tarih: 16 haziran 1982 çarsamba, el molinon stadyumu / gijon seyirci: 42.000 hakemler: enrique labo revoredo (peru), paolo casarin (italya), gilberto aristizabal (kolombiya)
b.almanya: harald anton ‘toni’ schumacher, manfred kaltz, karlheinz förster, ulrich stielike, hans peter briegel, wolfgang dremmler, paul breitner, felix wolfgang magath (83 klaus fischer), pierre littbarski, horst hrubesch, karl heinz rummenigge (kaptan) teknik direktör: jupp derwall (almanya)
cezayir: mehdi cerbah, chaabane merzekane, nouredine kourichi, mustapha dahleb, mahmoud guendouz, fazwi mansouri, ali fergani (kaptan), lakdhar belloumi, rabah madjer (88 salah larbes), djamel zidane (64 tedj bensaoula), salah assad teknik direktör: mekloufi rachid (fransa)
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında mehmet demirkol'un "(federal) almanya'yı sevmek" başlıklı yazısından;
almanca öğrenmek için istanbul erkek'e gitme planım yatmış, baba zorlamasıyla, mahalledeki saygın abilerin ısrarıyla mekteb-i sultani'ye yollanmışım. (sonradan) mesudum aslında... hazırlık sınıfı bitmiş. ayağımda adidas'lar değil, mekaplar var. ayağım o kadar hızlı büyüyor ki "günah be kızım üç ay giyebiliyor zaten parana yazık" demiş teyzeme babam. teyzem de getirmiyor kramponları artık. hain baba! yazlığın gazinosu hıncahınç dolu. geç vakit. banttan ve renkli almanya-cezayir maçı. gerginim, çok gerginim. berberiler iyi oynuyor. ve madjer ve belloumi'nin golleri geliyor. bu güzel şutlar golden fazla bir şey çok fazla... çünkü cezayir kazanınca her şey apaçık ortaya çıkıyor: buralardaki tekliğim... millet masaların üzerine çıkıyor. fenerbahçe veya galatasaray şampiyon oldu sanki. herkes çok mutlu. ben ezilip büzülüyorum. yerimden kalkıyor, tek başıma eve yollanıyorum. cezayir almanya'yı yeniyor. bense çok yalnızım. gerçek dünyaya hoş geldin. kimse almanya'yı tutmuyor. bu gerçekle yüzleşmek çok zor olmuyor. almanya-avusturya şike yapıyor, cezayir'i safdışı ediyor.
ama cezayir'den öyle nefret etmişim ki, hiç ama hiç üzülmüyorum.
sonra sevgimi, hayranlığa dönüştüren o maç gelip çatıyor. yarı final, karakteri itibarıyla çekoslavakya maçına benziyor, geriden geliyor almanya, fransa maçında. gazinoya gitmemişim, komşuda seyrediyorum bu kez. schumacher battiston'u parçalıyor. ondan nefret edemem. zira hayranım. ona annesinin maçtan sonra söylediğini bile söyleyemem. şöyle demişti annesi: "mide bulandırıcıydı harald, korkunçtu." bununla ilgilenmiyorum. benim ilgilendiğim, klaus fischer'in röveşataya yakın şutuyla gelen 3-3'lük beraberlik. sonrasında penaltılar. uli stilike penaltıyı kaçırdığında onu pierre littbarski teselli ediyor. televizyon bu sahneyi gösterirken toni (harald) schumacher, dündar siz'in penaltısını kurtarıp eşitliği sağlıyor. son penaltı altın kafa hrubesch'ten, almanya finalde. yılmıyorlar hiç yılmıyorlar. bu ne direnç, bu nasıl bir güç.
cezayir, batı almanya'yı ilk turda turnuvanın favorisi batı almanya'yı 2-1 yenerek tüm dünyayı şaşırttı. ancak, almanya avusturya'yı 1-0 yenince gol averajıyla elendi. fakat daha sonra her ikisinin de bir sonraki tura çıkmalarına karar verildi.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir an için rize'den uzaklaşıp eskilere gittim.
ispanya'da yapılan 1982 dünya şampiyonasında da gijon'da 2. grupta cezayir karşısında oynadığımız turnuvanın ilk maçını 2-1 kaybettiğimizde ve hepimizin sevinçle beklediği bu dünya şampiyonasının sonunun geldiğini sandığımızda, aynı şey olmamış mıydı?
cezayir maçından iki gün önce, kaldığımız otelin restoranında yuvarlak bir masanın etrafında, basın sözcümüz dr. wilfried gerhardt, organizasyondan sorumlu sekreterimiz horst schmidt, o zamanlar alman spor enformasyon servisi (sid) adlı ajansta çalışan gazeteci wolfgang niersbach, aşçımız hans damker ve alman takımının antrenörü olarak da ben hep birlikte oturuyorduk. günün sonunda, güzel bir alman birası içerek, cezayir ile yapacağımız ilk maçı tartışıyorduk. büyük saygıyla, fakat kendine güvenle maçı değerlendiriyorduk. sonrasında ikinci tur maçlarının da yapılacağı ve 1982 dünya şampiyonası final maçının oynanacağı madrid'e gitmeyi hedefliyorduk.
zorlu bir çalışmayla geçen uzun bir günün sonunda tadini çıkartmak istediğimiz güzel bir ortam ve hoş saatlerdi maçın havası çok iyiydi; hansi müller'e varıncaya kadar eksiksiz bir ekiple oynanma şansımız vardı ve takım önceden belirlenmişti; bu konuda iyice düşünmek için dört haftadan fazla zamanımız olmuştu.
cezayir; cezayir de kimdi? asistanım erich ribbeck takımı gözlemlemişti. ben de cezayirliler'i, iki hafta önce, turnuvaya hazırlandıkları isviçre'nin lozan kentinde görmüştüm. hızlı, kurnaz, becerikli, oyunda önceden tahmini güç bir tempo değişimi gösteren, teknik olarak olağanüstü durumda bir takımdı. oyuncularının çoğu fransa ve belçika'da birinci ve ikinci liglerde oynuyorlardı. bu oyuncuların bütün güçlü ve zayıf yanlan aklımdaydı. oyun tarzlarını ve taktik önlemlerini de tanıyordum. aslında, bu şampiyonada iyi bir başlangıç yapma konusunda her hangi bir ters liğin olması mümkün değildi.
o akşam masada birlikte oturduğum dostlar da benimle aynı fikirdeydiler. iyi bir sonuç alamamamız halinde içine düşeceğimiz büyük ayıp ve küçülmeden, hele alaylı gülüşlerden korunmamız için sadece istek ve konsantrasyonun yeterli olacağı düşüncesindeydiler.
wolfgang niersbach, gazetecilerin dostları karşısında da korudukları o tavırla anîden bana dönerek sordu: "jupp, eğer olur da cezayir karşısında maçı kaybedersek ne yapacaksın?"
şu yanıtı vermiştim ona: "wolfgang, önce aşırı derecede saçmalıyorsun; ikincisi, bu şampiyonanın en müthiş hikâyelerinden birini yakalamak istediğini hissediyorum; üçüncüsü, sana itiraf edeyim ki, eğer dediğin çıkarsa gijon'dan trene atlar eve dönerim."
şakalaşmak, birbirimize takılmak ve bu arada o tür olumsuz düşüncelerden uzaklaşmak istiyorduk.
beklenen gün geldi. takım turnuvanın bu ilk maçını geçmek için yanıp tutuşuyordu. artık bir şeyler olmalıydı.
hazırlanmak, güç toplamak ve forma girmek için tam bir aydan uzun bir süredir yollardaydık.
takımla konuşma sırasında cezayir takımının değerlendirmesi güç bir takım olduğu konusunda herkesi ciddiyetle uyarmıştım. cezayirlilerin üstün tekniklerini, hızlarını, taktik inceliklerini ve daha pek çok şeyi övmüştüm. cezayirlileri cezayir'de izlemiş olan asistanlarıma da konuşma fırsatı vermiştim. sonra da takımı, cezayir'deki alman elçisinin anlattıkları hakkında uyarmıştım. dünya şampiyonasının 2. grubundaki rakibimiz cezayir hakkında saatlerce konuşulabilirdi. ancak, oyuncuları motive etmek, gayrete getirmek, isteklerini kamçılamak ve neye muktedir olduklarını göstermek daha önemliydi.
12 yıl boyunca katıldığım dördüncü dünya şampiyonasıydı. dünya şampiyonalarını, maçları, zaferleri, beraberlikleri, yenilgileri, golleri ve puanları geride bırakan almanya, brezilya'dan sonra dünyanın en iyi ikinci takımıvdı ve bu kez de iyi bir derece almak istiyorduk.
maçın perulu hakemi enrique labo revoredo soyunma odalarında bizi centilmence ve doğru oynama konusunda uyarmış ve yedek kulübesinde kalacak antrenör ve oyunculardan da, sahaya müdahale etmemelerini ve baş hakemin talimatlarına uymalarını istemişti.
cezayirliler'in taktiği birkaç dakika sonra belli oldu. alan savunması yapıyor, karşısında oynadıkları oyuncuyu ancak kendi alanlarına girdiği anda marke ediyorlardı. tempoyu düşürmeye ve bizi şaşırtmaya çalışıyorlardı. istediklerine ulaştılar da.
devre bitimine kadar, maçın sonunda kendileri için yeterli olacak 0-0'lık durumu korumuşlardı. "yeter ki kaybetmeyelim" düşüncesiyle oynuyorlardı. ancak zamanla, alman takımı ne kadar hücuma yönelik oynarsa karşı atak imkânlarının da o kadar arttığını farkettiler.
bu yüzden, devre arasında, kontrol altına alınmış bir savunmadan çıkarak hücum etme ve açık oyun kurma konusunda anlaşmıştık.
"haydi çocuklar, çıkın saldırın!" mı demeliydim? bunu bütün bir ilk yarı boyunca zaten yapmıştık. çünkü dünya şampiyonalarında sık sık görüldüğü gibi, her büyük takım, grup içindeki "küçük" olduğu sanılan takımlar karşısında zorluklar yaşar.
meksika'da, fas karşısında oyunun bitiminden kısa bir süre önce 2-1 kazanabildiğimiz maçta olduğu gibi; ya da 1974'de, kendi ülkemizde o zamanki doğu almanya karşısında hamburg'da 1-0 kaybettiğimiz maçta olduğu gibi; 1978fde arjantin'de, tunus'la 0-0 berabere kalıp bir sonraki tura yükselebildiğimize sevindiğimiz maçta olduğu gibi.
diğer ülkeler için de durum farklı değildi. bu tür durumları bugün de dünyanın en güçlü takımları yaşar. örneğin, tenisin dünya klasmanındaki oyuncuları da benzer deneyimlerden geçmek zorunda kaldılar.
devre arasında tempoyu yükseltmeyi kararlaştırdık. oyun açısından olmasa da, rakibe, güç, dayanıklılık ve kondisyon bakımından üstünlük sağlamak mümkün olmalıydı. oysa biz avrupa şampiyonu'ndan beklenen, net bir biçimde ve zorlanmadan kazanmamızdı.
55'inci dakikada olan oldu. cezayir'in bir karşı atağı yedek kulübesinde oturan bizleri ve o maçtan bu maça dolaşan gezgin seyircilerimizi korku ve dehşete düşürdü. daha sonra portekiz'de büyük başarı kazanacak ve avrupa'nın en iyi oyuncuları arasında yer alacak olan madjer, topu iki savunma oyuncumuz arasından ok gibi göndererek durumu cezayir lehine 1-0 yaptı.
takımımız bu golü şaşılacak kadar iyi biçimde hazmetti... henüz on dakika geçmişti ki, 66!ncı dakikada kari heinz rummenige çoktandır zamanı gelen golü atarak durumu 1-1 yaptı.
bana, sanki artık önümüz açıldı, takımımız şaha kalkacak ve maçı kendi lehimize çevirecek ortamın oluşması sadece bir an meselesiymiş gibi gelmişti.
ancak her şey farklı gelişti. daha üç dakika geçmeden madjer yine atağa kalktı. bu kez sol kanattan. bir çalım, sonra bir tane daha ve sonra kalenin ortasına doğru sert bir pas. o noktada belloumi füze gibi dalarak topun gelişine vurdu ve topu alman kalesine gönderdi. durum cezayir lehine 2-1 olmuştu.
maçı kaybetmiştik. dünya şampiyonasında başarılı bir başlangıç yapma şansını kaçırmıştık. kötü niyetli eleştiriler ve böyle bir rakibi doğru dürüst değerlendirmeyi becerememiş olduğumuz için atılan çıngıraklı kahkahalarla karşılaşacaktık.
alman gazeteleri iyi bir hikâye yakalamışlardı. benim gijon'dan frankfurt'a kadar izleyeceğim trenyolunun güzergâhını basıyor, buna bir de orijinal tren biletinin resmini ekliyorlardı. yani bileti oradan kesip trene binmem yeterliydi ve belirttiklerine göre iki buçuk günlük yolum vardı.
bu kez ne bahse girmiş, ne de bir söz vermiştim. ama yine de şimdi rize'de benzer bir durumla karşı karşıyaydım...
ve işte bir anda gözlerimin önünde belirmişti çıkış yolu.
daha önce hiç olmadığı kadar mutsuz ve ezici görünen durumumuzda bize yardımcı olabilecek tek şey, daha önce de aklıma geldiği ve o anda kavradığım gibi, sadece iyimserlik ve kendi gücümüzle işin içinden çıkabileceğimize inançtı...
ayağa kalktım; bedenimin nasıl gerildiğini içimde hissettim ve dimdik yürüyerek dışarıda bekleyen basın mensuplarının yanına gittim. maç üzerine, yaptığımız hatalar üzerine birkaç söz söyledim, rakip takımı övdüm ve sonra kendi kendimin şöyle konuşmakta olduğunu farkettim: "şimdi biliyorum ki, biz bu şampiyonluğu alacağız. takımımız son maçları kazanacak ve diğer takımların, şampiyonluk yolundaki bu son aşamada bizim kadar kendine güvenemediğini ve sağlam sinirlere sahip olamayacağını biliyorum."
inanmaz gözlerle ve şaşkınlık içinde yüzüme baktılar ve sonra bu delice sözleri istanbul'daki gazetelerin yazı işlerine iletmek üzere telefonların, telekslerin başına koştular.
gazeteler, dev puntolarla, "derwall, 'şampiyonluk bizim,' diyor" şeklinde başlıklar attılar.
bazıları ise bu saçmalığı okuyucularına yutturmaya cesaret bile edemediler. spekülasyona meydan vermemek için haberi küçük puntolarla geçiştirmekle yetindiler.
"dünya kupasıyla 1978'de tanıştım ama bilinçli bir şekilde izlediğim ilk turnuva dört yıl sonraki 1982 dünya kupasında bir gördüğüm, bir de görmediğim olay ile şok yaşadım..."
italya'nın polonya ile yaptığı yarı final karşılaşmasında paolo rossi'nin gol sevinci sırasında geniş paça şortunun arasından testisleri ekrana yansıyınca korkup odama kaçtım. aynı turnuvada cezayir'in almanya'yı yendiği maç ise ertesi gün gireceğim anadolu liseleri sınavının kurbanı oldu. seyredemedim o mucizeyi. 1971 ve 72 doğumluların çoğu o imtihan yüzünden bu efsane mücadeleden mahrum kaldı. aynı kupada gördüğüm peru forması da çok etkilemişti beni. bu sebeple maşallahlı sünnet kıyafetimi giydiğim zaman kendimi perulu bir yıldız statüsüne yükselmiş hissettim ansızın. ama doktor ile karşı karşıya gelince ne cubillas kaldı ne de oblitas. neyse ki kademeye babam girdi ve kâbusa dönüşen operasyon sonrası düğünde iğneyle oynamamı sağladı (ayıptır söylemesi biraz geç sünnet oldum).
1986 öncesinde macaristan'ı şampiyon eden bilgisayar firmasına kandım. macarlar daha ilk maçında sscb'den altı yiyince teknolojiye itimadım kalmadı. gece maçları oynanırdı meksika'daki o kupada. danimarka'nın ispanyolca'da "dinamarca"yazıldığını ve guadalajara gibi zor kent isimlerini öğrendik.tanrının eli olup olmadığı sorusu takıldı kafamıza. almanlardan nefret edenler ordusuna yazıldık. belanov'un müthiş direnişime rağmen belçika'nın hakemler sayesinde sscb'yi elemesine gözyaşı döktük. meksikalı negrete'nin olağanüstü golü hafızamıza kazındı. bugün paramparça olan ırak o turnuvada bütün olarak vardı. bir de harika bir halit kıvanç tasviri kaldı kafamda. büyük usta radyodan arjantin almanya finalini anlatırken, arjantinli olarticoechea için "hani ismi şu köşe yaz köşesi, şu köşe kış köşesi deyimini andıran bir futbolcu var ya işte o" demişti.
1990'da herkesin sempatisini kazanan kamerun'u arjantin'i yendikleri için kara listeme aldım. gözler galatasaray'a transfer olan rumen rotariu'nun üzerindeydi. bir de her maçta yıldızlaşan futbolcu gazetelerde üç büyüklerle ilgili transfer haberlerini süslüyordu. kosta rikalı medford aynı takımdan kaleci conejo ve kamerunlu oman bıyıck'a fb, gs ve bjk formaları giydirildi basın tarafından. ama sonuçta hiçbirisi gelmedi. diego armando maradona'nın gözyaşlarıyla biten turnuvadan geriye hüzün kaldı.
abd'de düzenlenen 1994 dünya kupası'ndaki bulgaristan-meksika maçında, kale direği kırılınca eziyeti çeken, o karşılaşmayı nakleden rahmetli aydın köker oldu.
bu az rastlanan olayı ve duraklamadan doğan yarım saati anlatıncaya kadar akla karayı seçti. bolivya'nın yıldızı olarak tanıtılan etcheverry' oyuna girdikten beş dakika sonrası atılınca adamın iyi topçu olup olmadığını anlamak kısmet olmadı. 1986'daki bilgisayar faciasından sonra bu kez baltayı taşa vuran pele oldu; şampiyon adayı kolombiya ilk turu geçemeden evine döndü. üstelik bir de şehit verdi. o kupanın yıldızları hagi, andersson ve letchkov'un bir gün türkiye'de oynayacağından bihaberdik. lalas'ın, larsson'un valderrama'nın saçları lüle lüleydi. şimdinin antalyasporlusu cordoba o zaman da kaleyi terk etmeden duramazdı. hagi'nin kestiği ceza bile onun bu huyundan vazgeçmesine yetmedi.
1998 ve 2002 dünya kupalarında artık televizyoncuydum. son yıllar bir büyünün sona ermesini de ifade ediyordu benim için. dünya kupası'nın en büyük zevklerinden biri yeni futbol kültürleri tanımaktı. iletişimin süratli ilerlemesi sayesinde tüm ligler artık canlı yayınlanıyor ve özellikle afrikalı futbolcularla erkenden tanışıyorduk. buna karşın 1998'de hırvatistan'ın çıkışından, jamaika'nın varlığından, tanıdığım en sevimli futbolcu olan john leshiba moshoeu'nun olmasından keyif aldım. 2002'de güney kore'nin tae han min guk sloganını öğrendik. almanların daha uzun yıllar final oynayacağına, brezilya'nın da kupayı defalarca kaldıracağına ikna olduk. hepsinden önemlisi biz vardık. üstelik dünya üçüncüsü olduk. hem de güney kore ile kupa tarihinin en görkemli fair play gösterilerinden birine imza atarak.
yardımcı hakemler: gilberto aristizabal murcia (col), paolo casarin (ita)
germany fr: harald schumacher (gk), hans peter briegel, paul breitner, karl heinz foerster, wolfgang dremmler, pierre littbarski, horst hrubesch, karl heinz rummenigge (c), felix magath (dk. 82 klaus fischer), uli stielike, manfred kaltz
iki hafta önce, (6 yıllık hayalim olan ama tembellikten bir türlü yapamadığım) pikabıma yükseltici alma işini başarıyla tamamladığım için, sabah ayrancı’daki (her ayın ilk pazarı kurulan) antika pazarına gidip plak bakındım. ilginçtir, 1982’de ispanya’da düzenlenen dünya kupası için, iki müzisyenin (michael schanze ve lena valaitis) kupaya katılacak ülkeler için besteledikleri şarkıları, alman milli takımı oyuncularından oluşturulan koro ile birlikte söyledikleri “ole espana” adında bir plak buldum ve hemen edindim!
tanıl abilerdeki (akhisar - gençlerbirliği maçı http://www.macanilari.com...rligi-201320141908--.html) deplasman tribününe giderken de yanımda bu plak vardı. görünce şaşırdı, 5 tl’ye aldığımı öğrenince iyice şaşırdı ardından da almanca yazılara bakınıp bana çeviriler yaptı. böylece, satılan her plağın batı almanya futbol federasyonuna 250 mark kazandırdığını ve dönemin futbol federasyonu başkanı hermann neuberger, teknik direktör jupp derwall ve takım kaptanı karl-heinz rummenigge’nin plağı doldururken oldukça eğlendiklerini ve futbolun dostlukları arttırması temennilerini öğrendim.
raphael honigstein'ın "dördüncü yıldız: alman futbolunun kendini yeniden keşfi ve dünyayı fethi" adlı kitabından
aslında 1982 yılında gijön’da iki skandala daha imza atılmıştı. bunlardan ilki 15 haziran’da avrupa şampiyonu almanya ile cezayir arasında oynanan kupanın açılış maçıydı. jupp derwall’in takımının maçtan önceki kendini bilmiş hâl ve tavırları rahatsızlık verici düzeydeydi. takımın laubali tavrının en iyi örneklerinden birini maçtan önce kameralara “tempomuzu oturtana dek dört ila 8 gol atmış oluruz herhalde,” diyen kaleci toni schumacher veriyordu.
şen şakrak bir kişilik olan derwall de maçtan önce, şaka yoluyla, eğer maçı kaybederlerse “ilk trenle eve döneceğini” söylemiş ve takımına rakiplerinin oynadığı maçların videolarını izletme gereği bile duymadığını da itiraf etmişti. “zaten herhalde onlara oturup cezayir’in eski maçlarını izleyeceğiz desem benimle dalga geçerlerdi” diye de eklemişti tecrübeli teknik adam. cezayir teknik direktörleri mahieddine khalef ve rachid mekloufi de rakiplerinin kendilerini ne kadar küçümsediklerinin farkındaydılar. khalef yıllar sonra “bir alman oyuncu maçtan önce bize karşı ağzında puroyla bile oynayabileceğini söylemişti,” diyordu.
derwall turnuvaya hazırlık kampında oyuncularını olabildiğince serbest bırakmıştı. gazetelerde oyuncuların gece geç saatlere kadar kâğıt oynadıkları ve sürekli alkol alıp seks yaptıklarına dair haberler çıkıyordu. turnuvadan birkaç yıl sonra kaleme aldığı otobiyografisinde o günleri şöyle anlatıyordu schumacher: "pokerde ortada dönen para 10,000 alman mark’ını bulurdu. kâğıt oynamayanlar bütün gece seks yapıp sabahki antrenmana zomi gibi gelirlerdi."
bu rahatlığın kötü sonuçlar doğuracağı bellliydi. cezayir'in rabah madjer ve lakhdar belloumi'nin golleriye kazandığı maç, 1966’da kuzey kore’nin italya’yı ve 1950'de abd’nin ingiltere'yi 1-0 yendikleri maçlarla birlikte dünya kupası tarihinin en büyük süprizleri arasındaki yerini alıyordu. maçtan sonra bir alman televizyon yorumcumu derwall'e devasa bir tren bileti hediye etmiş, süddeutsche zeitung ise mağlubiyeti “titanik’in batışına” benzetmişti.
1982 dünya kupası’nın ilk skandali cezayir mağlubiyeti, ikincisi ise avusturya maçıydı. üçüncü skandal ise potansiyel olarak çok daha büyükt ancak hakkındaki gerçekler asla tam anlamıyla su yüzüne çıkmayacaktı. 2011 yılında, 1982 dünya kupası'na katılan cezayir takımından üç oyuncunun engelli çocukları olduğu ortaya çıktı. takımda yer alan isimler bunun bir tesadüf olamayacağını ve kupa öncesinde kendileriyle çalışan rus doktorun oyunculara verdiği vitaminlerden şüphe duyduklarını dile getirdiler. açılan resmi sıoruşturma sonucunda rus doktorun suç işlediğine dair herhangi ir kanıt ulunamadı. bu esnada belloumi de guardian'a verdiği bir röportajda takımdaki hiç kimsenin doping yapmadığından adı gibi emin olduğunu elirtti ve konu da böylece kapanmış oldu.