halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
1970-1971 mevsimi türkiye kupası maçlarından çeyrek final mücadelesi, fenerbahçe ile boluspor'u karşı karşıya getirmişti. bu iki maçın naklen yayını da bana düşmüştü. ilk maç bolu'daydı. güzel güzel gitmiştim. kulübeye girmiştim. güzel güzeldi her şey... hava birden bozuyordu az sonra... yağmur başlıyordu. batak haline gelen sahada futbolun güzelliği kaybolmuştu her şeyden önce... bu arada, selim'in serbest atışdan gelen topu zeki kafayla ağlara yollamış ve fenerbahçe'yi öne geçirmişti. daha sonra bolusğor bir penaltı yani bir beraberlik şansı yakalıyordu. ama fenerbahçe'nin romen kalecisi datcu, salim'in çektiği penaltıyı ve de galibiyeti kurtarıyordu. sarı-lacivertli takım deplasmanda 1-0'lık avantaj sağlayarak istanbul'a dönerke, ben de ankara'ya yollanıyordum. televizyon çekimine gidiyordum. karşılaşmayı izlemeye gelen spor-toto genel müdürü enver dölay, birlikte gidebileceğimizi söylemiş, onun arabasına binmiştim. ankara'daki bir işi için yöneticilerinden izin alan fenerbahçeli futbolcu ogün altıparmak da arabadaydı.
yola çıktığımızda yağmur vardı. biraz gittik, yağmur sulu kara dönüştü. derken kar... ardından tipi... ama görülmemiş bir tipi... yollar tıkanmıştı... kara saplanmış araçlarla doluydu her taraf... bizim bindiğimiz otomobil de bir sağa, bir sola kayıyordu. bir kilometre taşını gördükten sonra, ikincisinini görmemiz için saatler geçiyordu. gitmiyor da duruyorduk sanki. karanlık iyice bastırmıştı. dağ başında tipiye tutulmuştuk. şöförümüz orta yaşlı bir insandı ve çok ustaydı. direksiyonu kullanışıyla bize moral veriyordu. bir moral kaynağımız da futbolcu. eski futbol maçlarını geçit resmi yaptırıyorduk. enver dölay anlatıyordu. ogün anlatıyordu, ben anlatıyordum. dağ başında futbol maçından gelirken donacağımızı hatıra getirmesin diye, ne kadar maç varsa, hepsini dökmüştük ortaya... anlata anlata da sabahı ve ankara'yı bulduk. hayatta donmaktan korktuğum ilk ve tek olaydı bu.
ankara'ya vardığımızda, şehir girişinde trafik arabaları karşıladı bizi... meğer bizden sonra bolu'dan çıkan bütün araçlar yolda kalmış, telefonla durumu başkente bildirmişler. bizden önce de oraya hiçbir taşıt varamayınca, iyice telaşa düşmüşler. aradaki birçok yere telefon etmişler, bizden hiçbir haber alamamışlar. bu arada gençlik ve spor bakanı, sevgili dostumuz ismet sezgin de sabaha kadar uyumamış, bizi beklemişti. geldiğimizi öğrenince, "beni çok korkuttunuz" diye koşup boynumuza sarılmasını hiç unutamam.
fenerbahçe ile boluspor arasındaki ikinci maçı da sarı-lacivertli takım 1-0 kazandı ve tur atladı. ama şansımız yaver gitmese, bir de dölay'ın o bacacan şöförünün ustalığı olmasa, daha ilk fenerbahçe-boluspor maçında asıl elenen, bizler, arabadakiler olacaktık.
halit kıvanç'ın 1983 basımlı "gool diye diye" kitabından;
aslında bolu'da bir kazaya daha uğruyordum. bir başka biçim kaza...
maçı anlatırken, spiker kulübesinin kapısı açıldı. bir elimle kapıyı örtmeye çalışıyordum öbür elimle girmek isteyen gence işaret ediyorum. "aman çıkın" gibilerden bir işaret.. tabii konuşmamı da kesmeden sürdürüyorum mikrofonda.. gözlerim bir sahada, bir kabine girmeye çalışan gençte... uzandı bana doğru "sağol halit ağabey" dedi, "yaşşa.. ağzına sağlık.. ne güzel anlatıyorsun."
başımla teşekkür ediyorum. maç yayınıyla ilgili sözler dışında bir şey söyleyecek halde değilim ki... sait çelebi usta olsa, "bakın şimdi kapıdan bir genç girdi... ooo hoş geldiniz, safalar getirdiniz," der, rahat rahat kurtarırdı durumu... ama benim için böyle bir şans yok... dakat genç oralı değil... başımla teşekküre razı olmadı, daha sokulmak istiyor. yanımdaki teknisyen arkadaş da, her an kontrol altında tutmak zorunda olduğu aygıtları bırakıp kalkamıyor. içeri zorla giren genç birden önümüzdeki mikrofona hamle yaptı. ve başladı bağırmaya: "anlat be halit ağabey, anlat! şu.. hakemi de anlat. şu..." derken, iki elimle mikrofona kapandım. örttüm üstünü... kendim de kapandım mikrofona... varsın yayın aksasın, sözler kesilsin. fakat o gencin sözleri de duyulmasın.
çünkü veryansın ediyor, tüm hakemlere kızgınlığını o gün bizim masum mikrofonu alet ederek bütün memlekete duyurmaya çalışıyor. beni o durumda gören teknisyen arkadaşım da kontrol ettiği düğmeleri filan bırakıp fırladı. genci kolundan tuttuğu gibi çıkardı kabinden...
bir gün o genç bu satırları okursa, herhalde şimdi epey yaslanmış olacağı için, "ne yapalım, cahillikten yapmışız. gençtik o zaman." der sanırım.