ard arda avrupa şampiyonluğu ve dünya kupası kazanan tek ülke batı almanya (1972 ve 1974) olurken, ard arda dünya kupası ve avrupa şampiyonluğu kazanan tek ülke fransa (1998 ve 2000) oldu.
bu turnuvanın en dikkat çeken takımı hollanda'dır. maç öncesi birçok kişi kupayı hollanda'nın alacağına inanmaktadır. efsanevi teknik direktör rinus michels yönetiminde "total football" oynayan hollanda, oynadığı futbolla taraflı tarafsız herkesin beğenisini kazanmış, göze hoş gelen bir futbol oyunu tutturmuştur.en büyük yıldızı johann cruyff'tur. karşıda, helmut schoen yönetiminde, kaptanlığını franz beckenbauer'in yaptığı batı almanya vardır.7 temmuz 1974 tarihinde münih olimpiyat stadı'nda yaklaşık 75.000 kişinin önünde oynanan karşılaşmada hollanda, 2. dakikada johan neeskens ile bulduğu penaltı golüyle 1-0 öne geçerken; batı almanya adına 25. dakikada paul breitner durumu penaltıdan 1-1'e getirmiş, 43.dakikada gerd müller alman takımını 2-1 öne geçirmiştir.ikinci yarıda gol olmayınca batı almanya kupaya uzanmıştır.maçı ingiliz hakem john keith taylor yönetmiştir.
maça hollanda'nın vuruşuyla başlanmış, hollanda'nın penaltı kazanmasına kadar geçen 80 saniyelik sürede alman takımı topa hiç sahip olamamıştır.hoeness'in cruyff'u düşürmesiyle hollanda'nın kazandığı penaltı vuruşunun golle sonuçlanması üzerine batı almanya daha topa sahip olamadan yenik duruma düşmüştür.
1970 yılında brezilya'nın jules rimet kupası'nın ebedi sahibi olmasından sonra tasarlanan yeni kupaya "fifa dünya kupası" adı verilmiş, böylelikle bu kupayı kazanan ilk takım batı almanya olmuştur.
finalin oynandığı dönemde avrupa şampiyon kulüpler kupası'nda da hollanda ve batı almanya takımlarının üstünlüğü vardır.1970 yılında feyenoord rotterdam, 1971-1972-1973 yıllarında ajax amsterdam, 1974-1975-1976 yıllarında bayern münih avrupa şampiyonu olmuşlardır.
yıl 1974, dünya kupası’na ev sahipliği yapan batı almanya ile hollanda final oynamaya hak kazanmışlar. finalden bir gün önce almanya’nın “tabloid”lerinden bild zeitung’da bir haber: hollanda-brezilya maçından bir gece evvel dört hollandalı oyuncu kaldıkları wald hotel’deki havuzda alman hayat kadınlarıyla alem yaparken yakalandılar. o dört oyuncunun kimler olduğu bild’de zikredilmiyor ancak, hollandalı oyuncuların tümü ve kafile yetkilileri bu haberin asılsız olduğunu iddia ediyorlar.
önce, bunun alman medyası tarafından tezgahlanan psikolojik bir savaş taktiği olduğunu iddia eden hollandalılar daha sonra buna benzer bir olayın yaşandığını ancak, kadınlara para veren bild gazetesinin olayı abarttığını itiraf ediyorlar.
final maçında cruyff kendisinden beklenen performansı gösteremeyince b. almanya maçı 2-1 kazanıyor. iddiaya göre finalden önceki gece cruyff’un karısı danny, telefonda saatlerce kocasının başının etini yiyerek hesap sormuştur. öyle ki, finalden birkaç gün sonra cruyff, bir basın toplantısı yapar ve 4 yıl sonraki dünya kupası’na katılmayacağını söyler. tüm baskılara rağmen katılmamıştır da!
maçın daha 80. saniyesinde hollanda lehine penaltı noktasını gönderen ingiliz hakem john keith taylor'ın yanına bir alman futbolcu sakin bir şekilde gelir ve yüzüne bakarak sadece "sen ingilizsin" der.
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
7 temmuz 1974 münih'in olimpiyat stadı'ndayız. tribünlerde 77 bin seyirci var. ama, televizyonları başında, milyonlar seyrediyor bu büyük finali... ve. türk sporseverleri de... genç meslektaşım tansu polatkan'la birlikte, mikrofon başındayız. yerinde izlediğim 5'inci dünya kupası finali... mikrofon başında anlattığım 3 üncü final oluyor. ve televizyonda naklettiğim ilk dünya kupası finalim.
ingiliz hakem john taylor'un düdüğü oyunu başlatırken, takımlar şöyle:
oyun penaltıyla ve golle başladı. daha, 2'nci dakika dolmadan, cruyff topla ceza alanına dalmış ve vogts'un sert müdahalesiyle kendini yerde bulmuştu. tipik bir penaltıydı bu. ingiliz hakem de vermekte tereddüt etmedi. neeskens geldi topun başına.. bu kupa'da cruyff'tan sonra en çok beğenilen hollandalıydı neeskens. toplara sert vurmasıyla tanınmıştı ve öyle vurdu.. gol: hollanda: 1 - federal almanya: 0.
almanya kendi evinde kupayı alamayacak mıydı? oysa, nasıl 1966'da ingilizler daha ilk günden "kupa bizim" demişlerse. burada da hergün evsahibinin" sloganını duyuyorduk. öte yandan "dünya kupası finallerinde ilk gol çoğu kez uğursuz gelir" diyen bir inanç da vardı. kaç dünya kupası'nda öyle olmuştu. ilk golü atan takım, sonunda yenilmişti. ancak, dört yıl önce meksika'da brezilyalılar bu inancı yıkmış, hem ilk golü atmış, hem de kupayı almışlardu. şimdi bakalım hangisi tekrarlanacaktı bugün?
almanlar, yedikleri golle birlikte hızlandılar bir penaltıya, beraberlik golüne kadar ulaştı bu hız... bu kez düşürülen, hölzenbein'di penaltı yine tartışılmazdı. ingiliz hakem taylor'un iki önemli kararı da onaylanacak doğruluktaydı. breitner geldi topa vurmak için.. almanlar'ın büyük futbolcusu.. öyle bir vurdu ki, kaleci jongbloed'e topu ağlardan çıkarmaktan başka iş kalmamıştı.
1-1'lik durum uzun süre devam ediyor, herkes, ilk yarının böyle kapanacağını beklerken.. bonhoftan başlayan atak, bir kupa değerindeki gole kadar gitti. hollanda kalesi önünde topu yakalayan gerd müller, önce vuramadı kaçırdı. sonra da dışarıya gönderiyormuş gibi hafif vurdu. oysa, akıllı, isabetli bir vuruştu. ve almanya'nın maçı 2-1 kazanmasını sağlayacak olan golü yaratıyordu bu vuruş... tribünlerde alman seyirciler havalara sıçrıyordu. hollandalılar ise, topun o nazlı nazlı gidişi sırasında bir tek savunma adamının uzanıp da topa dokunamamış olmasına şaşıyordu, üzülüyordu.
ikinci yarıda karşılıklı çabalar 2-1'lik durumu değiştiremeyecekti. sadece sertleşmişti oyun. ingiliz hakem faul üstüne faul çalıyordu. maç boyunca tam 33 faul olmuştu 23'ünü yapan hollandalılardı. maçtan önce beckenbauer'in mi, yoksa cruyff'un mu daha büyük olduğu tartışılıyordu. maçta ise, tartışmadan vazgeçiliyordu. çünkü, ikisi de büyüktü. maçın yıldızları, beckenbauer ve cruyff'tu. ne var ki cruyff'un şahane futbolunu alkışladığım kadar, bazı gereksiz davranışlarına, şımarıklık gibi görünen hareketlerine de kötü puan verdiğimi belirtmek isterim. cruyff için her zaman bu vargıya sahip oldum. çok büyük futbolcu.. ama. efendilik, centilmenlik açısından hiçbir zaman bir pele değil, bir eusebio değil, bir beckenbauer değil, daha birçok kişi değil... hemen her maçında sarı kart gören, her düdükte hakeme doğru protesto hareketleri yapan, maruz kaldığı her sertlikte rakibiyle ağız dalaşına giren, hatta itişmeye kalkışan, cruyff'tu hep... o çaptaki bir yıldıza yakışmayan davranışlardı bunlar... ne bileyim, sevenleri gücenmesin ama . pele, eusebio, didi, fontaine. beckenbauer ve o büyüklükteki büyüklerin yanında, bazı şımarık davranışlarıyla çruyff, harika futbol oynayan bir mahalle çocuğu izlenimini bırakıyor. futbolun tahtına çıksa da..
evet, 1974'de de 1966'daki gibi "evsahibi" ulaştı "mutlu son"a... ancak, maç akşamı sabaha kadar bira fıçılarını deviren almanlar, şarkılar söyleyerek münih sokaklarında dolaşırken, alman milli takımı onuruna verilen ziyafette, hava hiç de öyle tatlı değildi. bazı ünlü alman futbolcuları, eşlerine kaba davranıldığı gerekçesiyle olay çıkarıyor, ziyafette başlayan bu olay daha sonra büyüyordu. bövlece, alman milli takımı dünya şampiyonu olduğu akşam darılmaya başlıyordu.
1954... 1974... tam 20 yıl aralıkla almanların iki şampiyonluğunu görmüştüm.
hollanda turnuva boyunca aldığı başarılı sonuçlardan ötürü kağıt üstünde favoriydi. ama batı almanya son avrupa şampiyonuydu ve helmut schön gibi bir ustanın elindeydi.
breitner : “hollandalılar havaya girmişti”
hollanda turnuvanın en başarılı takımıydı ve futbolcuları da kendilerine gerçekten çok güveniyorlardı. alman savunmasının bel kemiği breitner, “hollandalılar maçtan 1 saat evvel, şampiyonluğu kutlar gibiydiler” diyecek, kaleci maier de, bu andan sonra “ amsterdam laleleri’ni yeneceğimize yürekten inanmaya başlamıştık” diye ekleyecekti.
hollanda ilk 80 saniye top göstermedi ve öne geçti
maç öncesi alman taraftarlar, “biz bonhof’u tanıyoruz, cruyff da kim?” diye pankartlar açarak, hollandalılara gözdağı veriyorlardı. ama ingiliz hakem jack taylor’un çaldığı düdükle başlayan maça hollanda çok hızlı girdi. topun hakimiyetini sağlayan hollandalılar, tek bir alman futbolcusunun değmesine izin vermeden topu kendi aralarında tam 15 kez dolaştırdılar ve almanlar’ı paniğe uğrattılar. 80. saniyede orta sahada “sarı fare” cruyff topu aldı ve markajcısı berti vogts’u geçerek süratle alman ceza sahasına girerken, alman hoeness yetişti ve cruyff’u çelmeleyerek durdurabildi.
beckenbauer: “ingilizsin.tabiki..” jack taylor : “apaçık penaltıydı ”
ingiliz hakem jack taylor tereddütsüz penaltı noktasını gösterdi ve final maçında penaltı çalan ilk hakem oldu. atışı kullanan neeskens, ortaya sert ve düzgün vurdu, sağ köşesine yatan sepp maier’i mağlup etti ve portakalları 1-0 öne geçirdi. franz beckenbauer, hakem taylor’a itiraz ederken, “tabiî ki vereceksin. sen ingilizsin” diyordu. ingiliz hakem jack taylor da bu penaltı için, “apaçık penaltıydı” demişti.
breitner : “felce uğramıştık ama bunu farketmediler”
batı almanya şaşkındı. daha 1.dakikada golü yemişlerdi ve bir süre panikleyip, bocalayacaklardı. cruyff’u durdurmakta zorlanan vogts, sarı kart görmüştü ve ilerde gerd müller, rijsbergen’in kıskacından kurtulamıyordu. kaleci maier bu durumu şöyle özetliyordu: “gerçekten turnuvanın en iyi takımıydılar. bizden de iyiydiler. ama kibirliydiler. ilk golü atıp öne geçince rahatça 2’ye, 3’e ulaşırız düşüncesindeydiler.”
kırlangıç holzenbein penaltıyı yarattı
dakikalar ilerledikçe almanlar kontrolü sağladı ve orta sahadan overath ve bonhof’la oyun şekillendirip, hollanda’yı yarı sahalarında durdurmayı başardılar. 25.dakikada sol kanattan holzenbein, topu aldığı gibi ceza sahasına daldı. rijsbergen’i geçmek üzereyken, wim jansen bu kez penaltı yaptırmalarıyla ünlü holzenbein’ı düşürdü ve hakem taylor ikinci kez penaltı düdüğünü çaldı. oysaki tribünden maçı izleyen herkese holzenbein’ın düşüşü kırlangıcın suya atlaması gibi gelmişti. hollandalılar haklıydılar ve hakeme itiraz ediyorlardı.
beckenbauer: “bu holzenbein’ın özelliği” maier : “penaltı değildi ama holzenbein bu işi çok iyi biliyor”
holzenbein’ın düşüşüne kendi takım arkadaşları bile inanmıyorlardı. bunu takım kaptanı franz beckenbauer “bu holzenbein’ın özelliğiydi” ve kaleci sepp maier de “penaltı değildi ama holzenbein bu işi çok iyi biliyordu” sözleriyle kanıtlıyorlardı. pozisyonda yerde kalan holzenbein ise maçtan sonra penaltı için, “eğer bir ingiliz hakem, alman milli takımı’na penaltı çalıyorsa bu doğrudur” diyerek ilginç açıklama yapmıştı.
almanlar beraberliği sağladı
penaltı vuruşu için breitner topun başına geçti ve kaleci jongbloed’in kıpırdamasına dahi imkan vermeden, topu sol köşeye yollayarak batı almanya’ya beraberliği getirdi. golden 4 dakika sonra bu kez berti vogts, ileri çıktı ve holzenbein’la girdiği verkaç sonucu kaleci jongbloed’le karşı karşıya kaldı. ama jongbloed mükemmel bir kurtarış çıkardı ve almanları galibiyet golünden etti.
rep karşı karşıyayı kaçırdı müller ustalığını konuşturdu
40. dakikada bu kez hollandalı johnny rep, maier’le karşı karşıya kaldı ama topu maier’in üstüne nişanladı ve maçın dönmesine neden oldu. çünkü dakikalardır hoeness, grabowski ve holzenbein, hollanda kalesinde tehlikeli oluyorlardı ve hollanda defansını bunaltmışlardı. 44.dakikada bonhof sağ çizgiye indi ve karşısındaki krol’a çalımı bastıktan sonra, ceza alanı içindeki müller’i gördü. 1970’in gol kralı müller, ustalığını konuşturdu ve topu yavaş da olsa kalecinin uzanamayacağı yere gönderdi ve münih olimpiyat stadı’nı ayağa kaldırdı. devre bittiğinde cruyff, hakem taylor’a penaltıyı nasıl verdin dercesine itiraz etti ve sarı kart gördü. ikinci yarı hollanda bunalttı
ikinci yarıya hollanda rensenbrink-rene van de kerkhof değişikliğiyle başladı ve almanya kalesine saldırmaya başladı. defansa çekilen batı almanya çok bunalıyordu ama gününde bir maier, franz beckenbauer ve schwarzenbeck etkili savunmalarıyla geçit vermiyordu.72.dakika van de kerkhof’un ortasına kale dibinden nefis bir vole vuran suurbier’in şutunu maier müthiş çıkardı.75’de bu kez suurbier, johny rep’e harika bir pas çıkardı ama rep, kale dibinden topu dışarı attı.
almanların yüreği ağızlarına geldi
maçın bitmesine 5 dakika kala ceza sahası dışında topla buluşan neeskens köşeye doğru yerden, çok sert bir şut çıkardı. tribünlerdeki binlerce alman taraftarın yürekleri ağızlarına geldi ama top direği yalayarak auta gitti.
maier: “saate bile bakamadım”
hollanda’nın ikinci yarı baskısını arttırmasından en çok etkilenen isim alman kaleci maier’di. maier, 2 net golü önlemişti ama hollandalılar pes etmiyorlar ve kale önünde tehlikeli olmaya devam ediyorlardı. kaleci maier, o dakikalarda nasıl zorlandığını şu sözlerle tarif ediyordu : “hollandalı futbolcular ikinci yarı üzerime geldiklerinde gol atmak için her şeyi yaptılar, bizi zor durumda bıraktılar. son 20 dakikada saate bile bakacak vaktim olmadı. 5 dakika bana 3 saat gibi geldi”
batı almanya 2.kez
ama maçın son düdüğü çaldığında almanlar, hollanda’ya direnmişlerdi ve istediklerini almışlardı. bu, 1954’ten sonraki ilk zaferleriydi. ikinci yarıda futbolseverlerin beklediği hollanda golü bir türlü gelmemişti ve batı almanya helmut schön yönetimindeki 2. dünya kupası finalinden ilkini kazanmıştı. seremonide yeni kupa, kayzer franz beckenbauer’in ellerinde yükseldi.
ilk basımı 2004 yılında olan halit kıvanç'ın "futbol! bir aşk..." kitabından;
almanya'daki 1974 dünya kupası finallerini tribünde izleyenler arasında bir kadın seyirci vardı ki... dünya medyası tv kameralarıyla, fotoğraf makineleriyle hep onu kovalıyordu. kim mi? yüzyılın güzeli... elizabeth taylor... "liz"...
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında cem tosyalı'nın "dünya kupası ve hakemlik" başlıklı yazısından;
1974 dünya kupası almanya-hollanda finalinde hakem jack taylor tam başlama düdüğünü çalacakken uyarıldı. "sayın taylor. korner bayrakları yok!"
törenler için yerinden çıkarılan köşe bayraklarının tekrar yerleştirilmesi unutulmuştu. belki de bu durum maç başladıktan sonra yani 1.dakikada hollanda'nın kazandığı penaltıdan sonra fark edilseydi, maç yarıda kalabilir ve yeniden oynanması gerekebilirdi.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında akif kurtuluş'un "'74, '78 ve dükut-der'in şanlı mücadelesi" başlıklı yazısından;
"konu mankeni" sokağımız, o yılın haziran ve temmuz ayı boyunca, polonya, almanya ve hollanda taraftarlığı arasında ciddi bölünmelere tanık olmuş, her maçtan sonra mehmet akif ilkokulu'nun bahçesindeki minyatür maçlarda, bu üç takım arasında turnuvalar düzenlenmiştir. rakip takımın kuvvetli olduğunu görünce "yaa bıraak olum, ben aslında hollandalı'yım" diyen yavşak almanlara da rastlanmıştır. neeskens, maocu breitner, keltoş lato, szarmach, gadocha, götten (bu almanca bir sözcüktür) bacak müller, imparator beckbenbauer, rep adları o maçlarda paylaşılmış; ama bir ad, üzerinde marka ve patent hakkı açısından ciddi sürtüşmelere vesile olmuştur: cruyff. kupayı kazanan mahalledeki almancıların bile hakkını teslim ettiği bir takım ve bir isim varsa, finalde kaybetmiş hollanda ve cruyff tur. benim de ayinlerine katıldığım tarikatın takımı ise tartışmasız polonya'dır. o nedenle, minyatür kale maçlarımızda, "takım dizilişi"ndeki pozisyon akrabalığımdan, bu maçlarda szymanowski "mahlasını kullandığımı eklemeliyim. isterseniz o geri dörtlüyü burda hürmetle analım: szymanowski, gorgon, zmuda, musial.
tarikat dedim de! burada hemen bir parantez: dünya kupası'nı televizyondan izleme derneği'nin kuruluşu da bu kupadır. kısa adıyla dükut-der diye anılacak bizim teşkilat, maç programından, maçta yenilecek içeceklerin teminine; mali sorunların bir uyum içinde çözümünden, maç sonrası etkinliklerin düzenlenmesine kadar birçok önemli işler başarmış bir örgütlenmedir. kısa sürmüş tarihine, ilerleyen bölümlerde de atıf yapılacaktır.
yalnız bakın, gelin 74'ü kapamadan önce, muhterem bir kardeşimize de hürmette kusur etmeyelim. bilmeyenler açısından söylüyorum, 74 kupası'nı dönüşümlü evlerde izlediğim oleyis mahallesi, bir kısmı adı üzerinde oleyis sendikası işçilerinin, bir kısmı ise 27 mayısçı orta ölçekli subayların kooperatif evlerinden müteşekkildir. bu bakımdan dokusu itibarıyla siyaseten "sol"da konuşlanmıştır. breitner'a bu hürmetimiz, dolayısıyla sebeb-sonuç ilişkisi bakımından hiçbir postmodern yorumu gerektirmeyecek kadar nettir. çünkü, paul ön ismiyle camiamıza malolmuş bu değerli şahsiyet, o aralar "harbi solcu" olduğunu deşifre etmekte hiçbir beis görmemiştir. zaten bizim maçlarda breitner "kod adı"nı alan kardeşimiz, 12 eylül'den sonra mamak, ardından bartın ve çanakkale "ceza" turlarından sonra ancak 1985 filan gibi sokağa bünyesini atabilmiştir. gerçi sokak artık çok değişmiştir ve bu bünyeyi ne yazık ki kısa sürede dışarı atacaktır. bu da ayrı bir konu.
ilk basımı 1996 olan simon kuper'in "futbol asla sadece futbol değildir" kitabından;
her şey 1988'in bir yaz gecesinde hamburg'da oynanan avrupa şampiyonası yarı final maçında, hollanda'nın almanya'yı 2-1 yenmesiyle başladı. aslında ağırbaşlı insanlar olan hollandalılar kendilerinin de şaştığı bir duruma tanık olmuşlar ve dokuz milyon hollandalı, yani toplam nüfusun yüzde 60'ı zaferi kutlamak için sokaklara dökülmüştü. o salı gecesi, hollanda'nın bağımsızlığına kavuştuğu günden bu yana görülen en büyük toplu gösteri yaşandı. hatta eski bir direniş örgütü üyesi televizyonda, "sanki sonunda savaşı kazanmışız duygusuna kapıldım'1, demişti.
58 yaşında bir hollandalı olan ger blok haberi, honduras ulusal takımı'nı çalıştırdığı tegucicalpa'da almış ve duyduğu mutluluğu, elinde ülkesinin bayrağıyla sokaklarda koşarak dile getirmişti, "inanılmaz bir mutluluk içindeydim", diyordu, "ama ertesi gün o gülünecek davranışımdan ötürü büyük bir utanç duydum"
leidseplein meydanında amsterdamlılar bisikletlerini havava fırlatmışlar (acaba kendilerininkini mi7) ve "yaşasın, bisikletlerimizi geri aldık!", diye bağırmışlardı. tarihteki en büyük bisiklet hırsızlığı sayılan olayda almanlar, işgal sırasında bütün hollandalıların bisikletlerine el koymuşlardı.
yaşamının son 45 yılını, onlarca ciltten oluşan, ikinci dünya savaşında hollanda'nın resmi tarihini yazmakla geçiren kır saçlı, ufak tefek biri olan prof. dr. l. de jong "hollanda gol attığı zaman odanın içinde dans ediyordum", demişti. "ben bir futbol delisiyim", diyen profesör daha sonra şöyle devam etmişti: "bu çocuklar ne yaptılar böyle? bunun savaşla ilgisi olduğu kesin. insanların bunu inkâr etmeleri ne kadar garip."
1974 dünya kupası finalinde almanya'ya karşı hollanda ulusal takımında yer alan willem van hanegem, vrij nederland dergisine verdiği demeçte şöyle demişti: "genel anlamda almanlar'ın en iyi dostlarım olduklarını söyleyemem. beckenbauer fena değildi. kibirli görünürdü ama bu onun oyun tarzından kaynaklanan bir şeydi. onun için her şey çok kolaydı." gazeteci "bunda ne gibi bir terslik var?" diye sorunca van hanegem, "ne de olsa ataları çok yanlış kişiler", diye yanıtlamıştı. hollanda dilinde 'yanlış' anlamına gelen 'fout' sözcüğü ayrıca, 'savaştaki yanlış' anlamını da taşıyordu. şeytanın avukatı rolünü üstlenmiş gibi görünen gazeteci, "bu, onların suçu değil ki", deyince van hanegem hemen ekledi: "olabilir, ama bu gerçek yine de değişmeyecek." ''özgür hollanda' anlamına gelen vrij nederland'ın bir yeraltı gazetesi olarak yayın hayatına başladığı günlerde van hanegem babasını ve iki erkek kardeşini savaştaki bir bombardımanda kaybetmişti. daha sonra da şakayla karışık, "ne yazık ki japonlar futbol oynamıyorlar", demişti.
hamburg'daki maçın tüm dünyada sinirleri gerginleştirdiği ortaya çıktı. maçtan sonra yapılan bir basın toplantısında, 150 yabancı gazeteci, 1 hollanda teknik direktörü michels'i ayakta alkışladı. 1 hollanda'da yayınlanan de telegraaf gazetesinin bir muhabiri, basın locasında oturan israilli bir gazetecinin kendisine; "hollanda'yı tutuyorum. nedenim anlarsın", dediğini yazmıştı.
profesyonel futbolcular rakipleri hakkında genelde çok nazik konuşurlar, çünkü günün birinde onlarla mutlaka karşı karşıya geleceklerini çok iyi bilirler. fakat hollandalılar, almanlar hakkında hiç de nazik konuşmadılar. ronald koeman, almanların maçtan sonra kendilerini tebrik etmeyişlerine fena halde içerlemişti. maç sonrasında formasını değiştirdiği olaf thon'un, alman takımındaki tek iyi insan olduğunu söylüyordu. "futbol savaştır" ifadesini ilk kez dile getiren hollanda teknik direktörü rinus michels de, "şu an söylemek istemediğim nedenlerden ötürü bu yengi bana daha da büyük bir tatmin duygusu verdi", demişti. maçın ikinci yarısı için tünelden stada çıkarken alman seyircilerin aleyhte tezahüratları üzerine tribünlere doğru orta parmağını kaldırıp bilinen işareti yapmıştı. arnold mühren'e göreyse almanya'yı yenmeleri, irlanda'nın ingiltere'yi yenmesi gibi bir şeydi, ama bence bu bile durumu anlatmak açısından hafif kalıyordu.
birkaç ay sonra hollanda'da hollanda-almanya: futbol şiirleri adıyla bir kitap yayınlandı. şiirlerden bazıları profesyonel şairler tarafından yazılmıştı ama diğerlerini yazanlar profesyonel futbolculardı.
kendimi bildim bileli hatta ondan da önce almanlar dünya şampiyonu olmak istiyorlardı
diyordu a. j. heerma van voss. rotterdamlı şair jules deelder ise, 21-6-88 adındaki şiirini, van basten'in golü için yazdığı şu dizelerle bitiriyordu:
ve düşenler mezarlarından sevinç çığlıklarıyla kalktılar.
hans boskamp şöyle yazmıştı:
bir halk veya bir ulus hakkındaki, aptalca genellemelerden hep nefret ettim. beni asıl çeken, bir oranlama yapmaktır. düşündüm ki, tatlı bir intikam olası değil ya da çok kısa süreli oluyor. ama sonra hamburg'da yaşanan, o inanılmaz güzellikteki salı gecesi geldi.
futbolcuların şiirleri nitelik açısından çeşitlilik gösteriyordu. en kötüleri, arnold mühren, johan neeskens ve wim suurbier tarafından yazılanlardı. jan wouters'm denemesi ise en sofistike olanıydı. klişeleşmemiş bir dille yazılan ve bir cümlenin birden fazla mısrada tamamlandığı, kafiyesiz bir tarz kullanmıştı. ruud gullit'in yazdığı, iki mısralık ancak tercüme edilmesi olanaksız şiir, bir futbolcunun yazdığı en iyi şiirdi ve seçki içinde ayrıcalıklı bir yere sahipti. johnny rep'in şiiriyse şöyle bitiyordu:
dipnot: bu yeni forma sadece, kıçınızı silmeye değer.
şiir, hollanda'nın kaplan desenli ve çirkin formalarından söz ediyordu ama ronald koeman'ın maçtan sonraki sözlerine atıfta bulunulduğu da düşünülebilirdi. koeman, arkadaşı thon tarafından kendisine verilen alman formasını tuvalet kâğıdı olarak kullandığını söylemişti. bütün bu dizelerin bize savaşı hatırlattığını tekrarlamaya gerek var mı?
söyleşilerde almanca konuşmayı reddeden van basten'in, hamburg'da gol atarak, savaştan sonra geçen 43 yılda bastırılmış bazı duyguların kapağını açtığını düşünmek insana çekici geliyor ama aslında öyle değil. savaşın, avrupa futbolundaki en büyük rekabetle olan bağıntısı, kim ne derse desin o kadar da fazla değildi.
hamburg'daki geceden önce almanlar'a karşı şiddetli duygular besleyen hollandalılar'in sayısı çok azdı.
almanlar'dan hoşlanmadıkları doğruydu. hollanda'da, kuzey denizi kıyısındaki leiden'da 10 yıl yaşadım ve alman turistlerin pek de sıcak karşılanmadığını gördüm. 'almanlar avrupa'nın işgalini nasıl kutlarlar?' 'aynı şeyi her yaz yeniden yaparak' esprisi çok yaygındı. ama 1982'de oynayan ingiltere-almanya maçında, benim sınıfımdaki genç çocukların çoğunun almanya'nın kazanmasını istediklerini de anımsıyorum. hollanda-almanyadaki jaap de groot'un şiiri, 1966'daki dünya kupası finalinde almanya'nın yenilmesine sadece onun değil, tüm dünyanın üzüldüğünü dile getiriyor. gerçi o zamanlar savaşın izleri daha tazeydi ama 1974 dünya kupası finali gayet sakın geçmişti. van hanegem sahayı gözyaşları içinde terk etmişti ve o maç onun için daha önce yapılan herhangi bir dünya kupası finalinden çok daha önemliydi. yine de 1988'deki havadan eser yoktu. 1974'te, her iki takımın oyuncuları da aynı gibiydi. iki takınım kaptanları olan beckenbauer ve johan cruyff arkadaştılar ve johnny rep ile paul breitner, fifa'nın sahada forma değiştirilmesini yasaklayan kararını protesto etmek amacıyla, maçtan sonra verilen ziyafette birbirleriyle ceket ve kravat değiştirmişlerdi.
hollanda kalecisi jan jongbloed, daha sonra günlüğüne şöyle yazmıştı: "kısa süren hayal kırıklığı yavaş yavaş yerini, gümüş madalyadan duyulan tatmin duygusuna bırakmıştı."
hamburg'dan sonra duyulan öfori hollandalıları bile şaşırtmıştı. o gün ortaya çıkan ulusal değişim, maçtan bir gün önce hollandalılarla almanlar arasındaki tüm düşmanca duyguların yok olduğunu söyleyen jongbloed'de açıkça gözlenmişti. maçtan bir gün sonra, 1974'teki takımı temsilen 1988'deki takıma şöyle bir telgraf çekmişti: 'çektiğimiz acılar nihayet sona erdi.'
hamburg'dan sonra hollanda ne zaman almanya'yla maç yapsa, hollandalılar patladı.
görülen o ki, hamburg'da yaşanan o geceden sonra hollandalılar'ın almanlar'a bakış açısı gitgide kötüleşti. kanıtlar da bu görüşü destekliyor. 1993'te hollanda uluslararası ilişkiler enstitüsü 'clingendael', hollandalı gençlerin almanlar'a karşı olan tutumları konusunda bir rapor yayınladı. at ülkelerini, duydukları sevgiye göre sıralamaları istenen gençler, almanya'yı en alta yazmışlardı. (sondan ikinci sırada da, hollandalı gençlerin, mezhep cinayetlerinin işlendiği yer olarak gördükleri irlanda cumhuriyeti yer alıyordu. ingiltere sondan üçüncüydü. lüksemburg un üçüncü olduğu bu listede hollanda'dan sonra en sevilen ülke, ikinci sıradaki ispanya'ydı.) rapor, hollandalı gençlerin almanlar'dan, erişkin yaştaki hollandalılara oranla çok daha fazla nefret ettiklerini ortaya koyuyor ve "bu ilginin bir nedeni var" görüşüyle sonuçlanıyordu. bir değişim yaşanmıştı ve bu da tamamen futboldan kaynaklanıyordu.
'kökü ne kadar derinde' isimli şiirinde erik van muiswmkel, 'iyi ile kötü'yü kızma nasıl açıklayacağını merak ediyor:
adem, havva, elma? hitler, florence nightingale? bilemiyorum, bilmek de istemiyorum ve tercihan ahlaksızım.
iyi ve kötü bak hayatım, tv'ye bak: turuncu, gullit, beyaz. beyaz, matthaus, siyah.
alman oyuncular kötü, hollandalılarca iyi'ydı. ya da almanlar alman'dı, hollandalılar hollandalı.
bu, daha maçın başlama vuruşunun çok öncesinde netlik kazanmıştı. sun'ın almanya'daki eşi olan bild, dedikoduları öğrenebilmek amacıyla hollandalılar'ın oteline bir muhabir yerleştirmişti. 1974'te, henüz hollanda ile almanya dünya kupası finalinde karşı karşıya gelmeden önce bild, hollanda kampında neler olup bittiği hakkında asılsız bir haber yayınlamış ve haberin başlığını da şöyle atmıştı: 'cruyff, şampanya ve çıplak kızlar'. cruyff buna çok üzülmüştü. final maçını almanya kazandı ve hollanda takım kaptanı 1978 dünya kupası'na katılmamaya karar verdi. 1988'deyse, bild'e yakalanmak istemeyen hollandalı futbolcular neredeyse oteldeki odalarından hiç dışarı çıkmamışlardı. buna rağmen huzur bulamadılar. hollanda futbol federasyonu yetkilileri, almanların getirdiği, iki takımın otelleri değiştirmesi önerisini büyük bir sevinçle kabul ettiler ve sonuçta hollanda takımı, şehir merkezindeki gürültülü intercoruinental otel'de konaklamak zorunda kaldı.
maçtan bir gece önce, saat 01:00'de bir alman muhabir, hollanda takım kaptanı gullit'i odasından aradı ve milan'a transfer olmadan önce hangi takımda oynadığını sordu. gecenin ilerleyen saatlerinde telefon bir kez daha çaldı ve gullit'in ifadesine göre 'biri çok saçma bir şey söyledi'. daha sonra da bir alman gazeteci kapısını çaldı.
ertesi gün maçtan önce iki tarafın oyuncuları sahayı kontrol ederken hollandalı oyuncular alman rakiplerinin gullit'e, korku dolu bakışlarla baktıklarını fark ettiler. gullit'i az da olsa tanıyan alman savunma oyuncusu andreas brehme konuşmak için onun yanma gittiği zaman, diğer alman oyuncular takım arkadaşlarına ağızları açık bir şekilde bakakaldılar. ronald koeman "onlar kesinlikle bizden daha kötüler", demiş ve eklemişti, "ama onlarla maç yapmak zorunda kaldığımız zaman durum daha da kötü oluyor". biz (benim de almanlar'a sempatim yoktu) onun kötü birşeyler olacağına yönelik önsezisini paylaşıyorduk.
ilk devre hollanda, o dönemde avrupa'da görülen en iyi futbolu oynadı. almanlar karşısında sanki rakipleri lüksemburg'muş gibi oynadılar ama gol atamadılar. almanlar ikinci devre için sahaya çıktıklarında yeni bir taktik almışlardı: rakibi tekmelemek. buna hollandalılar da aynı şekilde karşılık verince oyun giderek gerginleşti. sonra jürgen klinsmann, frank rijkaard'ın bacaklarına takılıp düştü -ki bu durumda bacaklarına daldığını söylemek, sakar klinsmann'a iltifat etmek olur- ve rumen hakem ion igna penaltı kararı verdi. bir het parool muhabiri merak etmeden duramamıştı: 'rumenler de savaşta yanlış mıydılar acaba?' (öyleydiler.) kendini yere çok iyi atan bir futbolcu olan matthâus penaltıyı gole çevirdi. almanya, içlerindeki 'en alman' oyuncunun ayağından, şanslı bir penaltı sonucu kazandığı golle 1-0 öne geçmişti. bunu sanki daha önce de görmüş gibiydik.
ama birkaç dakika sonra marco van basten, alman ceza sahası içinde yere düştü ve igna yine penaltıya hükmetti. aslında uefa bu hakemin penaltı kararı verme konusunda son derece yetersiz olduğunu daha önceden anlamış olmalı ki, ona ve yardımcı hakemlerine yanlışlıkla hamburg yerine stuttgart'a gidiş için uçak biletleri vermiş, ancak hakem üçlüsü müthiş bir göreve bağlılık örneği vererek yine de maçın oynanacağı kente uçmuşlardı. hakemler hamburg'a, oyunu çekilmez hale getirmelerine yetecek bir zamanlamayla yetişmişlerdi.
maçın 87. dakikasında, yani genelde almanya'nın maçları kazandığı golleri attığı son dakikalarda van basten bir gol attı. gullit'in de söylediği gibi 'adalet' sonunda, beklenmedik bir şekilde yerini bulmuştu. maçı seyreden don howe kalp krizi geçirdi, ama hangi dakikada olduğunu ben de bilmiyorum.
hollanda-almanya, lyi-kötü. bizim formalarımız maalesef çizgili ama parlak, almanlar'ın formalarıysa siyah-beyazdı. bizim oyuncularımızın ten renkleri çok çeşitliydi, ki buna kaptanımız gullit de dahildi. taraftarlarımızın başlarında uzun saçlı gullit şapkaları vardı. oysa onların oyuncularının hepsi beyazdı ve taraftarları maymun gibi sesler çıkarıyorlardı. bizim oyuncularımız esprili ve doğaldılar. oysa alman mizahının yüz yılı isimli kitap, dünyanın en kısa kitabıydı ve rudı völler'in saçında o absürd lüle vardı. bizim oyuncularımız birer şahsiyetti. oysa almanlar sadece ve o da güç bela, birbirlerinden sırt numaralarıyla ayrılıyorlardı. maçtan iki gün sonra bir alman gazeteci ronald koeman'a, alman halkından nefret ettiği anlamına gelen bir cümlesini hatırlatınca koeman, "ben asla böyle bir şey söylemedim", dedi. "ben sadece alman takımında oynayan ve sürekli olarak hakemlere, bize sarı kart göstermelerini söyleyen, bizi tahrik eden ve ortada hiçbir şey yokken yerlerde yuvarlanan oyuncuları kastetmiştim - bizi bu rahatsız ediyor." ama bir anlamda gazeteci haklıydı, çünkü koeman bu eleştirileriyle, eski alman geleneklerine hakaret ediyordu.
kısaca her iki takını da, hollandalıların kendilerine ve almanlara bakış açılarını özetleyecek bir genelleme yaratmışlardı. biz ruud gullit gibiydik, onlarsa lothar matthâus gibi... bu ulusta belirgin ayıplar da vardı ve bunu duruma uydurmak isteyen hollandalılar kendi terbiyelerini, kendi vakarlarını ve türkler'e, faslılar'a ve gullit gibi surinamlılar'a karşı gösterdikleri hoşgörüsüzlüğü derhal unutmuşlardı. vrij nederland 'almanlara, aslında bütün yabancılardan nefret ettiğimizi açıklamak zorundayız' diye yazmıştı ama bunu hiç kimse yapmadı. almanlar 'kötü', bizse 'iyiydik.
1988'de aralarındaki zıtlık had safhadaydı. hollanda-almanya maçları geçmişte hiçbir zaman diş bileme maçları olmamıştı. oyuncularımız hiçbir zaman onların oyuncularından çok daha soylu olmamışlardı. doğru, 1974'te hollanda dünyanın en iyi takımıydı. ("şoförümün söylediği bir şey çok hoşuma gitmişti. 'en iyi takım kazanamadı', demişti ki bu aynı zamanda hollanda direniş örgütü'nde çalışmış bir alman olan hollanda prensi bernhard'ın maçtan sonra cruyffa söylediği cümlenin aynısıydı.) doğru, hollandalılar o zamanlar bile kişilik sahibiydiler. van hanegem'ın turnuvada giydiği ayakkabılar o kadar eskiydi ki, ulusal marş çalınırken ayaklarıyla tempo tutmaya başlamış ve o sırada ayak başparmağı, ayakkabısındakı bir delikten dışarı çıkmıştı. ama 1974'teki almanlar da anlayışlıydı: beckenbauer, ayakkabıdan çıkan parmağı görünce hollandalı malzemecilere, ayakkabılarının kalıp kalmadığını sormuştu. onlar iyi almanlar'dı. oysa bunun aksine hamburg, ikinci dünya savaşının yeniden yaşandığı yer olmuştu.
savaş sırasında almanya, hollanda'yı beş yıl süreyle işgal etti ve hollandalılara göre hepsi direniş örgütü üyesiydiler. tabii doğal olarak hamburg'da yaşanan o gece, aradan geçen onlarca yılı silip süpürmüştü. almanlar'm göğüslerinde hâlâ kartallar vardı. hollandalı oyuncular direnişçi, almanlar'sa 'wehrmacht'tı.(almanca askeri güç) gerçi bu, anlamsız bir benzetmeydi ama hollandalıların çoğu böyle düşünüyordu. hamburg'dan sonra hollandalıların da en az almanlar kadar sert ve çirkin oynadığını söyleyen gullit olmuştu, ama acımasız hollanda basını ilk defa bundan şikâyetçi değildi. (hollandalı gazeteciler daha önceleri hiçbir zaman futbolculara sarılıp ağlayarak teşekkür ederiz' dememişlerdi.) yapılan fauller alkışlanmış, hatta kutsanmıştı, çünkü hepsi direnişin gereği davranışlardı. vrij nederland'ın hollandalı savunma oyuncusu berry van aerle'yle yaptığı söyleşi şu şekildeydi:
"saçını mı çektim? hiç hatırlamıyorum. başına hafifçe vurdum ama saçını çekmedim."
"çekmedin mi?"
"hayır. başına hafifçe vurdum. buna çok kızdı. çok garip bir tepki gösterdi ve ayağa kalkıp beni kovaladı ama ronald onu durdurunca kendini yeniden yere atıp yuvarlanmaya başladı. bence bu çok garip bir davranıştı."
aslında sahada ne olduğunu hem gazeteci hem de van aerle biliyordu ama bir direnişçi yaptığı kahramanlıktan söz etmeyi hiç sevmezdi. belli bir ironi kullanarak bunu ima ederdi ve zaten bunu da almanlar anlayamazdı. van basten hollanda'nın kazandığı penaltıyı anlatırken şöyle demişti: "kohler dengemi bozdu ve hakem hemen penaltı noktasını gösterdi. ben de onun bu kararını saygıyla karşılamak zorundaydım." hollandalı gazeteciler gülüştüler.
bu maça ilişkin tek benzetme, direnış'e karşı 'wehrmacht' değildi. hamburg, aynı zamanda işgalin tersine dönüşüydü. turuncu üniformalı bir hollanda ordusu tüm araçlarıyla almanya'ya girmiş ve oradaki halkı yenmişti, (ingiltere ve iskoçya arasında sık sık yapılan maçlar döneminde de iskoçlar bir günlüğüne londara'yı fethederlerdi.) almanlar, kendilerine uygun bir davranış örneği gösterip hollandalılara sadece 6.000 bilet verdiler, buna rağmen volkspark stadı hollandalılarla doluydu. almanlar'ın forvetlerinden frank mili bile, "maç almanya'da oynansaydı daha iyi olurdu", demişti ki, bu, bir alman için oldukça başarılı bir espri sayılırdı. hollanda halkı şarkı söylüyordu:
1940'ta geldiler. 1988'de de biz geldik. holadiay, holadio.
hamburg sadece, hiçbir zaman tam olarak beceremediğimiz direniş hareketi değil, aynı zamanda hiçbir zaman tam olarak kazanamadığımız bir savaştı. başka bir açıdan da bize savaşı anımsatıyordu. kısaca hamburg'dan sonra ulusal takımın kaptanından taraftarlara ve hatta başbakanca kadar herkes eşitti. davranış tarzını futbolcular belirledi. maçtan sonra intercontinenta'deyken konga dansı yapıp taraftarların söylediği bir şarkı olan 'münih'e gidiyoruz'u ve popüler bir kafa çekme şarkısı olan 'henüz eve gitmiyoruz'u söylediler. kraliçenin ikinci oğlu prens johan-friso da, 'almanlar'ın şarkı söylediklerini duyuyor musun?' isimli şarkının hollanda versiyonu olan 'o wat zijn die duitsers stil'e eşlik etmişti. gullit, amsterdam'ın leidseplein meydanı'nı dolduran kalabalığın arasında olmaktan mutlu olacağını söylemişti: "ne de olsa almanya'da güzel bir parti vermek olanaksız." blazer ceket giymiş, işe yaramaz bir devlet memurunu tanımlamak için 'bobo' sözcüğünü icat etti ve bu sözcük hemen hollanda diline girdi. bugün bile hollanda halkı birbirlerine 'bobo' der.
siyasal ve sosyal eşitlikten yana olduğumuz için, almanlar'ın mağrur ve küstah olmaları gerekiyordu. hollanda kalecisi hans van breukelen, "o adamların, meslektaşları olduğunuz halde size karşı olan davranışlarını kabul etmek mümkün değil. sizinle bir metre genişliğindeki bir koridorda karşı karşıya gelseler de selam verecek kibarlığı gösteremezler", diye şikâyet ediyordu.
yapılarına uygun olarak almanlar, maçın ahlaki yanını tamamen (ama tamamen) görmezden geldiler. hatta maçtan sonra rakiplerini kutlamak için hollandalıların otobüsüne binen iyi alman beckenbauer bile yenilgiyi 'hak etmediklerini' söylemişti. (ama daha sonra "hollanda o kadar iyi oynadı ki, aldıkları galibiyeti asla küçümseyemem", diyerek ilk ifadesini bir parça yumuşatma yoluna gitti.) matthâus'e göre hakem maçı bir dakika daha uzatmalıydı. völler'in sözleriyse çok garipti: "hollandalılar adeta başka bir gezegenden gelmişlercesine, cennet katma çıkaradeta başka bir gezegenden gelmişlercesine, cennet katına çıkartılacak ölçüde övüldüler." (başka bir gezegenden değil, başka bir ülkeden.) gerçeği sadece bild yazmıştı: gazetenin başlığı 'hollanda süper 'di.
iki ülke daha sonra ekim 1988'de, münih'te karşılaştılar. alman oyuncular hır araya gelerek, maçtan sonra rakipleriyle forma değiştirmeme kararı aldılar. nisan 1989'da rotterdam'da yapılan maçtaysa stadyuma, matthâus'u adolf hitler'e benzeten bir afiş asılmıştı.
hollanda ve almanya, italya'ya gitmeye hak kazandılar ve ikinci turda karşı karşıya geldiler. zaten dünya kupaları'nda veya avrupa şampiyonalarında ya da en azından hollanda bu turnuvalara ne zaman katılma hakkını elde etse karşılaşmışlardı. almanlar, milano'da 2-1 kazandılar ama hepsi bu kadar değildi. rijkaard, völler'e faul yapınca völler yere düştü ve hakem rijkaard'a sarı kart gösterdi. bu durumda rijkaard bir sonraki maçta oynayamayacaktı; rijkaard, völler'e tükürdü, peşinden koştu ve bir kez daha tükürdü. hollanda dışında tüm dünya tiksinti duymuştu. her iki oyuncu da oyundan atıldılar, ama völler'in neden atıldığı bir türlü anlaşılamadı. hollanda-almanya sınırında çatışmalar oldu.
tükürük olayı çok kötü yorumlandı. hollandalılar dışındaki herkes rijkaard'ın sinirli biri olduğunu, hatta hollandalıların paul ince'i veya diego maradona'sı olduğunu düşünüyor gibiydi. oysa o, bilinen en sakin futbolculardan biriydi. peki ama neden tükürmüştü?
hollandalı oyunculardan bazıları völler'in ona ırkçılık kokan bazı şeyler söylediğini iddia ediyorlardı. tv görüntülerinde völler'in, faulden sonra rijkaard'a bağırdığı görülüyordu. völler, "bana neden faul yaptın?" diye sorduğunu ileri sürüyordu ve bu doğru da olabilirdi tabii. ama almanlar'ın nazi olduğu teorisindeki en büyük çatlak, rijkaard'm bunu reddetmesiyle ortaya çıktı: o, völler'in ırkçılığa yönelik bir şey söylemediği konusunda ısrarlıydı. belki völler'ı koruyordu, belki de ortalığı yatıştırmaya çalışıyordu. (birçok hollandalı oyuncunun aksine rijkaard kargaşayı sevmezdi.) belki de onun söyledikleri doğruydu ve völler'ı suçlayan hollandalı oyuncular olayı abartıyorlardı. hollanda basını tükürük olayını araştırmaya, rijkaard'ın şu sözlerine kadar devam etti: "geriye dönüp baktığımızda olay ne kadar da komik geliyor, değil mi?"
bu, kutsal bir şeye yapılan bir hakaretti. bir ulus tümüyle, almanlar'ın ırkçı, hollandalılar'msa iyi olduklarını kanıtlamaya çalışırken rijkaard ortaya çıkıp bu olayı bir şaka haline dönüştürmüştü. ama en sonunda, almanlar'dan nefret etmediğini söylerken çok ciddi olduğu anlaşıldr. aynı şey hollanda antilleri kökenli hollandalılar için de geçerliydi.
oysa gullit'in almanlardan nefret ettiğinden kimsenin kuşkusu yoktu. ama şunu da unutmamak gerekir ki, gullit'in annesi hollandalı, babasıysa hollanda antilleri'ndendi ve o, ten renginin siyah olduğunu ancak on yaşına geldiğinde öğrenmişti. hatta bir keresinde kendisini hollandalı gibi hissettiğini söyleyerek hollanda antilleri'nden gelen insanları çok fena kızdırmıştı. rıjkaard farklıydı. onun ve gullit'in babaları, profesyonel futbol oynamak için hollanda'ya birlikte gelmişlerdi, ama herman rijkaard yine hollanda antilleri'nden bir kadınla evlenmişti ve frank rıjkaard siyah tenli olduğunu başından beri biliyordu. rıjkaard gibi, hollanda'nın 1990'dakı üçüncü kalecisi olan ve surinam'ın paramaribo kentinde dünyaya gelen stanley menzo da, almanlar m zaferine pek aldırmadığını söylemişti.
menzo sözlerine şöyle devam etmişti: "canımı en çok sıkan şey, aron winter, rijkaard ve daha sonra da gullit'in topu aldıkları zaman ıslıklanmaları oldu. öte yandan hollandalıların da almanlara bir sürü hakarette bulunduklarını duydum. bence bunların hepsi çok saçma ama maalesef engel olmaya gücüm yetmiyor." hollanda antilleri bu oyunun dışında kalmışlardı. onlar savaş sırasında hollanda antilleri'ndeydiler ve hollanda yurtseverliği onlara şevk vermek yerine, onları endişeye düşürüyordu. rıjkaard tükürdüğü zaman, sanki halkta yaygın olan isteri durumu onu da etkisi altına almış gibiydi, ama o bunu daha sonra inkâr etti. ona göre tükürmesi direniş değil, sadece kötü bir davranış biçimiydi.
ancak bu olay, bir sonraki hollanda-almanya maçını daha da gergin bir hale getirdi, iki takım 18 haziran 1992'de göteborg'da avrupa şampiyonası için karşı karşıya geldiler. ronald koeman'a göre bu eşleşme, şeytan'ın marifetiydi.
en büyük alman sayılan matthaus bu maçta sakatlanarak oyundışı kaldı. de telegraaf onun yerine oyuna giren andreas möller'in, onun yerini tutmaktan çok uzak bir dublör olduğundan şikâyet etmişti, çünkü 'gerçek bir hollandalı nasıl olur da, kendi ülkesinde bile dışlanan bir alman'dan nefret edebilirdi?' ama hollandalı taraftarlar bu zor işi de başardılar. van aerle maçtan önce şöyle demişti: "riedle, doll, klinsmann, ne fark eder ki? hepsi tehlikeli. bütün almanlar tehlikelidir." bütün almanlar'm aynı olduğunu söylerken çok ciddiydi. maçı 10 milyon hollandalı izledi. bu, hollanda tv'si açısından yeni bir rekordu ve ullevi stadı ağzına kadar hollandalılarla dolmuştu.
alman taraftarlar maça daha az ilgi göstermişlerdi. hollanda-almanya maçları onlar için de özel bir anlam kazanmaya başlamıştı ama yine de o kadar önemsemiyorlardı. ne de olsa hitler'in işgal ettiği tek ülke hollanda değildi. hatta hollandalılar'ın bu konudaki tepkileri almanlar'ı hayrete düşürüyordu. bu, onlara göre başka tür bir ırkçılıktı ve sanırım haklıydılar. eski bir futbol menajeri olan, bild'in köşe yazarlarından udo lattek, vrij mederland muhabirine, "bazı insanların geçmişte yahudiler'e kötülük ettiği gerçeği konusunda benim küçük kızım ne yapabilir ki?" diye sormuştu. völler bu düşmanlığı 'dış güçlere' bağlıyordu. işin özünü görmemekte direnerek, "hollandalılarca karşı en ufak bir artniyetim yok", demekte ısrar ediyordu. beckenbauer de, "çocukken amsterdam a gittim", demişti, "hollanda'yla yaptığımız maçlar benim yıllarıma maloldu, yine de bu maçları hiçbir şeye değişmezdim. o maçlardaki futbol her zaman nitelikli, duygu yüklü ve benzeri görülmemiş bir gerginlikle dolu olurdu. daha doğrusu, en saf haliyle futbol oynanırdı". beckenbauer için maç, sadece büyük bir yarışmadır ve futbolun özü de budur zaten... oysa çoğu hollandalı açısından futbol maçı daha karanlık, daha çapraşık bir olaydır.
hollanda takımı göteborg'da soyunma odasından çıkarken michels oyuncuları durdurup şöyle dedi: "beyler, şu anda söyleyeceğim şeyleri daha önce asla söylememiştim. bugün üç gol atacaksınız. bunlardan ikisini orta saha oyuncularımız atacak ve almanlar da bir veya iki gol atacaklar. güzel bir maç olmasını dilerim."
orta sahada oynayan rijkaard maçın ikinci dakikasında bir gol attı ve iki alman bunun üzerine, bir hollanda gece kulübüne parça tesirli bir bomba atarak, nedense maçı seyretmeyen üç kişinin yaralanmasına neden oldu. gece kulübü, hollanda'nın kerkrade kentinde ve hollanda'da başlayıp almanya'da sona eren nieuwstraat caddesi üzerindeydi.
daha sonra hollanda sol açığı rob witschge'nin serbest vuruştan attığı ikinci gol geldi. top, alman barajında yer alan ve vuruş sırasında havaya sıçrayan riedle'nin ayaklarının altından geçerek kaleye girmişti. michels maçtan sonra, "idmanlarda serbest vuruş planları yaparsınız ama oyuncuların sahada bunları uygulayıp uygulayamayacağından emin olamazsınız. neyse ki bu maçta almanlar bu plana uydular, demişti. klinsmann almanya'nın golünü attıktan sonra, hollanda'nın ileri uç oyuncularından dennis bergkamp bir gol daha attı ve skor hollanda lehine 3-1 oldu. maçın bitmesine birkaç dakika kalmıştı ki, michels ve yardımcısı dick advocaat, wouters'in yerine oyuna peter bosz'u sokmak istediler, ancak ne wouters ne de bazı hollandalı oyuncular oyundan çıkmayı kabul ettiler. sonunda teknik adamlar oyundan, genç bergkamp'ı çıkarmak zorunda kaldılar. advocaat, "dennis, taraftarlara seni alkışlamaları için bir şans vermek istiyoruz", demişti. bosz kardeşine, formasını bir almanla değiştirmeyeceğine dair söz vermişti. maçın sonucu, michels'in 'tahmin ettiği gibi 3-1 oldu. hollanda-almanya maçları insanların doğaüstü güçlerini de harekete geçiriyordu.
maçtan sonra sınırdaki enschede ve kerkrade'nin nieuwstraat caddesi'nde hollandalılar ve almanlar birbirlerine bira şişeleri ve taşlarla saldırdılar. enschede'de oturan 500 kişi sınırı geçti ve alman kenti gronau'nun altını üstüne getirdi. at'de işler yolunda giderken, neredeyse savaşın eşiğine gelinmişti. hollanda'nın entelektüel günlük gazetesi nrc handelsblad genç taraftarların hiç hakları olmayan bir öfke gösterdiklerini ve bu haksız öfkenin, hiç de yakışık almayan kötü bir davranışı haklı çıkarmak amacıyla kullanıldığını yazmıştı. ama aslında konu ikinci dünya savaşı değildi. savaş, direniş ve 'wehrmacht' sadece, bizim oyuncularımızın gerçek birer hollandalı, almanların'sa tipik birer alman olduklarını söylemek amacıyla kullanılan sözcüklerdi.
neyse ki iskoçya, birleşik devletler topluluğu adıyla şampiyonaya katılan rus ağırlıklı takımı 3-0 yendi de hem hollanda hem de almanya yarı finale yükseldiler. hollanda, danimarka'yla, almanya da isveç'le oynayacaktı. her iki taraf da finale çıkaçaklarını umuyorlardı. michels basına, "bu turnuvada almanya'yla iki kez karşılaşacağımızı her zaman söylemiştim", demişti. "bır sonraki maç da çok zor geçecek."
michels'in lakapları arasında sfenks, general ve boğa gibi sözcükler vardı. o, asla ally macleod gibi kibirli biri değildi, ama yine de hollanda'nın finale çıkmak için önce yarı finalde danimarka'yı yenmesi gerektiğini unutmuş gibiydi. bu gerçeği bütün hollandalılar unutmuştu. taraftarlar almanya'yla oynayacakları final maçına gitmeyi planladıkları için, yarı final maçı nedeniyle düzenlenen charter uçak seferlerinden birkaçı iptal edildi. hollanda-danimarka maçında tribünler neredeyse boş kalmıştı. doğal olarak hollanda maçı kaybetti. gereksiz bir kibir içindeydiler. danimarka kalecisi peter schmeichel öfkeyle, bergkamp ilk hollanda golünü attığı zaman seyircilerin bunu alkışlamaya bile üşendiklerini söylemişti. maçtan sonra çok üzgündüler: almanya isveç'i yenmiş ve finalist olmuştu. van breukelen, "almanların kellesini kurtardık. zaten dünya şampiyonu olmuşlardı, şimdi de bizim ünvanımızı elimizden alacaklar. sırf bu yüzden kim bilir kaç gece uyuyamayacağım", demişti.
almanlar final maçını kaybettiler, o gece danimarkalı oyuncularla danimarka halkı hep birlikte 'auf wiedersehen deutschland' şarkısını söylüyorlardı, çünkü onlar da işgal edilmişlerdi.
hollanda-almanya maçları bir süre sonra sinir harbi olmaktan çıkacaktır. 1988'den sonraki birkaç yıl boyunca hollanda, avrupa'nın en başarılı oyuncularından bazılarına sahipti, oysa alman oyuncular en kötüler arasında gösteriliyorlardı. gullit, rijkaard, van basten, wouters ve ronald koeman ulusal maçlarda oynamayı bıraktıkları zaman, almanya, hollanda'yı kolayca yener hale gelecektir. belki bizim oyuncularımız da onlarınkilerden daha iyi insanlar olmaktan vazgeçeceklerdir. işte o zaman hollandalılar, hollanda-almanya maçlarına bu kadar önem vermeyi bırakacaklar ve clingendael enstitüsü'nün de daha fazla üzülüp korkmasına gerek kalmayacaktır.
(tercüman’ın 1990 basımlı büyük futbol ansiklopedisinden alıntıdır.)
alman milli takımında, şampiyonluktan sonra verilen kokteyle eşleri alınmayan gerd müller ve uli hoeness bundan böyle milli takımda oynamayacaklarını açıkladılar. daha sonra grabowski ve overath da bu karara katıldılar.
amsterdam’da krallar gibi karşılanan hollanda milli takımı’nın teknik direktörü rinus michels ve kaptanı cruyff’a, kraliçe tarafından madalya takıldı.
ilk basımı 2002 olan "dünya kupası" kitabında fatih altınöz'ün "dünya kupası penaltı yarışması" başlıklı yazısından;
ilk dünya kupamız 1970. yaş 6. baba memleketine antep'e gidiyoruz. mevsim yaz. otobüs çayırağası. vakit gece yarısı avur dagı'na tırmanıyoruz. edgar allan poe öykülerinden fırlamış bir yerdeyiz. gavur dağı'nın adı üstünde, gökyüzüne doğru kıvrıla kıvrıla yükseliyor sonra kıvrık kıvrık alçalıyoruz. ortada otobüsümüzü bir lokmada yutmaya hazır karanlık, kapkaranlık bir boşluk... otobüs santim santim inim inim ilerliyor. içerde ışıklar sönük, otobüsteki tek ses şoför mahallinde. radyo.
radyo açık, cızırtılı. ses gidip geliyor. dünya kupası finali. brezilya - italya maçı. riva, rivera, fachetti, mazzola filan var galiba italya'da. brezilya'yı tutuyoruz. pele'den, rivelino, tostao ya da jairzinho'dan olabilir. formadaki sarı-lacivert renk lerden de olabilir, iyi top oynamalarından da. bizim oralarda brezilya'ya berezilya derlerdi. berezilya güzel top oynardı. bir yabancı turnuvada eğer fenerbahçe, milli takım ya da herhangi bir yerli takım yoksa direkman güzel top oynayanı tutardık. çocuktuk.
bizim ilk dünya kupamızı gavur dağı'ndaki maçta berezilya kazandı. dört-bir. helal olsun dedik verdik kupayı radyonun cızırtılarının arasından gece yarısı.
mutlu mesut antep'e vardık. ertesi gün dedemizin fıstık dükkanında dedemize maç sonucunu soranlara torun olarak cevap verdik. golleri de şunlar şunlar attı.
ilk dünya kupamızda berezilya'yı tutuyorduk. radyo vardı otobüste, ikinci dünya kupamızda ise televizyon, komşunun evinde.
1974. hollanda'yı tuttuk. deli gibi. çünkü güzel top oynuyorlardı. cruyff, neeskens, kroll, rep, rensenbrink, suurbier (rahmetlik oldu galiba genç yaşında), rijsbergen, van hanegem, haan... kerkhof kardeşlerden biri ufak ufak takıma giriyordu. bi de bi hulshoff vardı, ama sakattı (gene) galiba. kalecilerinde iş yoktu yalnız. jongbloed ve okunuşuyla şırayvırs... iki uçan mandayla iki kupa gitti 74 ve 78'de.
1974 dünya kupası finalleri. hayatımızın en güzel günleri. kasaba. çocukluk. uzun yaz günleri. cruyff u izlemeye doyamazdık... bizim oralarda cruyff a cüruf derlerdi. beckenbauer'a karşı tabii ki cüruf. soğuk, mekanik, salt sonuca yönelik sağlamcı oyuna karşı... renkli, sereserpe, heyecanlı, hercai oyun.
cephe gerisindeki en emniyetli yere kurulup bütün topları alıp oyunu kuran, formasında çamur çimen izi olmadan maç bitiren kayzere karşı cephenin orta ve ileri ucunda düşman saflarında düşmanla kora kor savaşan, yara bere içinde kalan her türlü tekmeye gözü kara dalan portakal renkli fedai. futbolun jordan'ı. üstüne adam tanımadık. neeskens de pippen oluyor? evet, uydu gibi. uydu uydu. finaldeki o ilk penaltı, buz gibi penaltıydı arkadaş.
herifler daha topa dokunamadan cürufa dokundular. dakka bir. neeskens attı. neeskens attı. neeskens attı. ikinci penaltı ise breitner'in attığı... onun neresi penaltı? kendini hop diye yere atan holzenbein'den ömrümüz boyu nefret ettik, ederiz. gerd müller'in attığı ikinci golden sonra dakka 67 miydi neydi? moral sıfır. maçı daha fazla seyredemedik.
çıktık komşudan, indik aşağı. kapının önünde komşunun penceresinden gelecek iyi haberi bekledik maç sonuna kadar. bizi yeniden yukarı çıkaracak haberi. o iyi haber gelmedi...
hollanda finalde kaybetti. penaltılara olan öfkemiz o günlerden miras kalmış olabilir. jansen (kıvırcık, sarı, kısa, orta saha) düşürmedi, adam kendini yere attı abi. ceza sahasında kendini yere bırakan adamlardan da o gün bugün nefret ettik. maçın bütün dengelerini bozar bu artizler. maça bir asabiyet gelir o dakkadan sonra keyif meyif kalmaz ve çoğu zaman maç hücceten gider az sonra. bir maçta şöyle bir sahne görelim isteriz. misal ahmet ceza sahasında tam gol pozisyonundayken düşüyor. hakem misal'in takımı lehine penaltı veriyor. ahmet itiraz ediyor: "düşürülmedim. ben kendim düştüm." hakem kararları malum değiştirilemez. hakem dinlemiyor. sen misin misal'i dinlemeyen. bakıyor ki takımı haksız bir gol kazanacak. geçiyor topun başına kendi. geriliyor geriliyor, ama kaleye doğru dikine değil kaleye paralel taç çizgisi istikametine. herkesin gözü 'bu adam n'apıyor?' gibilerden onda... geliyor geliyor. bi şut. toptaçta hatta tribünlerde. işte adalet... futbol sahalarında böyle bir şey görelim daha bir şey istemiyoruz. neyse...
dünya kupası penaltıları 1970, 1974 ve 1978 de gene de tahammül edilebilir bir durumdaydı. çünkü maç içindeki hataların cezası olarak verildiler hiç olmazsa. (hatalı karar veren hakemin günahı boynuna.) 1974'de bunlara bile isyan ederken sonradan başımıza geleceklerden haberimiz yoktu tabii...
ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
erden güley'in "futbol bizim dünyamız" başlıklı yazısından;
batı almanya posta idaresi, 1974 dünya kupası için 30 ve 40 pfennig değerli 2 pul bastırdı. birçok ülke de dünya kupası için pullar ve anma blokları çıkardı.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
watergate binasındaki casusluk skandalıyla şimşekleri üzerine çeken başkan nixon'm durumu oldukça kritikti; aynı yıl bir uzay mekiği jüpiter'e doğru yol alırken, vietnam'da yüz sivili katleden teğmen, washington tarafından suçsuz bulunuyordu; öldürülenler alt tarafı yüz kadar vietnamlı sivildi.
roman yazarlarından miguel angel asturias ile par lakgervist hayata veda ederlerken, ressam david alfaro siqueiros da son nefesini veriyordu. arjantin tarihinde ateş ve baruttan ibaret bir sayfada yer alan general peron da can çekişiyordu. caz kralı duke ellington da aramızdan ayrılıyordu. basın kralının kızı patricia hearst kendisini kaçıranlara âşık olunca babasını bir burjuva domuzu olmakla suçlayarak banka soyma girişiminde bulunuyordu. miami'den gelen güvenilir haberlere göre fidel castro'nun devrilmesi an meselesiydi.
yunanistan'da ve portekiz'de dikta rejimlerine son veriliyordu, portekiz'de karanfiller ihtilali gerçekleşirken "grandola, vila morena" şarkısı dillerden düşmüyordu. şili'de augusto pinochet iktidarını sağlamlaştırırken, ispanya'da general franco kendi adını taşıyan bir hastaneye yatır ılıyordu.
tarihî bir oylamada italyanların boşanmanın kabulü lehinde oy kullanmaları, evlilik sorunlarının çözümünde bıçak, zehir ve benzeri yöntemlere başvurmaktan vazgeçmiş olduklarını gösteriyordu. tarihe geçecek bir başka oylamayla da dünya futbolunu yönlendirenler fifa'nın başkanlığına joâo havelange'yi getiriyorlardı. havelange, isviçre'de ünlü stanley rous' dan görevi devralırken, bu arada almanya'da 10. dünya futbol şampiyonası başlıyordu.
şekil yönünden farklı bir kupa sahibini bulacaktı; bu seferki rimet kupası'ndan daha çirkindi, ama onu elde etmek için dokuz avrupa, beş latin amerika ülkesinden başka avustralya ve zaire yarışacaklardı. sovyetler birliği şampiyonaya katılamamıştı. çünkü eleme maçları safhasında sovyetler, şili'nin nacional stadı'nda oynamayı reddetmişlerdi; burası bir süre önce toplama kampı ve kurşuna dizilme yeri olarak kullanılmıştı. o zaman şili karması bu statta futbol tarihinin en ilginç olayını yaşadı: şilililer karşılarında herhangi bir rakip olmaksızın sahaya çıkarak halkın çılgınca alkışları orasında boş kaleye birkaç gol gönderdiler. daha sonra şili, dünya kupası'nda tek bir maç dahi kazanamadı.
bu arada sürpriz bir gelişme oldu: hollandalı futbolcular almanya'ya yanlarında eşleri, nişanlıları ve sevgilileri olduğu haldegelip onlarla birlikte kampa girdiler; attıkları on dört gole karşılık yalnızca bir gol yemişler ve bunu da şanssızlık eseri kendi kalelerine atmışlardı. kısacası 74 dünya kupası'nın en ilginç ekibi "mekanik portakal" adı verilen hollanda'ydı; rinus
mixhels'in çalıştırdığı cruyff, neeskens, rensenbrink, krol ve öbür yorulmak nedir bilmeyen oyunculardan oluşan hollanda karması bir hayli ilgi gördü.
final maçından önce cruyff ile beckenbauer flama değiştirdiler. ve sürprizlerle dolu bu şampiyonanın en son sürprizi de kaiser ve adamlarının, hollandalıların pişmiş aşına soğuk su katmaları oldu. bütün tahminlerin aksine meier, müller ve breitner favori gösterilen hollanda'yı devirmede zorluk çekmediler ve sonuçta almanya maçı 2-1 alarak şampiyon oldu. tarih burada bir kez daha tekerrür etmişti: aynı şekilde, 1954 yılında isviçre'de oynanan final karşılaşmasında almanya namağlup unvanlı macaristan'ı devirmişti.
federal almanya ve hollanda'nın ardından üçüncü sırayı polonya aldı. brezilya dördüncü oldu. polonyalı futbolcu lato yedi golle gol sıralamasında birinci oldu; bir diğer polonyalı szarmach ve hollandalı neeskens onu beşer golle izlediler.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
her ne kadar hollanda karmasına "mekanik portakal" adını taktılarsa da sürprizleriyle herkesi şaşkına çeviren bu ekip bir makine gibi tekrarlanan hareketler yapmıyordu. "river makinesi" adı da hollanda için pek uygun değildi; bu turuncu alev kendisini sürükleyen bilinçli bir rüzgâra uyarak bir ileri bir geri gidiyordu; kimi zaman da bütün ekip ya saldırıya geçiyor ya da savunmaya çekiliyordu. tam anlamıyla bir yelpaze gibi açılıp kapanan ve on bir kişinin tek bir vücut haline geldiği bir takım karşısında rakip takımlar ne yapacaklarını kestiremiyorlardı.
brezilyalı bir gazeteci, hollanda karmasını "bilinçli düzensizlik" olarak tanımlamıştı. hollanda ekibi bir orkestra gibiydi, bu orkestranın ahenkli bir müzik icra etmesini sağlayan da, herkesten daha fazla ter döken, onların şefi cruyff tu.
bu sıska şeytan, daha çocuk yaştayken ajax kulübü'ne kapağı atmıştı: annesi o zamanlar kulübün kantininde çalışırken, kendisi de saha dışına çıkan topları topluyor, futbolcuların ayakkabılarını temizliyor ve sahanın köşelerine bayrakları yerleştiriyordu. kısacası kendisinden istenilen her şeyi yapıyor, ama kendisinin istediği şeyi yapamıyordu: top oynamak istiyordu, ama bunun için yeterli fiziğe sahip olmaması ve ayrıca hırçın yapısı nedeniyle top oynamasına izin verilmiyordu. ama bir keresinde oynamasına izin verdiler ve o andan sonra bir daha yeşil sahalardan ayrılmadı; daha çocuk yaştayken hollanda milli takım kadrosuna alındı ve muhteşem bir futbol sergilediği ilk milli maçında bir gol atıp hakemi bir yumrukta yere serdi.
daha sonra azminden ve becerisinden bir şey kaybetmeden oynamayı sürdürdü. yirmi yıl boyunca hollanda'da ve ispanya'da oynadığı takımlarda yirmi iki kez şampiyonluk zevkini tattı. otuz yedi yaşındayken futbolu bıraktı; son golünü attıktan sonra, kendisini alkışlayan seyircileri stattan evine kadar ona eşlik ettiler.
ilk basımı 1997 olan eduardo galeano'nun "gölgede ve güneşte futbol" kitabından;
münih tsv kulübü'nün teknik adamı bir keresinde ona şöyle demişti: "futbolda bir yere gelemezsin, en iyisi mi sen başka bir iş tut."
o sıralar gerd müller bir tekstil fabrikasında günde on iki saat çalışıyordu.
o öğütten on bir yıl sonra, 1974'te bu bastıbacak futbolcunun oynadığı ekip dünya şampiyonu oldu. alman liginde ve alman milli takımı'nda hiç kimse onun attığı gol sayısına ulaşamadı.
bu vahşi kurt sahada kendisini kamufle etmesini çok iyi beceriyordu. pençelerini ve sivri dişlerini kırmızı başlıklı kız masalındaki babaanne kılığında gizleyerek masum paslar verirken bir yandan da kimseye sezdirmeden rakip takımın ileri hatlarına sızıyor ve tıpkı av karşısındaki bir kurt gibi boş kalenin önünde ağzının sularını akıtıyordu: ağlar onun için son derecede çekici bir gelinin dantelli tül duvağıydı sanki; duvağı birdenbire açıyor ve dişlerini geçiriyordu.
ilk basımı 2003 yılında olan yiğiter uluğ'un "hatice'den mektuplar" kitabından;
münih, 1974... şükrü gülesin, namık sevik ve kahraman bapçum, dünya kupası finalini izlemek üzere geldikleri bavyera kentinin sokaklarını arşınlıyorlar. karınları acıkınca şükrü -ki en önce onun karnının acıktığından kimsenin şüphesi olmasın- "şu italyan lokantasına girelim, canım spagetti çekti" diyor. girip oturuyorlar masaya... siparişleri almak için 15-16 yaşlarında bir delikanlı geliyor. şükrü gülesin, yemek faslına geçmeden önce garsonla samimiyet kurmak istiyor ve "hangi takımı tutuyorsun?" sorusuyla açıyor sohbeti...
"lazio." "peki, şükrü gülesin'i tanıyor musun?" "hayır." "baban da lazio'lu mu?" "evet." "ne yapıyor şimdi?" "içeride, mutfakta çalışıyor." "git, babana 'şükrü gülesin geldi, seni görmek istiyor' de!"
delikanlı da, masadakiler de şaşırıyor şükrü'nün bu isteğine. lazio'lu genç biraz da isteksizce mutfağın yolunu tutadursun, biz biraz daha eskilere, 1950'lerin başındaki roma'ya uzanalım...
* * *
beşiktaş formasıyla oynadığı 281 maçta 226 gol atan, o dönem türk futbolunun en büyük yıldızlarından şükrü gülesin, 1951'de lazio'ya transfer olmuştu. insanüstü kuvveti, bomba gibi şutları, kornerden attığı gollerle kısa sürede italyan futbolseverlerin sevgilisi haline geldi. öyle ki, her maçtan sonra kimi zaman o akşam, kimi zaman da ertesi sabah evinin kapısında tokmağa asılı bir ıstakoz buluyordu. eşine soruyor ama hiçbir tıkırtı duymadığı cevabını alıyordu. birkaç kez beraberce kulak kabartıp, ıstakozu getireni 'enselemeye' çalıştılar, olmadı. ve şükrü, esrarengiz armağanın sırrına eremeden o sezonun sonunda palermo'ya transfer oldu.
* * *
yeniden münih'teki lokantaya dönelim... oğlundan haberi alan italyan aşçı sevinç-hayret karışımı bir yüz ifadesi ve telaşlı adımlarla yaklaşmaktadır bizimkilerin masasına... bir yandan ıslak ellerini önlüğüne siler, bir yandan da "sukru!.. sukru!.. inanmıyorum, bu bir mucize!" diye bağırarak gelir, kucaklar yıllar önce lazio tribünlerinden alkışladığı kahramanı.
"demek, hatırladın beni" der şükrü.
"nasıl hatırlamam? sen benim en sevdiğim futbolcuydun" cevabını verir italyan önce, sonra da gözünü uzaklara diker ve "peki, sen ıstakozları hatırladın mı?" diye sorar kısık bir sesle. "hani pazar geceleri kapında bulduğun ıstakozları?"
"evet..."
"işte o ıstakozları getiren bendim. balık halinde çalışıyordum o zaman."
* * *
gazetelerde, kulüplerin halka açıldığına, artık borsada hisselerini satabileceklerine ilişkin haberleri okudukça hep bu hikâye geliyor aklıma... şükrü gülesin'i ve onu lazio forması ile izlediği bir sezonda 'aşık olan' italyan'ın 40 yıllık dost gibi kucaklaştığı sahneyi canlandırmaya çalışıyorum gözümde... bugün de futbol topunun zıpladığı her yerde buna benzer tabloları görebilmek mümkün. ama yarım yüzyıl önce olduğu kadar katıksız bir sevgiden söz edebilir miyiz?
kulüpler birer şirket artık... alan, satan, kârları, zararları bilançolarla ortaklarına duyurulan endüstriyel kurumlar... bu yüzden, yıldızları birer kahraman gibi değil de, bizi (yani elimizdeki hisseleri) başarıya taşıyacak personelden birileri olarak görüyoruz. ya da en azından öyle görme yolunda ilerliyoruz. bir gün omuzlarda taşıdığımızı, ertesi gün 'kazandırmıyor artık' diye kaldırıp atabilmek, şimdilerde taraftarın (yoksa hissedar mı demeli?) en doğal hakkı.
futbol büyüyor... giderek dünyanın en ücra köşelerine sızıyor, popülaritesinin önünde hiçbir güç duramıyor... büyüdükçe kazanıyor, kazandıkça etrafına da kazandırıyor... fakat bu güzel oyunun saflığı, masumiyeti, mahalle araşma özgü heyecanları da kayboluyor bir bir...
yarım yüzyıl önce savaştan yeni çıkmış avrupa'nın fakir insanları, stadyumlara giderken, olağanüstü bir gösteriye tanık olmanın coşkusu içindeydiler. onlar için di stefano, puşkaş, fontaine, gento ya da 'sukru'nun da vinci'den, michelangelo'dan, renoir'dan farkı yoktu. ve yeşil sahaların yaratıcılarına, gönüllerinden taşan sevgilerle, avuçlarını kızartan alkışlarla teşekkür ediyorlardı. bence, asıl o zaman 'halka açık'tı kulüpler...
teşekkür deyince; aktardığım güzel öyküyü güneşli bir öğle sofrasında benimle paylaşan kahraman ağabeye borçlu olduğum teşekkürü de unutmamak gerek. o, sesiyle, jestleriyle, mimikleriyle ama en çok da pırıl pırıl parlayan gözleriyle ruh vererek anlatmıştı rahmetli şükrü gülesin'in hikâyesini. benim bilgisayar klavyesinde aynı rengi yakalamama olanak yok, affola...
radikal, 10 şubat 2002
not: anı 74 dünya kupasında geçtiği için bu maça yazdım...
batı almanya'nın golcüsü gerd müller, bu turnuvada 4 gol daha kaydetti ve toplamda 14 gole ulaşarak tüm zamanların dünya kupaları tarihinde en fazla gol atan oyuncusu oldu.
1974 dünya kupası’nda hollanda, oynadıkları güzel futbolla, büyük bir zevk verirken, cruyff’un arkadaşlarının takımı futbol otoritelerince, “otomatik portakal” ve “total futbol” diye tarif ediliyordu. takımın savunmasındaki isim ruud krol, göze hoş gelen futbollarını şu sözlerle açıklıyordu: “total futbolun felsefesinde her futbolcu istediği her mevkide oynayabiliyordu. topla ileri gitme konusunda kimse endişeye kapılmıyordu, çünkü ileri gidenin yerinin, geride mutlaka tutulmuş olduğunu biliyorduk. tabi bu çok sıkı bir disiplin gerektiriyordu.”