ilk basımı 2004 yılında olan bozkurt k. yılmaz'ın "bu aşk bizi canlı tutacak: fenebahçeli olmak" kitabından;
o yıllarda, fenerbahçe, ankara'ya geldi mi ilk iş stad oteline yerleşir, lobinin kahverengi koltuklarında onları bekleyen taraftarı ile kucaklaşırdı. resepsiyonun önünden yalvaran bir sesle "amanın bir kağıt, bir de kalem. işi bitince kalemi hemen geri vereceğiz" sözleri duyulurdu. bu nedenledir ki, cem pamiroğlu, cemil turan, alpaslan eratlı, osman arpacıoğlu, ender konca'nın şık imzalarını attıkları küçük kağıtların üzerindeki antet bölümünde hep mavi renkte "stad oteli" yazısı olurdu. takım bu hengameden kurtulunca taaa anafartalar kumandanı'yken kulübe gelip, kendisine "ebedi muaffakiyetler" dileyen en büyük fenerbahçeliyi ziyaret etmeye anıtkabir'e giderdi. gazeteler, 'fenerbahçe atasına gitti" diye yazınca, tüm gözlerde yaşlar birikirdi.
çocukluğumdan beri sarı kanaryaların maç günü, sabahın köründen itibaren 19 mayıs stadı'nın çevresinde bir mahşer kalabalığı olur. bilet, kuyruk, sıra, tanıdık, çok yakın tanıdık, torpil falan hak getire... elinizde biletle, davetiye ile ortada kalakalırsınız. sıraya girmek falan değil anlatmaya çalıştığım stada yaklaşmak, kalabalığı yarmak mümkün olmaz.
panzerlerin kışın su sıkarak taraftarı serinletme girişimlerini, atlı polislerin binicilik hünerlerini ve "tek sıra olun lan" seklinde özetledikleri ütopik hedeflerini binlerce taraftar üzerinde denemelerini, kızılay güven park'da miting olmayan atıl haftanın acısını çıkarmak isteyen robokop ahilerimizin coplarını taraftar bacağında bileyerek form tutma gayretlerini ve kan ve gözyaşı ile yaptırılan tek sırayı beğenmeyip dağıtıp tekrar yapma fantazilerini düşününce insansever ankara polisini de hasret ile anıyorum.
övünerek söylemem gerek en ümitsiz kalabalıklarda bile maça girmişimdir. gurur meselesi yapmadım, yalvarmam gerekiyorsa yalvardım, tırmanmam gerekiyorsa tırmandım. gerekirse rakip tribüne girdim, sus pus maç seyrettim. benim fenerbahçeli olduğumu anlayıp kalaylı küfürler etseler de "oralı" olmadım.
posterlerimin kahramanları alpaslan, pesiç, selçuk, kayhan, nezihi, paşa hüseyin, b. şenol sahaya çıkıp beni göz ucuyla görüp "hah bozkurt da gelmiş" diye rahat ettiler, ben biliyorum...
ankara takımları ile oynanan hafta sonu maçlarında, istanbul'dan gelen taraftarı garda karşılamak, onlar gelince rakibin sırasını ve sonrasında kapalıyı kapmak, nihayetinde başkent taraftarına "deplasmana hoş geldin" demek ne kadar keyifliyse hafta arası kupa maçlarında lacivert okul ceketi üzerine ayran ve 90. dakikada gol yemek o kadar bezdiriciydi. ankara'daki her bir maçı bu öğlen gibi hatırlıyorum...
en kralı, en keyiflisi cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık kupası maçlarıydı. aklımdayken, bu kupaları "angarya" diye kaldıranlara, "enternasyonel maç programımız -alın bakın burada- inanın çok dolu, vakit makit yok" diyenlere en içten duygularımı sunuyorum... ezeli rakipler ve trabzonspor ile oynanan bu çekişmeli maçların öncesi bir alemdi. zira o maçlar öncesi ikinci lig şampiyonluk maçı, amatör kümeler birincilik kupası falan gibi formalite kupa maçları olur, bizim taraftar bir takımı tutar ve lehine tezahürat yapar, rakipler haliyle diğer takımı tutarlardı. bazen de maç olmaz, top toplayıcı çocuklar kale arkasında aralarında şut çekişir ve her iki takım taraftan bir çocuğu tutarlardı. akşam eve gidince "anne bugün bir gol attım 15.000 kişi beni alkışladı" deyip yalan söylediği için tokat yiyen bu çocukların önemli bir misyonu daha vardı. ankara'nın, kale arkasında, üzerindeki saç plaka itilerek açılan çıkış tünelinin başında bekleyip, takım gelirken zıplayıp hoplayarak taraftara takımın çıkmak üzere olduğunu haber verirlerdi, konfetiler ona göre hazırlanırdı. bazen numaradan "geliyor geliyor" derler annelerinden önce bir tokatta sahadaki bir ağabeyden yerlerdi.
bunca geyiğin nedeni vardı elbette.
stada en geç sabah 9'da girilir, maç öğleden sonra 5 'de başlardı.
cumhurbaşkanlığı kupası maçı sonunda "en büyük kupa bizim oldu" diye sarı lacivert bayraklar ile başkent caddelerinde tur atılmasının keyfini eski bir ankaralı olarak iyi bilirim.
yaşar'ın kurtardığı penaltılardan sonra tribüne selam verişini, selçuk'un uzatmadaki golünü, aykut'un bel kıran çalımdan sonra dönüp aynı adama (kimdi acaba?) tekrar attığı çalımı, veysel hoca'nın diz çöküp tüttürdüğü keyif sigarasını unutamam. bir de "fener'in ankara maçları" denince rahmetli kayhan'ın golünü unutamam. tam ters kale arkasında olduğumuzdan golü,diğer tribünlerden gelen "goool" sesi ve futbolcuların kayhan'ı kovalamasından anlamıştık. o golün güzelliği, gücü ve heyecanı hâlâ unutulmadı diye düşünürüm.
büyük kaptan alpaslan'ın veda maçında yaptığı hataya mı onun adına daha çok üzülmüştük yoksa kaybedilen kupaya mı? ivançeviç'in "gol yemeyeceğim, söz" yazısını gazetede okuyup rahat gittiğimiz maçta yenilince "kimbilir ne kadar utanmıştır" diye ivançeviç'in yüzüne bakamamıştık. gazetelerde her yazana inanmamız gerektiğini sandığımız yaşlardaydık...