can kozanoğlu'nun futbol ve kültürü kitabında (ilk basım 1993) yer alan "gençler deplase olunuz!" başlıklı yazısından;
çevrermizde çok "mantıklı" insanlar vardı. her seferinde "siz deli misiniz" derlerdi, "oturun evinizde, televizyon da gösterir akşama, gitmeyin"... bizim için deliliğin ölçüsü trabzon'a gitmekti. çok şükür deli değil, yalnızca fenerliydik. deplasmanda, trabzon il sınırı hariç sınır tanımıyorduk. kimi zaman iki abim hayri ve bülent, kuzenim akın, arkadaşlarımız alp, tevfik, hilmi'nin kardeşi can murat ve her zaman iki kişi, ilkokuldan beri "en haso fenerli" arkadaşım hilmi ile ben dolaşıp dururduk fenerbahçe'nin peşinden. iyi de yapardık. fener'i türkiye'nin ondört kentinde seyrettik.
"deplasman ruhu"na erdik.
bir şeyi çok ama çok sevdiğinizi hissettiğiniz anda, kalbinizin altından elektriklenme, kaşınma, ürperme karışımı bir dalgacık geçiverir ya, deplasman ruhunun fiziksel ifadesi o dalgacıktır işte. takımınızı çok ama çok sevdiğinizi hissedersiniz. sizden sevginin rasyonel açıklamasını isteyenlerle aranızdaki mesafe daha da açılır. ve öyle bir açıklama yapmak zorunda olmadığınızı iyice anlarsınız. sevginize güveniniz artar. kendinize de güveniniz artar. (bu son cümlenin üzerine "güvensiz, ezik insanların tribünlerdeki kimlik arayışı..." diye başlayan yorumlar yapmayalım, n'olur.)
bu güven duygusu, genellikle stada vardığınızda uyanır. ama hafif bir kahramanlık kabarması, yolun ilk kilometresinden itibaren üzerinizdedir. paylaştığınız, uğruna meşakkate katlandığınız bir şeyin varlığı da hissiyatınızın üzerine mutluluk serpintisi yapar: mis gibi deplasman ruhu işte! (elbette ki bütün bu ince, ulvi hissiyatı "lan oğlum s..tir lan..."!, cümleler eşliğinde yaşarsınız, o ayrı bir şey.)
evet, deplasman ruhuna erilir. futbolun asıl zevki, maç seyretme zevki yaşanır. ve hayat tecrübesi edinilir; deplasman klasik deyimle tam bir hayat tecrübesidir. cins cins insanlarla yüzlerce kilometrelik içli-dışlı yolculuklar yaparsınız, belki başka türlü hiç görmeyeceğiniz yerleri görürsünüz, hiç yaşamayacağınız şeyleri yaşarsınız, hiç tanımayacağınız insanları tanırsınız, mecburen tepkilerinize hakim olmayı öğrenirsiniz, sükûnetin panik karşısındaki üstünlüğünü anlarsınız, bir sürü anı biriktirirsiniz. daha ne olsun?
kuşkusuz, deplasmandan deplasmana fark vardır. örneğin üç büyüklerden birinin taraftarı için izmir deplasmanının yalnızca adı deplasmandır. maça girememe riski yok, tribünde çoğunluk olma garantisi var; havadan, karadan, denizden ulaşım imkânı var, şehrin sokaklarında göze batmazsınız, "il sınırına kadar" polis nezaretinde yol tepmek zorunda kalmazsınız, izmir'de yaşanabilecek tek tatsızlık, takımınızın puan kaybetmesidir. (yine de her yerde buruk anılar olabiliyor, iyice ufaktık, izmir'e altay-fener maçına gittik, alp, oğuz, ben. alp'in izmir'de iyi tanıdığı kızlar vardı. fener altay'ı nasıl olsa yenecekti, maçtan sonra da kızları alıp yemeğe gidecektik. plan böyle... ayrıntılara girmeyelim, alp'in hevesi büyük ölçüde, oğuz'la benim hevesimiz tamamen kursakta kaldı. akşam, altay'a kaptırılan puanın ardından, sap sap otogar köfteleri yerken küfredip duruyorduk. bir de oğuz "tamam içeri girdim ama işemedim ki, para vermem" diye helacıyla kavga çıkardı ki, tam rezalet...)
bu avantajların çoğu ankara için de geçerlidir ama ankara'da naça girememe riski vardır, ankaragücü taraftarları zaman aman otogar ve istasyonda "karşılama" yaparlar, üstelik ankaragücü amigosu hüsnü'yü uzaktan da olsa görmek zorunda kalırsınız ki, başlıbaşına bir eziyettir. gençlerbirliği deplasmanları "temiz" geçer.
mehmet yüce'nin, "romantik yürekler: futbol tarihimizin yeni devreleri: 1952-1992, türkiye futbol tarihi - üçüncü cilt" kitabından;
orhan berent anlatıyor:
“bin dokuz yüz seksen iki senesinin mayıs ayı. şampiyonluk yarışı hızlanmış, fenerbahçe ipi en önde göğüslemek istiyor. fakat tam da o sıralar, on beş sezon sonra eskişehir’deki olaylı bir maçın ardından şampiyon olup es-es’leri kümeye ittirecek beşiktaş da mutlu sona doğru adım adım yaklaşıyor, işte bu ahvâl ve şerâit içinde altay, atatürk stadı’nda fenerbahçe’yi konuk ediyor.
o sezon büyük mustafa’nın sondan bir evvelki yılıydı. altay ömeragic’in teknik direktörlüğünde piliç denilen genç oyuncularla ligde tutunmuş, gelecek için umut vaat ediyordu. hava oldukça sıcaktı. izmir’e yaz gelmiş denilebilecek bunaltıcı bir hava mevcuttu. atatürk stadı’nın kapalı tribünü dolu, açık tribünde ise kenarlar boş kalmış, seyirci ortalarda kümelenmişti. bedavacılarla birlikte yirmi bin kişiydik büyük ihtimâl.
ben o maçta açık tribündeydim. o yıllarda hâlâ efendilik mevzû-i bahis olduğu için seyirci neredeyse karışık denilebilen bir düzende oturuyordu. yanımızda yöremizde, kendi şehrinin takımını tutmaktansa başka şehirlerin bayraklarına gönül vermiş fenerliler vardı. ne bir kötü söz, ne bir kavga... küfür elbette var ama sahaya ve hakeme. polisler daha çok kümelenmiş taraftarların arasında tek tük oturmuş, herhangi bir nahoş vakayı önlemek için mevzilenmişti. fakat olay çıkacağı da yoktu. altı kasım seçimlerine ve özal iktidarına yaklaşık bir buçuk yıl vardı. askeri rejimin tortusu her yerde hissediliyordu.
o yıllarda bugün de olduğu gibi fenerbahçe bir şöhretler karmasıydı. bir sezon sonra futbolu bırakacak olan kaptan alpaslan eratlı önderliğinde, sağ bek erdoğan arıca, defansın göbeğinde cem pamiroğlu ve onur kayador, bunlara ilave olarak güngör tekin, sonraki yıllarda her ünlü transfere karşın formayı yıllarca kimseye bırakmayacak olan müjdat yetkiner, ali şen’in kulisleriyle türkiye’nin dünya karmasına seçilen ilk futbolcusu isa ertürk, izmirspor’dan âşinâ olduğumuz arif kocabıyık, unutulmaz selçuk yula... ve bunların yanında güreşçiye benzeyen vücuduyla yugoslav ayısı ibrahim begovic.
bizde ise eskilerden sadece zagor zafer ve ümit kayıhan var. onlar horoz; gerisi bildiğin genç oyuncular, teknik direktör ömeragiç’in deyimiyle “piliçler”. bir de hepsinin üstünde bir virtüöz var ki, adı, büyük mustafa. sonraki senelerin mustafa denizli’si... ama biz onu hep büyük mustafa bildik, öyle isimlendirdik. mustafaların birincisi, en büyüğü, efsanevi “mr. left foot”. yürüyerek çalım atan ehl-i keyf, milimetrik paslarıyla sihirbaz, yüz metre mesafedeki adamın ayağına bile isabetli top atabilen bir büyük usta. nokta atışlarının futbol dünyasındaki en büyük temsilcilerinden.
maç başladı, fener bastırıyor. bir de maçın başlarında bir gol bulmazlar mı? golü atan da adam gibi biri olsa. iri cüssesiyle hamalları kıskandıran begovic. önümdeki bir fenerli ki, adım gibi eminim izmirlidir, “begovic attı, begovic attı,” diye nara atıyor. moraller bozuk. akşamüstü güneşi beynime beynime vuruyor. ama sahada büyük mustafa var. takımı öyle güzel yönetiyor ve öyle iyi sevk ediyor ki, yaklaşık bir yirmi dakika sonra beraberliği sağlıyoruz. o bastıran, bizi sahamıza hapseden fener’den eser yok artık. üç dakika sonra da galibiyet golünü atmayalım mı? sevinçten ayağa fırlayıp naralar atma sırası bende. tribünde yanımızda yöremizde oturan konstantinopolis’e gönül vermiş symrna'lılara inat bağırdıkça bağırıyorum. bu yıllardır süren ve kendi şehrimde karşılaştığım deplasman ruhuna bir isyanım da oluyor. yanımda yöremde altaylılar da var fakat çoğunluk fenerbahçeli. ses çıkarmıyorlar ama içten içe köpürüyorlar. atatürk stadı’nın betonları artık rahat ve yayvan bir koltuk gibi görünüyor gözüme. keyifle kuruluyorum.
ikinci yarı san-lacivertliler bir penaltı kazanıyor. alpaslan gole çeviriyor. sonra selçuk galibiyet gölünü getiriyor. fakat cevabımızı da veriyoruz, maç üçe üç bitiyor. şimdi aradan çok zaman geçti. kaçıncı dakikaydı hatırlamıyorum ama kesin ikinci yarıdaydı. orta çizginin biraz ilerisinde serbest atış kazanmıştık. büyük mustafa topun başına geçti. düzeltti, gerildi. gerildi, gerildi, gerildi... yok artık! o mesafeden kaleye şut mu çekecekti. olayın vahametini anlamayan rakip, baraj falan kurmamıştı tabii. geldi topa bütün gücüyle pis burun gibi değil de öyle her zaman yaptığı şekilde sol ayağıyla dürtermiş gibi vurdu. havalanan top fenerbahçe kalecisi yaşar’ın şaşkın bakışları arasında tam doksana giderken üst direğe vurup auta çıktı. ah o bir gol olsaydı.
belki de yüz yılın golüne kafadan aday olurdu. ama olmadı. mustafa ise sanki o şutu o atmamış gibi ifadesiz bir suratla ortalıkta dolanıyordu. ben olsam kaleyi bulduğu için gururlanır, dışarı çıktığı için de isyan ederdim. ama o...
o hiçbir şey olmamış gibi yürüyordu. her kornerde penaltı atarmışız gibi bizleri heyecanlandıran mustafaların birincisi...”