaray da, bu. ülke düzeyinde bir üstyapı olayıydılar. bir simoviç’i, bir meszöly ve derwall’i satın alıp getirebilecek gücün, bu ülkenin altyapısı ile ilgisi yoktu. iyi organize edildiklerin de, başarılı olmamaları için sebep de yoktu.
neydi, fenerbahçe ve galatasaray’ı milli takım düzeyinin de üzerine çıkaran başarının sebebi? basit... ne meszöly, ne de derwall işe peşin yenilgiyi kabullenerek başlamamışlardı. tur geçme şanslarının olduğuna inanıyor, «şansımız yok. amacımız türk futbolunu iyi temsil etmek, onurlu yenilgi, şerefli bir beraberlik almak» gibi uyutma cümleleri ile laf ebeliği yapmıyorlardı.
galatasaray’ın 96’ncı dakikada yediği golü bir yana bırakın, bu iki takımımız ilk turu, üstelik, yenilmeden geride bıraktılar. fenerbahçe bordeaux’yu rakip sahada yendi, galatasaray kendi sahasında farkı kaçırdı. oynanan dört maçın hiçbirinde «tesadüf» yoktu. bilek hakkı vardı.
zafer sarhoşluğu içinde gözlerden kaçan çok önemli bir noktayı, fenerbahçe’yi başarıya götüren zihniyetin ne olduğunu bir kez daha altını çizerek vurgulamak için hatırlatalım.
televizyon maç öncesi güya bir açıkoturum düzenlemiş, ilker yasin, konuşmacılara fenerbahçe’nin şansını sorarken, inönü stadının çok berbat zemininin ilk maçı kazanan fenerbahçe için bir avantaj olduğu havasını yaratmıştı. meszöly derhal söze girip, düşünceyi şiddetle reddetti: «benim iyi oyuncularım var. benim iyi oyuncularım iyi sahada daha iyi oynar. kötü zemin fenerbahçe’nin aleyhinedir» dedi. bu takımının büyüklüğüne inanan bir hocanın sözleriydi. nitekim, çarşamba günü maçta, süper futbolcular selçuk ve şenol’un rakiple değil, zeminle boğuştuklarını, fransız gazetecileri bile itiraf ettiler. inönü stadında bir türlü topa vuramayan erdal, avrupa’daki milli maçlardan sonra, lodz sahasında da, harika top oynadı ve inanılmaz güzel bir gol attı.
meszöly’yi kaybeden türk milli takımı, son yıllardaki en büyük şansım yitirmiştir. milli takımın meszöly ile oynadığı kuzey irlanda ve isviçre maçları ile, onsuz oynadığı gene kuzey irlanda ve finlandiya maçlarındaki fark ve bordeaux ve lodz başarıları, bu kaybın, başka söze gerek bırakmayan kanıtlarıdır.
bu ülkede, inanılır ve iyi organize edilirse, avrupa düzeyinde oynayacak futbolcular vardır. türk futbolu üst düzeyde, hiçbir maça peşin yenilgi inancı ile başlamaya layık değildir. bu demek değildir ki, yenilmeyecek, hatta farklı yenilmeyecek, elenmeyecektir. öyle olsa, zaten spor olmaz, maç olmaz, mücadele turnuva olmaz, bir bilgisayar 10 saniyede işi bitirirdi.
yenilmekle, yenilgiyi peşinen kabul edip, maçı değil, özrü düşünmeye başlamak farklı şeylerdir.
ingiliz orta hakemin maçı 6 dakika fazla oynatmasıyla 96.dakikada smiatek lodz'un galibiyet golünü attı.ancak bu gol galatasaray'ın tur şansını elinden almadı sonunda sevinen galatasaray oldu.