robert kellermann'ın futbol ve kültürü kitabında (ilk basım 1993) yer alan "berlin'de futbol: duvarın önünde, arkasında ve duvardan sonra" başlıklı yazısından;
sorumluların daha ziyade soldan korkmalarına karşılık, berlin futbolunun gerçek sorunları giderek daha fazla sağdan kaynaklanıyor. hertha bsc'nin ve fc berlin'in taraftarları arasında sağ radikal bir zihniyet gittikçe daha fazla yayılıyor. "hertha frösche" (hertha kurbağaları) adlı taraftar grubu birkaç yıldan beri bütün futbol sahalarında korku salıyor. bu gibi gençleri eğitmeye yönelik bir taraftar projesi, başladıktan kısa süre sonra durduruldu. ancak eski doğu yakasında da futbol maçlarında ırkçı olayların olması üzerine bu proje canlandırıldı.
faşist taşkınlıkların doruk noktalarından biri federal alman milli takımının ekim 1983'de olimpiyat stadı'nda türkiye'yle oynadığı milli maç oldu. daha maç gününden önce sağ radikaller batı berlin'in türk hemşehrilerine sürekli tehditler yöneltiyorlardı ve herkes maç günü tribünlerde kavga-döğüş bekliyordu. sonuçta özellikle türkler stada gitmeye cesaret edemediler ve tamamen dolması beklenen stadın yansı boş kaldı. berlin futbol birliği bunun üzerine, berlin spor sahalarında müsabakaların huzur içinde yapılabilmesine dönük yasal adımların atılmasını talep eden bir bildiri yayımladı.
coşkun özarı'nın milli takım futbolcularından haklı bir şikâyeti var. son günlerde önüne çıkan gazeteciye bunu söylüyor olmalı ki, her gün değişik bir gazetenin manşetinde aynı şeyleri okuyoruz...
. bu çocuklar annelerinden korkak doğmadıklarına göre, korkunun bir nedeni olmalı... '
coşkun özarı, kadrosuna seçtiği futbolcuları itham etmeden önce bu soruya yanıt ararsa, amacına çok kolay ulaşır, ama yapmaz. çünkü gayet iyi bilir ki, sorunun yanıtı kendisini memnun etmeyecektir. çünkü gayet iyi bilir ki, korkunun tek sebebi kendisidir...
okuyucularımız, yıllardan beri bu sütunlarda kaç kez «korkma coşkun. korkunun ecele faydası yok» diye yazdığımızı hatırlarlar. bugüne dek korkmadan oynadığı ve dört golle kaybettiği avusturya maçından sonra kendisini nasıl kutlandığımızı da...
ancak coşkun, hayatının hiçbir döneminde gerçekçi olmamış, yönettiği hiçbir takıma, devamlı «futbol» oynatmayı denememiştir..
spor değil, skor yazmaya meraklı, babıâli kalemşorlarının esiri olarak, sahaya daima yenik çıkmış, az gollü bir yenilgiyi başarı gibi gösterip, yönettiği takımları giderek, silik, korkak ve antifutbol oynayan ekipler haline getirmiştir..
avrupa şampiyonası kuraları çekildiği zaman açın gazeteleri coşkun’un demecine bakn. «bu grupta hiç şansımız yok... ne talihsizlik...» oysa aynı günler biz, «irlanda, almanya ve avusturya gibi üç dünya kupası finalistinin aynı gruba düşmesi şanstır... bunlar birbirlerini yerlerse, ev maçlarındaki başarıya eklenebilecek, birkaç talihli deplasman puanı bize tarihimizin en büyük başarısını getirebilir» diyorduk.
eğer coşkun, o gün bizim gibi düşünebilse, eğer coşkun, o gün bu matematik gerçeği adamlarına evde oynadığı maçlarda takımı sadece kazanmaya yönelik bir diziliş ve taktikle sahaya çıkarabilse, bugün belki de puan durumu çok daha farklı olabilirdi..
sen kendi sahandaki maça, gol yememeye yönelik bir taktiği uygulayacak savunma adamları ile çık... sen rakibin bittiği, çözüldüğü anlarda dahi üzerine gitme... sen arnavutluktu yenmiş olmayı dahi büyük zafer olayı gibi sun... ondan sonra da, kafanı kaşı... «bu çocuklar bu kadar korkuyorlar bilmem ki?»
bay teknik direktör,
bu çocukların moral kondisyonu sıfırsa, bunun sorumlusu kimdir acaba?.. malzemeci mehmet mi, yoksa takımın her türlü kondisyonundan sorumlu olan siz mi?.
futbolcuların kanına, ışın ta başından beri korku şırınga etmekten başka bir şey yapmayan bir kişinin bugün «niye korkuyorlar» diye sorması kimseyi aldatmayacaktır...
alman gazeteci günter wallraff, 1983 yılında sıra dışı bir iş yapmaya karar vermişti. kılık değiştirip 2 yıl boyunca türk işçisi “ali levent sinirlioğlu” takma adıyla çalışacak, böylece misafir işçilerin çalışma şartlarını yakından görmüş olacaktı.
siyah bir peruk ve lens taktı. türk bir babanın yunanistan’da büyüyen oğlu olarak türkçesinin az olduğunu söyleyecekti. tüm hazırlıklarını tamamladıktan sonra gazeteye ilan verdi: “sağlam ve yapılı yabancı işçi iş arıyor. ağır ve pis işlerde çalışırım. ücret önemli değil.”
ilk bulduğu işlerden biri inşaat işiydi: “bir inşaat firmasında işe başlıyorum. bana buyrulan ilk iş, öteki işçilerden farkımı ortaya koyuyor. öyle ya yerimin neresi olduğunu başından bilmeliyim! tuvaletler temizlenecekmiş! görevim işçilerin kullandığı en az 1 haftadır tıkalı olan tuvaletleri temizlemek...
dizlerime kadar dışkının içerisindeyim. şef bağırıyor: “kovayı küreği al, temizle şurayı fazla sallanma.” içeride inanılmaz bir koku var, işin sırf eziyet olsun diye verildiği belli. ustabaşına gidip boruların tıkanık olduğunu, tesisatçıların girmesi gerektiğini söylüyorum.
bana “sen işine bak, düşünmeyi eşeklere bıraksan iyi edersin, ne de olsa onların kafaları daha büyüktür” diyor. pekala! elimde kova-kürek tuvalet temizlerken girip çıkanlar da oluyor. iki alman laflıyor: “hep aynı, bizim bokumuzu sizlere temizletiyorlar.
”wallraff, çiftliklerde, fabrikalarda, madenlerde çalışıyordu. bir ara çalıştığı iş yerine ziyarette bulunan bavyera başbakanı strauss'la bile tanışmış, siyah peruğu ve lensiyle kendisini “ali” olarak tanıtmıştı.
berlin’de oynanan almanya-türkiye maçını izlemeye gitmiş, burada ırkçılığa maruz kalmış, saçlarına sigara atılmış, başından aşağı bira boşaltılmıştı. tribünde neonazilerin arasında kalınca canını kurtarmak için ilk kez “ali” kimliğini reddetmek zorunda kaldı.
wallraff, thyssen’de çalıştığı için ömür boyu taşıyacağı kronik hastalığa yakalandı.
“çalıştığım yerde biriken metal tozdan kimse görmeden bir avuç alıyorum. bir taş kadar ağır. bremen üniversitesi’ne bağlı bir enstitüye göndererek analizini istiyorum. bir süre sonra sonuçlar geliyor. raporda şimdiye kadar bu derece tehlikeli dozda bir maddeyle karşılaşmadıkları yazıyor. neler yok ki! astat, baryum, kurşun, krom, demir, civa, kobalt, bakır, rodyum, çinko, krom, gadolin, niob, titan, vanadyum, volfram, sirkonyum… ve tam 25 zehirli madde daha!”
wallraff, iki yıl boyunca misafir işçilerin çalışma şartlarını yakından gördü. küçük ve kısa süreli işlerin dışında mcdonald's ve thyssen gibi büyük işletmelerde iş buldu, ilaç geliştirme laboratuvarında üzerinde ilaç denenen insanların arasında yer aldı. bir süre nükleer enerji santralinde çalıştı ve buradaki türk işçilerin tehlikeli dozda ışına maruz kaldığına şahit oldu.
işin sonunda gördüklerini “en alttakiler” isimli kitabında anlattı. kitap yayınlandıktan sonra büyük ses getirdi, pek çok dile çevrildi. kitapta geçen şirketler wallraff’a dava açtı. bu işi neden yaptığını soranlara şöyle söylüyordu: "toplumun maskesini düşürmek için kılık değiştirmek zorundaydım."