halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
12. dünya kupası'nda yarı final, almanlarla fransızlar'ı, italyanlarla da polonyalılar'ı karşı karşıya getirdi.
almanya ile fransızların maçı çok heyecanlı, çok zevkli geçti. ancak oyunun güzelliğinde fransızlar'ın payı daha büyüktü. gerçekten maç sonunda herkes "fransa'ya yazık oldu" diyecekti. final oynamaya daha çok layıktı fransız takımı...
sevilla'daki yarı finalde, ilk gol littbarski'den geldi. fransa buna haklı bir penaltıdan platini'nin attığı golle karşılık verdi. sonra 33 derece sıcakta, futbolun güzel bir gösterisi başladı. bu hava koşullarında futbol bu kadar mükemmel oynanabilirdi ancak... fakat golle süslenmedi bu futbol... ve 90 dakika 1-1 kapandı. yarım saatlik uzatmada ileri çıkan tresor, fransa'yı 2-1 öne geçiriyordu. almanlar şaşırmıştı. fransızlar'ın her an üçüncü bir golle galibiyeti perçinlemesi beklenirken... almanlar'ın şaşırmayan adamı, teknik direktör jupp derwal, yapılabilecek en doğru işi yaptı, o ana kadar yedekte tuttuğu iki büyük silahı cepheye sürdü. dervvall, ne düşünmüşse, düşünmüş, zaten sakatlığından söz edilen rummenigge ile hrubesch'i başta takıma koymamıştı. ama şimdi takım 2-1 yenikti. olayın beklemeye tahammülü yoktu. iki tecrübeli golcüsünü atmıştı sahaya... fakat fransa şahane futbolunu sürdürmeye devam ediyor ve giresse alkışlanacak bir büyük gol atıyordu. 3-1, fransız zaferinin ilanı gibiydi. ancak rummenigge ile hrubesch'in oyuna ısınması,bir anda maçın kaderini etkiledi. rummenigge'nin golü sadece 3-2'yi sağlamakla kalmıyor, alman takımını coşturuyordu da... işte çok geçmeden fischer'in golü vardı ağlarda... ve durum 3-3'tü şimdi... 120 dakika dolmuştu. iş, penaltılara kalmıştı.
fransız takımı iyiydi ama, en zayıfı, kalecisi ettori'ydi. penaltı atışlarında ise, ettori büyük sürpriz yaratıyor, stielike'nin penaltısını kurtarıyordu. fransa 3-2 öndeydi penaltılarda... sıra six'deydi. six vurup da golü attı mı, durum 4-2 olacak, fransa finale yükselecekti. fakat hayır!.. six takımının final şansını tersine çeviriyordu. çünkü penaltıyı gole çevirememişti. yalnız o mu? sonra da bossis, topu kaleci schumacher'in kucağına atıverince... sıra, hrubesch'deydi. kale direklerini sarsan hrubesch, o kuvvetli vuruşlarından biriyle... tam 12'den vurmuştu kısaca... fransa 3-1'den maçı kaçırmıştı. sonra da, iki penaltı atışıyla final şansını uçurmuştu. sadece oynadığı güzel futbolla hatırlanacaktı fransız takımı...
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında imran ayata'nın "bir gecelik ilişki: niçin bazı insanlar futbolu sırf dünya kupası'nda sevdiklerine dair" başlıklı yazısından;
dünya kupası, gündelik hayatta küçük dozlarla alınanları uç durumlara vardırır. dünya kupalarının kahramanlar yaratmak ve kaybedenlere acımak için ideal bir platform olduğunu da eklemeliyiz. bireysel kaderlere tanıklık etmeyi, dikizciler için tadından yenmez kılan sahneler sunar dünya kupaları: hele, '82'de sevilla'daki fransa-almanya yarı finali gibi dramatik maçlar oynandığında... fransızlar hem normal sürede ve uzatmada hem de ulrich stielike'nin kaleci ettori'ye takılmasıyla penaltı atışlarında öne geçecek; fakat, öncesinde patrick battiston'u hastaneye sevk etmiş olan toni schumacher, didier six ve maxim bosis'in penaltılarını kurtaracaktır. kahramanlarla "kaybeden" denenlerin durumlarının birbirine bu kadar yakın olduğu dünya kupaları tarihinden bir tek örnek, sadece.
böylesi bireysel kaderler bile sözümona-futbolseverlerce hemen unutulur gider. çünkü onlar finalin bitiş düdüğünden itibaren ihanet edeceklerdir futbola. onlar için, "dünya kupası'nın sonrası, dünya kupası'nın öncesi demektir" şiarı geçerlidir: bir dahaki dünya kupası'ın ya da en kötü ihtimalle bir dahaki avrupa şampiyonası'nı bekleyeceklerdir. böylece, futbolla olan sürekli ilişkimizde nihayet yine yalnız bırakacaklardır bizi. ve biz, yine bütün yönleriyle ve bütün yüzleriyle hayatımızın o tek sabitiyle meşgul olmaya devam ederiz. asıl olay da budur.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
polonya, boniek'ten yoksun çıktığı nou camp'ta, tilki rossf'nin iki golüyle boynu bükük bırakır bizi. bu ilk darbedir. ama trajik olanı sevilla'dan gelir. şimdi gelelim fransa-"west" almanya maçına.
yer: istanbul suadiye'de, tren istasyonunun arka sokaklarında, anne babası tatile çıkmış sevgilimin evi.
ev nüfusu: ben ve ara sıra "sen de birşeylerin iyi gitmediğinin farkında değil misin" veya "hani ankara'dan ilişkimizi konuşmaya gelmiştin" gibisinden yan toplar atan "gidici" sevgilim.
seyirci: gözünü ekrandan ayırmadan "tatlım, platini şu frikiği atsın da...", veya "tabii ki konuşacağız, evet tabii, koskoca yolu ne için gelmiş olabilirim ki" şeklinde zayıf defans kurgusuyla hiçbir "pozisyon üstünlüğü" olmayan, kazanma şansını "aşk yuvarlaktır" mecazına, daha doğrusu mucizesine terketmiş, ben.
ilk çeyrekte littbarski'nin golüne on dakika sonra platini'nin penaltısıyla cevap veriyoruz. normal süre böyle bitiyor. "hani birbuçuk saatte bitecekti, bu ne şimdi" mızmız'larıyla başlayan uzatmanın ilk on dakikasında 3-1 öndeyiz. "tamam", diyorum, "bu iş bitti, bu moralle hissi sorunlarımızı da gereği gibi çözerim." uzatmanın ikinci devresinde her şey "ben bu filmi görmüştüm ama, renkler değişikti" dedirtecek kadar aynı ve hızlı gelişiyor. şimdi penaltılardayız ve şu allah'ın belası schumacher'den tırsıyorum. battiston'u gerçekten alçakça indirdiği gibi, yine birşeyler yapar, diyorum. üçüncü penaltılarda 3-2 öndeyiz. daha sonraki yıllarda galatasaray'da da oynayan six, kaçırdığı penaltıyla umudumuzun bir kısmını alsa da, dağılmış değiliz. platini nasıl olsa atar, onlar da kaçırır. platini atıyor da, öbürü olmuyor. olsun bossis atar, onlar kaçırır. tam tersi oluyor.
içerden bir yerden geliyor. kıyafetini değiştirdiğini farkediyorum. bol bir gömlek geçirmiş üstüne. altında bütün hatlarını saran bir blucin. hiçbir şey sormuyor. üzüntümün bile farkında değil. kim kazandı diye de sormuyor. "tamam mı, kapatayım mı" diye bir şey söylüyor. sesinde izin isteyen bir nezaket değil, tam tersine, "bu rezalete son vermenin sırası geldi herhalde" diyen emir tonu var. "kapat", diyorum, ama ben bile sesimi duyamıyorum. susup, yutkunup, sadece bir beyaz bayrak da gösterebilirdim.
karşı koltuğa geçip bir sigara yakıyor. ben henüz sigaraya başlamamışım. "futbolu benden de çok sevdiğini bilmiyordum" diyor. hayır, yani, aslında; gibisinden, ama "kem küm", diye özetlenebilecek birkaç cümle kuruyorsam da, her şey için çok geç. ayrılmamızın, ikimiz için de iyi olacağını söylüyor. ertesi günkü finali izlememin "her bakımdan" hiçbir anlamı kalmıyor.
sonra ne mi oluyor? çok yavan şeyler!
74-78 periyodunda yakalanan tribün canlılığından eser yok. dağılan tespih taneleri, zaman zaman nostaljik halı saha maçları yapıyor, yılda bir akşam ankara, hatta yurtdışından gelen bir ahbap için kalburüstü bir meyhanede sofra kuruyor ama, evli barklılar "yenge"yle papaz olmamak için bu tür organizasyonlara giremiyor. girse bile, aile fotoğrafının toparlanmasında ciddi "sosyolojik" engeller var. bundan sonraki kupa tribünleri de, tribünden çok, 19 mayıs stadı civarından geçerken dış sahadaki maçlara beş on dakika göz atan telaş halini anlatıyor.
maradona'ya tanrı'nın uzattığı el kızdırıyor, uruguaylı batista'nın 56. saniyede oyundan atılması güldürüyor. '90 italya'nın, almanya-arjantin arasında '86 meksika'nın rövanşı olup olmayacağı umurumda olmuyor. fransız hakem michel vautrot'nun italya-arjantin maçını, öyle sakatlık falan gibi bir nedenden değil, basbayağı unuttuğundan tam 8 dakika fazla oynatması, daha enteresan bir not olarak belleğimde yer ediyor. zaten '94 amerika, ilgisizliğimi haklı çıkartacak hemen her şeyi yapıyor, ilk kez bir final 120 dakikası golsüz bittikten sonra, penaltılarla sonuçlanıyor. '94'te isveç'in patlaması veya nijerya kıvılcımı, bazen iç dünyamızda "orada birşeyler oluyor ama dur bakalım" gibisinden kıpırdanmalara vesile oluyorsa da, ruhumuzdaki uyuşukluğu atmaya hiçbir şey yetmiyor.
o lanet olası '82 yarı finalindeki almanya-fransa maçının hemen ertesi günü, penaltı kaçırmış bossis gibi beni kapının önüne koyan sevgilime, yıllar sonra bir ankaragücü-galatasaray maçı öncesi rastlıyorum. ankaragücü'ne yancı oluşumuzun, kuşkusuz fenerbahçe'nin menfaatiyle yakından ilgisi var. 19 mayıs stadı'nın park yerinde arabadan çıkıyor, amerikan traşlı, yüzünden sağlık fışkıran bir adamla birlikte beş altı yaşlarında sevimli bir erkek çocuğunu iki elinden tutmuşlar, üçü de sarı kırmızı boya küpüne girmişler gibi. kıvrılan bilet kuyruğunda üç metre yakın temas sağlıyoruz. gözgöze geldiğimde, futbolu ondan daha fazla sevdiğimi itiraf etmeme gerek kalmıyor. yıllardır ödeyemediğim borcumun "konusu" kalmıyor böylece.
ama, 74 ve 78 kupasını, o delifişek dört yılı; geç bulmuş, çabuk kaybetmiş bir sevgiliyi arar gibi, 19 yaşımdan beri delicesine özlüyorum.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında mehmet demirkol'un "(federal) almanya'yı sevmek" başlıklı yazısından;
almanca öğrenmek için istanbul erkek'e gitme planım yatmış, baba zorlamasıyla, mahalledeki saygın abilerin ısrarıyla mekteb-i sultani'ye yollanmışım. (sonradan) mesudum aslında... hazırlık sınıfı bitmiş. ayağımda adidas'lar değil, mekaplar var. ayağım o kadar hızlı büyüyor ki "günah be kızım üç ay giyebiliyor zaten parana yazık" demiş teyzeme babam. teyzem de getirmiyor kramponları artık. hain baba! yazlığın gazinosu hıncahınç dolu. geç vakit. banttan ve renkli almanya-cezayir maçı. gerginim, çok gerginim. berberiler iyi oynuyor. ve madjer ve belloumi'nin golleri geliyor. bu güzel şutlar golden fazla bir şey çok fazla... çünkü cezayir kazanınca her şey apaçık ortaya çıkıyor: buralardaki tekliğim... millet masaların üzerine çıkıyor. fenerbahçe veya galatasaray şampiyon oldu sanki. herkes çok mutlu. ben ezilip büzülüyorum. yerimden kalkıyor, tek başıma eve yollanıyorum. cezayir almanya'yı yeniyor. bense çok yalnızım. gerçek dünyaya hoş geldin. kimse almanya'yı tutmuyor. bu gerçekle yüzleşmek çok zor olmuyor. almanya-avusturya şike yapıyor, cezayir'i safdışı ediyor.
ama cezayir'den öyle nefret etmişim ki, hiç ama hiç üzülmüyorum.
sonra sevgimi, hayranlığa dönüştüren o maç gelip çatıyor. yarı final, karakteri itibarıyla çekoslavakya maçına benziyor, geriden geliyor almanya, fransa maçında. gazinoya gitmemişim, komşuda seyrediyorum bu kez. schumacher battiston'u parçalıyor. ondan nefret edemem. zira hayranım. ona annesinin maçtan sonra söylediğini bile söyleyemem. şöyle demişti annesi: "mide bulandırıcıydı harald, korkunçtu." bununla ilgilenmiyorum. benim ilgilendiğim, klaus fischer'in röveşataya yakın şutuyla gelen 3-3'lük beraberlik. sonrasında penaltılar. uli stilike penaltıyı kaçırdığında onu pierre littbarski teselli ediyor. televizyon bu sahneyi gösterirken toni (harald) schumacher, dündar siz'in penaltısını kurtarıp eşitliği sağlıyor. son penaltı altın kafa hrubesch'ten, almanya finalde. yılmıyorlar hiç yılmıyorlar. bu ne direnç, bu nasıl bir güç.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
istvan szabö'nun şaheseri "mefisto" hollywood'da oscar ödülü'nü alırken, almanya'da yetenekli film yapımcısı fassbinder hayata veda ediyordu. romy schneider intihar ediyor, sofia loren vergi kaçırmaktan tutuklanıyordu. polonya'da işçi sendikası lideri lech walesa hapse atılıyordu.
garcia mârquez, latin amerika'nın bütün şairlerini, dilencilerini, müzisyenlerini, başıbozuk takımını temsilen nobel ödülü'nü alıyordu. el salvador'da askerler, bir köyde yarısı çocuk olmak üzere yedi yüzden fazla insanı mitralyözlerle tarıyorlardı. guatemala'da yerlilerin köküne kibrit suyu dökmek için darbe yapan general rios montt, yayınladığı bildiride ülkeyi yönetme görevinin kendisine tanrı tarafından verildiğini ve haber alma işlerinin bundan böyle kutsal ruh tarafından yerine getirileceğini ileri sürüyordu.
mısır, altı gün savaşlarından beri israil'in işgali altında bulunan sina yarımadası'nı sonunda geri alıyordu. ilk yapay kalp birinin göğsünde atıyordu. miami'deki güvenilir kaynaklar fidel castro'nun devrilmesinin an meselesi olduğunu bildiriyorlardı. italya'da papa kendisine karşı girişilen ikinci suikasttan da sağ çıkmayı başarıyordu. ispanya'da parlamentoyu basan subaylar otuz yıla mahkûm oluyorlardı ve felipe gonzâlez başbakanlık yolunda sağlam adımlarla ilerlerken barcelona'da on ikinci dünya futbol şampiyonası'nın açılışı yapılıyordu.
önceki şampiyonadan sekiz fazlasıyla bu seferkine yirmi dört ülke katıldı, ama eşleşmelerde latin amerika ekiplerinin şansı pek yaver gitmedi. kuveyt ve yeni zelanda'dan başka on dört avrupa, altı latin amerika ve iki de afrika ülkesi katılıyordu.
ilk gün, dünya şampiyonu arjantin karması barselona'da hezimete uğradı. birkaç saat sonra, oradan oldukça uzaktaki falkland adalarında arjantinli generaller bu kez de ingiltere karşısında yenildiler. birkaç yıl süren diktatörlükleri sırasında kendi yurttaşlarını dize getiren bu yırtıcı generaller, ingiliz askerleri karşısında uysalca boyun eğdiler. insan haklarını her zaman ihlal etmiş olan deniz kuvvetleri subayı alfredo astiz'in, gurur kırıcı belgeyi başı eğik durumda imzalayışını tüm dünya televizyonları gösterdi.
televizyon iki gün arka arkaya 82 kupasından ilginç görüntüler verdi. kuveyt ile fransa'nın karşılaştığı maçta, kuveyt'in yediği bir gole itiraz eden şeyh fahid el-ahmed-sabah'ın rüzgârda etekleri dalgalanarak sahaya girmesi görülmeye değerdi; ingiliz bryan robsun'un yarım dakikaya sığdırdığı gol muhteşemdi; ilginç görüntülerden biri de alman kaleci schumacher'in fransa'nın forvet oyuncusu battiston'u bir diz darbesiyle bayılttıktan sonra hiç oralı olmamasıydı; belirtmekte yarar var, schumacher kaleci olmadan önce demircilik yapmıştı.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
michel platini de atletik yapıya sahip bir oyuncu değildi. 1972'de metz kulübü'nün doktoru platini'de kalp yetmezliği ve nefes darlığı olduğuna dair rapor vermişti. bu yüzden metz kulübü, platini'yi transfer etmekten vazgeçti; doktor, platini'de ayrıca bilek sertliği olduğunu tespit edememişti, bu kusur yüzünden ayak bileği kolayca kırılabilirdi; bütün bunlardan başka platini hamur işlerine düşkünlüğünden dolayı şişmanlamaya elverişliydi. her şeye rağmen on yıl sonra, kendisinde bu kadar kusur bulunan bu oyuncu, ispanya'daki dünya kupası öncesinde kendisini transfer etmeyen takımdan öcünü aldı: takımı saint etienne, metz'i 9-2 skorla yendi.
platini, fransız futbolunun en iyi yönlerini kendisinde bulunduran bir futbolcuydu. 58 dünya kupası'nda on üç gol atarak ulaşılmaz bir rekor kıran justo fontaine gibi isabetli şutlar atabildiği gibi, ayrıca raymond kopa'nın çevikliğine ve kurnazlığına sahipti. platini her maçta bir gözbağcı gibi gollerden bir resital sunmakla kalmıyor, aynı zamanda uyumlu oyun kurmadaki becerikliliğiyle seyirciyi büyülüyordu. onun kaptanlığında fransa karması her zaman uyumlu ve sağlam bir futbol sergiledi.
82 dünya kupası'nın yarı finalinde almanya, fransa'yı penaltı atışlarıyla hezimete uğrattı. o maç platini ile rummenige arasında yapılan bir düello gibiydi; maçın kaderini belirleyen sakat vaziyette sahaya çıkan rummenige oldu. daha sonra almanya final maçında italya karşısında tutunamadı. ne platini, ne de rummenige, futbolda bir tarih yazan bu iki süper oyuncu, ekiplerinin bir dünya kupasında şampiyon olma zevkini tadamadılar.
ilk basımı 2002 olan christian eichkler'in "futbolun beceriksizleri ansiklopedisi" kitabından;
schumacher, harald, ya da lakabıyla toni, 1982 dünya kupası'nda iki direk arasındaki en sevdiği rambo rolünü öyle abartmıştı ki, sakız çiğneyen ve aslan yelesi saçlı "nefret edilesi almanlar" imajını uzunca bir süre için yeniden hortlatmıştı. yarı finalde fransız oyuncu patrick battiston'a öyle bir çarpmıştı ki, savunmasız hücum oyuncusunun boyun omurlarından biri kırılmış ve çok sayıda dişi dökülmüştü. sahadaki herkes yerde baygın halde yatan battiston'la ilgilenirken, schumacher olaya kayıtsızca seyirci kaldı. daha sonradan eleştirildiğinde, "diş kaplamalarının parasını ben ödeyeyim" teklifinde bulundu büyük bir cömertlikle.
sevilla'da güzel bir endülüs akşamı. yahya kemal'in anlattığı raksı sahada futbolcular yapıyor. batı almanya, avusturya şikesi dahil oynadığı maçlarda sempatiden çok antipati topluyor. fransa ise michel platini önderliğindeki kadrosuyla pınl pırıl parlıyor. 17. dakikada almanlar öne geçiyor. paul breitner'in ara pasıyla klaus fischer buluşuyor. vuruşu jean luc ettori'den dönüyor pierre ıittbarski'ye tamamlamak kalıyor. on dakika sonra ise bernd förster'in ceza alanında dominique rocheteau'ya faulü ve penaltı. topu öpen platini beraberliği sağlıyor. ve unutulmaz 57. dakika. oyuna daha yeni giren patrick battiston kontratakta ileri çıkıyor. toni schumacher de kalesini terk ediyor. battiston üzerine gelen schumacher'in üzerinden topu aşırtıyor. alman kaleci ise net bir şekilde rakibinin üzerine gidip haftalarca hastanede kalmasına neden olacak hareketi yapıyor. battiston yerde. ama hollandalı hakem corver, aut kararının ötesine gidemiyor. bu, maçın kader anı. uzatmalara gidiliyor. marius tresor ve alain giresse'in harika golleri. jupp dervall, uzatmanın başında sakat olan kari heinz rummenigge'yi oyuna sokuyor. nitekim büyük yıldız, uzatmanın ilk devresi biterken farkı bire indiriyor. 118. dakikada fischer'in röveşatası maçı penaltılara götürüyor. uli stielike'nin ettori tarafından kurtarılan penaltısının ardından schumacher geçiyor kaleye. didier six ve maxim bossis'in penaltılarını kurtarıyor alman kaleci. horst hrubesch'in penaltısı sevilmeyen almanlar'ı finale ulaştırıyor. turnuva takımı olarak bilinen batı almanya, finalde italya'ya kaybediyor ama fransa maçında kaybettikleri daha fazla.
#5 almanlar sert çocuklardır almanya vs fransa, 1982
tamam, kabul etmek gerekir ki dünya kupası tarihinin en kötü faulüydü ama toni schumacher'e sıkıcı oyunu alevlendiren kıvılcımı çaktığı için teşekkür etmeniz gerekir. skor 1-1 devam ederken fransız patrick battiston almış başını gidiyordu ve alman kaleci ona ancak uçarak yetişebilirdi. öyle de yaptı, schumacher adamın ağzına dirsekleri ve diziyle öyle bir darbe indirdi ki battiston baygın bir şekilde yere serildi. ağzında hiçbir dişi sağlam kalmayan oyuncuyu görmesine rağmen hollandalı hakem corver şaşılacak bir şekilde tüm olayları görmezden geliyordu. fransa'yı serbest vuruşla ödüllendirmedi bile. bıyıklı çılgın kaleci penaltı atışlarının ikisini kurtararak almanya'yı finale taşıdı. bazıları schumacher'i bu davranışından ötürü hiçbir zaman affetmeyecek -fransa'da bir gazetenin anketinde, ülkede en nefret edilen kişi olarak alman kaleci çıkmıştı. listede hitler bile ikinci sıradaydı- ama battiston, onu düğününe davet etti.
1982 dünya kupasına katılan fransız takımı, ilk maçında bryan robson'ın yıldızlaştığı maçta ingiltere'ye mağlup olarak tutuk bir başlangıç yaptı. ancak maçlar ilerledikçe michel platini, jean tigana ve alain giresse'den oluşan orta sahaları rakipleri bombalamaya başladı, ileriki turlarda avusturya ve kuzey irlanda'yı eleyen fransa, yarı finalde batı almanya'nın rakibi oldu. müthiş geçen maçın 90 dakikası 3-3 bitti. almanlar fransa'yı penaltı atışları sonunda eledi.
- 1982 ile 1986 arasında bir futbolcunun kazanabileceği neredeyse bütün başarıları kazandınız ve yenilmez görünüyordunuzç. kendinizi dünyadaki en iyi oyuncu olarak görüyor muydunuz?
michel platini: ben kendime dünyadaki en iyi oyuncuyum gözüyle bakmıyordum, çünkü zaten dünyadaki en iyi oyuncuydum. daha ne dememi istersiniz? kendime sonsuz bir güvenim vardı. maça etki edeceğim, goller atabileceğimi bilirdim. 1986'ysa bir dönüm noktasıydı. o tarihte dünyanın yeni en iyi oyuncusu diego'ydu.
- fransa'nın 1982 dünya kupasında ispanya'da batı almanya ile oynadığı yarı finali hatırlıyorum. takım arkadaşları olarak, patrick battiston'un schumacher tarafından neredeyse kafasının koparılmasından psikolojik olarak olumsuz anlamda etkilenmiş miydiniz?
michel platini: evet, psikolojik açıdan etkilenmiştik ama pozitif açıdan. almanlara, hakeme, neredeyse her şeye karşı hiddetlenmiştik. bir sporcu olarak hayatımdaki en önemli andı bu, hatta futbolla ilgili en büyük hatıramdı da diyebilirim, kaybetmiş olsak bile. gördüğüm en sıradışı maçtı, içinde her şey vardı, tam bir dramdı. her filmden, her tiyatro oyunundan, her romandan daha iyiydi. hâlâ orada olup bu maçı yaşadığımdan dolayı mutluyum. unutulmaz bir maçtı. bütün talanı maçtan sonra soyunma odasında oturmuş, öfke dolu, söyleyecek söz bulamayan bir haldeydik, 20 dakika boyunca kendimize gelememiştik. daha sonra, bu benim olaylara daha geniş bir açıdan bakmayı öğrenmemi sağladı. kimse ölmemişti, ailelerimiz güvendeydi, kaybedilen sadece bir maçtı... ama sıradışı bir maçtı, eşi benzen olmayan türden...
yardımcı hakemler: bruno galler (sui), robert b. valentine (sco)
germany fr: harald schumacher (gk), hans peter briegel (dk. 97 karl heinz rummenigge), paul breitner, karl heinz foerster, bernd foerster, wolfgang dremmler, pierre littbarski, klaus fischer, felix magath (dk. 73 horst hrubesch), uli stielike, manfred kaltz (c)
yedekler: hansi mueller, wilfried hannes, uwe reinders, thomas allofs, stephan engels, lothar matthaeus, holger hieronymus, bernd franke, eike immel
teknik direktör: jupp derwall (ger)
france: jean luc ettori (gk), manuel amoros, maxime bossis, gerard janvion, marius tresor, bernard genghini (dk. 50 patrick battiston (dk. 60 christian lopez)), michel platini (c), alain giresse, jean tigana, dominique rocheteau, didier six
yedekler: dominique baratelli, philippe mahut, rene girard, jean francois larios, bruno bellone, alain couriol, bernard lacombe, gerard soler, jean castaneda
teknik direktör: michel hidalgo (fra)
goller: 1-0 pierre littbarski (frg) 17' 1-1 michel platini (fra) 26' penalty goal 1-2 marius tresor (fra) 92' 1-3 alain giresse (fra) 98' 2-3 karl heinz rummenigge (frg) 102' 3-3 klaus fischer (frg) 108'
sarı kartlar: alain giresse (fra) 35', bernard genghini (fra) 40', bernd foerster (frg) 46'
penaltı atışları:
1-0 manfred kaltz 1-1 alain giresse 2-1 paul breitner 2-2 manuel amoros 2-2 uli stielike -kaleci kurtardı- 2-3 dominique rocheteau 3-3 pierre littbarski 3-3 didier six -kaleci kurtardı- 4-3 karl heinz rummenigge 4-4 michel platini 5-4 horst hrubesch 9goal 5-4 maxime bossis -kaleci kurtardı-
1982 fransa-almanya - unutulmaz yarı final ali murat hamarat 4/7/2014 line.do
çeyrek finalin perdesi fransa-almanya maçıyla başlayacak. zaman makinesine atlayıp iki devin 1982'deki unutulmaz randevusuna dönmeye ne dersiniz...
santraya doğru: endülüs'te raks
1982 dünya kupası'nın unutulmaz yarı final maçı endülüs'ün başkentindeydi. almanya ile fransa güzel bir akşamda sevilla'nın ramón sánchez pizjuán stadyumu'nda çıkıyordu. bu onların tarihteki ikinci resmî randevusuydu.
fransa'nın teselli ikramiyesi
fransa ile almanya arasındaki ilk maç 1931'de paris'te oynanmış, ev sahibi gülmüştü. o günün tek golünü ise reinhold münzenberg kendi kalesine atmıştı. iki futbol devinin ilk resmî randevusu 1958 dünya kupası'ndaydı. üçüncülük için sahaya çıkanlar, tribündekilere dokuz gol izletmişti. dört defa fileleri sarsan just fontaine'in yıldızlaştığı mücadelede gülen, 6-3'lük skorla horozlar olmuştu.
panzerler geçidi
almanya tarihi maça şu 11'le başlıyordu: paul breitner, uli stielike, harald schumacher, hans-peter briegel, karl heinz forster, bernd forster; manfred kaltz, pierre littbarksi, klaus fischer, wolfgang dremmler, felix magath
teknik kadife ayaklar
fransa'nın ilk 11'i şöyleydi: marius trésor, jean-luc ettori, gerard janvion, manuel amoros, maxime bossis, jean tigana, dominique rocheteau, bernard genghini, alain giresse, michel platini, didier six.
dakika 15: direklerin gücü adına!
15 dakika geçmişti ki panzerler bir serbest atış kullanıyordu. penaltıların müseccel markası breitner dürtüyor, littbarski abanıyordu. ettori'yi aşan top direkte patlamıştı.
dakika 17: ve perde açılıyor!
sakatlığı bulunan karl-heinz rummenigge'nin yokluğunda almanya'nın hücum aksiyonları merak ediliyordu. dakikalar 17'yi gösterirken panzerler ilk kurşunu atıyordu! breitner'in geliştirdiği akında fischer'in ayaklarına yatan ettori topu uzaklaştırıyor, meşin yuvarlağı önünde bulan littbarski fileleri buluyordu.
dakika 27: eşitlik zamanı
förster'in rocheteau'yu ceza sahasında indirdiği pozisyona karşılaşmanın hollandalı hakemi charles corvet tereddütsüz bir şekilde beyaz noktayı gösteriyor, penaltıyı kullanan platini, 27'de eşitliği getiriyordu.
dakika 57: utanç anı
dakikalar 57'yi gösteriyordu. dremmler'in ayağından topu tereyağından kıl çeker gibi alan bossis, tigana'yı, tigana da platini'yi buluyordu. maestro, battiston'un deparını gördüğünde futbol tarihinin unutulmaz anlarından biri yaşanıyordu. kalesini hışımla terk eden schumacher, uçarak battiston'a giriyor, meşin yuvarlak da az farkla auta çıkıyordu. fransız futbolcu hastanelik oluyor, maçın hakemi ise pozisyona faul bile vermiyordu.
dakika 57: üç dakika ara!
battiston yerde hareketsiz duruyordu. tüm fransız oyuncular hakemin etrafını sarmışsa da hollandalı kartını çıkarmamıştı. talihsiz oyuncu sedyeyle çıkarılırken, elini tutan platini'den başkası değildi. battiston'un iki dişi kırılmış, üç de kaburgası tuzla buz olmuştu.
schumacher ise olaydan yıllar yıllar sonra ancak özür dileyecekti.
dakika 90: direkle dans
dakikalar 90'ı gösteriyordu. maç uzatmalara kalacak derken sahne alan amoros yaklaşık 30 metreden kaleye son bir kez şansını deniyordu. schumacher'i geçen top direkte patlıyor, maçın normal süresi 1-1 eşitlikle bitiyordu.
dakika 92: süpriz zamanı!
92. dakikada platini faullü durdurulunca fransa tehlikeli bir yerden serbest atış kullanacaktı. topun başına geçen 1.63'lük bastıbacak giresse ortalıyor, boş kalan tresor voleyi patlatıyordu. beklenmedik taş panzerlerin savunmasını yarmıştı!
dakika 98: küçük dev adam sahnede!
dakikalar 98'i gösteriyordu. kendi sahasından faul kazanan fransa, topu hızlı oyuna sokmasının karşılığını alıyordu. platini, sonradan ülkemizde dündar siz adıyla da anılacak didier six'i buluyor, onun al da at diye topu uzattığı giresse, alman savunmasının gaflet anını iyi değerlendiriyordu.
fark ikiye çıkmış, uzatmaların bitmesine 22 dakika kalmıştı.
dakika 102: rummenigge'nin klası!
sonradan ülkemize gelip futbolumuzun yazgısını değiştiren jupp derwall'in uzatmalarda oyuna sürdüğü rummenigge klasını konuşturduğunda daha uzatmaların ilk devresi bitmemişti.
littbarski'nin ortasını akrobatik bir hareketle tamamlayan efsane golcü 102'de fileleri bulmuştu. fark artık birdi!
dakika 108: bir röveşata eksik kalmıştı!
108. dakikaydı... sol kanattan akını sürükleyen littbarski'nin ortasını hava toplarının hâkimi hrubesch indirmiş, fischer röveşatayı patlatmıştı. tarihe geçen bu yarı finalde bir röveşata eksikti; o da böylece tamamlanmıştı. kalan 12 dakikada başka gol olmamıştı.
seri penaltılar: tarihte ilk!
120 dakika sonunda eşitlik bozulmayınca, finalist beyaz noktada belli olacaktı. seri penaltı atışları 1978 dünya kupası'nda getirildiyse de arjantin'de bu heyecan yaşanmamıştı. zaten o zamanki statü gereği gruplarında ilk iki sırayı alanlar, iki grupta lig usulü kozlarını paylaşmış; liderler kupa için, ikinciler de üçüncülük için buluşmuştu. o iki karşılaşmada da penaltılara gerek kalmamıştı.
seri penaltılar: panzerlerin zaferi!
ilk olarak beyaz noktaya gelen giresse topu filelerle buluşturduğunda, tarihin ilk seri penaltı golüne imza atıyordu. kaltz skoru eşitliyor, amoros yine horozları öne geçiriyordu. penaltının müseccel markası breitner yine fileleri buluyor, rocheteau hata yapmıyordu. stielike tarihin en kötü atışlarından birine imza atıp topu ettori'ye nişanladığında avantaj fransa'ya geçiyordu. dünya kupası'nda seri penaltı atışlarında tek kaçıran alman hâlâ o, bilesiniz.
didier six atsa, belki de hiçbir zaman dündar siz olamayacaktı ya neyse. littbarski skora yine denge getirmiş, platini maçın normal süresinden sonra bir de seri penaltı atışlarında aynı kaleyi bulmuştu. rummennigge'nin plasesi deseniz pek zarifti... bossis'e dur diyen schumacher, takımına avantajı getirmişti. hrubesch ağları bulduğunda tarihin ilk seri penaltı atışlarının galibi ortaya çıkmış oldu.
raphael honigstein'ın "dördüncü yıldız: alman futbolunun kendini yeniden keşfi ve dünyayı fethi" adlı kitabından
(...)
bütün bunlar yetmezmiş gibi kaleci harald “toni” schumacher fransa’yla oynanan, yarı final maçında patrick battiston’ı amiyane tabirle “biçmiş”, battiston iki dişinden olmuş ve omurgası zedelenmişti. hakemin cezalandırmaya gerek bile görmediği schumacher, battistorfa ilk müdahale yapılırken sahadaki umursamaz ve hatta mutlu tavırlarıyla tepki toplamıştı. bununla da yetinmeyen schumacher almanya’nın penaltı atışlarıyla kazandığı maçtan sonra eğer isterse battiston’m dişçi masraflarını karşılayabileceğini söylemişti.
battiston olayı almanya ve fransa arasında bir siyasi krizin de doğmasına sebebiyet vermişti, fransa’da yapılan bir ankette schumacher “en nefret edilen alman” unvanını hitler’in elinden almış ve şansölye helmut kohl ve cumhur başkanı françois mitterand iki ülke arasında 1984 nisanında strasbourg’da oynanacak dostluk maçı öncesinde tüm taraftarları sükûnete davet eden ortak bir bildiri yayınlamışlardı.
1982’deki milli takımın bu küstah tavırları aslında savaş sonrası alman futbolu için bir dönüm noktası oluşturuyorlardı. federal almanya yıllardan beri liberal ve ilerlemeci bir ülke imajı inşa etmeye çalışıyordu. bu aslında savaş sonrası başlamış olan nazilerden arınma politikasının bir parçasıydı. bu politikanın futbola, yansıması ise sahada zafer de kazanılsa (1954 ve 1974 dünya kupaları), yenilgiye de uğransa, (1966 dünya kupası) takımın belli başlı ahlak kuralarının dışına asla çıkmamasıydı. işpanya’daki dünya kupası ise eski, “çirkin” almanya’nın geri dönüşüne şahne olmuştu; kendi çıkarları uğruna tahayyül edilemeyecek kötülük ve ahlaksızlıklara imza atabilecek bir jenerasyonun geri dönüşüydü bu. federal almanya'nın önde gelen halkla ilişkiler uzmanlarından dietrich schulze van loon, batı alman oyuncuların kupadaki davranış ve demeçlerinin “almanya’nın ikinci dünya savaşı’ndan" sonra yaşadığı en büyük halkla ilişkiler faciasına” sebebiyet verdiğini söylüyordu.
yapmacık bir sosyalistten vahşi bir kapitaliste dönüşümünü tamamlamış olan paul breitner (alman oyuncu turnuva öncesinde meşhur sakallarını bir reklam kampanyası için 150,000 alman markı karşılığında kesmişti) önderliğindeki takımın o kadar kötü bir imajı vardı ki, sonraki yıllarda onların giydiği siyah-beyaz formayı giyen milli takımlara futbol kamuoyunda müthiş bir antipati duyulacaktı.
ispanya 82’de ortaya çıkan klişeleri yıkmak hiç de kolay olmadı. alman milli takımları uzun yıllar boyunca disiplinsiz, kendi aralarında kavga etmeden duramayan, acımasız askerlere benzetildiler. cesar luiş menotti’nin futbolu sağ (negatif tutucu ve otoriter) ve sol (pozitif, yaratıcı ve demokratik) olarak ikiye ayırdığı ve futbolun karmaşıklığını görmezden gelen teorisine birebir uyan tek ampirik örnekti ’82 milli takımı.
bu takım, aynı yıl şansölye olan tutucu hıristiyan demokrat helmut kohl’un siyasi fikirlerinin futbol sahasında vücuda gelmiş biçimiydi adeta.
klinsmann ve löw kendilerinden önceki teknik direktörlerin ne kadar günahkâr olduklarının farkındaydılar. zaten bu ikilinin 2004’ten sonra milli takımın imajını değiştirme çabaları da bu farkındalığın bir sonucuydu. amaç tertemiz bir imajla yeniden doğacak alman milli takımına taraftar ve kamuoyu desteği sağlamaktı ve doğrusunu söylemek gerekirse klinsmann ve löw bu amaç uğruna bazen fazla ileri de gidebiliyorlardı.