kızılyıldız gençlerbirligi karşısında bocaladı: 0-0
ankara, hususî
izmir ve ankarada yaptığı maçlarda müsbet intiba bırakan yugoslav şampiyonu kızılyıldız dün gençlerbirliği önünde bir hayli bocaladı.
siyah - kırmızılı takım avrupanın namlı takımlarından kızılyıldıza karşı çıkardığı canlı, hırslı ve herşeyden önce güzel futbolu ile memleketimizi bihakkın temsil ettiler.
maçın ilk yarısı gençlerbirliği defansının iyi top kullanan yugoslav forvetini yakından marke etmek suretiyle tesirsiz bırakmakta geçti ikinci yarıda rakip takımın tesirinden kurtulan ankaranın genç ve enerjik siyah - kırmızılı takımı bu devre namlı kaleci beara'ya bir hayli korkulu dakikalar yaşattılar. ancak orhun, tevfik ve zeynel heyecandan olacak ayaklarına geçen sayılık fırsatlardan istifade edemediler. maç (0-0) berabere bitmişti. fakat seyircinin coşkun tezahüratı arasında yugoslav futbolcular rakibinin güzel oyununu tebrikten kendilerini alamadılar.
gençlerbirliğimiz 85. kuruluş yıldönümünü kutluyor. 50 yılı aşkın bir kırmızı-siyah sevdalısı olarak bu coşkuya katılıyor, kulübüme ebedi bir hayat ve üstün başarılar diliyorum.
nasıl gençlerli oldum?
aslında bilincimin ilk açıldığı yıllarda, o zamanın her bahçelievler sokağı gibi yemyeşil bahçeleri olan 32. sokaktaki evimiz iki katlı, çok mütevazi, sobalı evlerden oluşan bir yerleşke içinde idi. bu evde üç aile yaşardık ve çoluk çocuk sokakta güven içinde oynardık çünkü ortada ne araba vardı, ne de bir araba geçme olasılığı. aslında okul öncesi kız erkek çocuklar her ne kadar bir arada oynasak dahi akşamları durum değişir, sokak üstüne taşlar konur ve futbol maçı başlardı.
ilk maçımız
sanırım 4-5 yaşlarındayım. kaleler kurulmuş, top oynayacağız. ağızdan şiş irmeli memeli topumuz bisiklet pompası ile şişmiş ve hazır. büyükler kendi aralarında tartışıyorlar takımın adı ne olsun diye. aniden yan bahçedeki evde yaşayan berkit ağabey bana soruyor: "akşit sen hangi takımlısın?". gururla ama otomatik olarak yanıtlıyorum "gençlerbirligi!" diye. o da kısa bir aferin çekiyor bana ve diyor ki tamam sen şimdi kaleye geç, senin adın kaleci orhan... maç başlıyor ve biz karşı takım olan demirspor'u farklı yeniyoruz ve sonra hep bir arada bağırmaya başlıyoruz: ya-ya-ya-şa-şa-şa gençlerbirliği çok yaşa! akşam oluyor tabiî eve gidiyoruz, annemin "akşit bu ne hal?" diye sevecen-kızgın arası bir tavırla beni sorgulayıp sonra da yıkayıp üstümü değiştirdiğini, her zaman yaralı olan dizlerime benim bağırıp çağırmalarıma aldırmadan tendürdiyot ile pansuman yaptığını anımsıyorum. biraz sonra babam işten geliyor, benim 1.5 yaş küçüğüm melek benim konuşmama fırsat vermeden bütün macerayı babama anlatıyor. babam hafifçe gülerek "demek sen gençlerbirlikli oldun öyle mi?" diye soruyor ben de "evet babacığım" diyorum.
nur içinde yatsın, sevgili babacığım serçe münir bana hayatmda ilk ve son kez kendisinin de gençlerbirlikli olduğunu, bu kulübü çok sevdiğini söylüyor ve bana "seni hafta sonu maça götürmemi ister misin?" diye soruyor. sevinçle eveeett diyorum ve bacaklarına sarılarak sevincimi belirtiyorum.
19 mayıs ile tanışmam
o gün öğleye doğru hep beraber ailecek evden çıkıyoruz ve stada uçuyoruz. bir yugoslav takımı gelmiş, onlarla özel bir maç yapılacak. hava buz gibi. paltolar ve şapkalara sarınmış vaziyette bekliyoruz. ben stadı inceliyorum. arkamızda kocaman bir kule var. ilgimi çekiyor, babama soruyorum bu ne diye. maraton kulesi oğlum diyor ve bana her 19 mayıs bayramında yapılan maraton yarışlarının o kuleden izlenerek seyircilere aktarıldığını söylüyor. bu arada maç başlıyor ama ben oralı değilim, sadece "kedi kaleci beara" lafını duyduğumu anımsıyorum, çocuk aklımla rakip kaleciye neden kedi dendiğini çıkarmaya çalışıyorum. sonra izin alıp merdivenlerden aşağıya inip gezinmeye başlıyorum; bir ara goool seslerini duyup sahaya bakıyor ve sevinen kırmızı-siyahlı oyuncuları görüp ben de sevmiyorum. daha sonra da bulduğum bir gazoz kapağını tekmeleyerek oyun oynuyorum. maç bitiyor, eve dönüyoruz ama bende pek bir iz kalmıyor. sadece stadın oturma yerlerinin üstte olduğunu, alt tarata ise bugünkü cebeci stadı'nın maraton ve kale arkası tribünlerinde olduğu gibi uzun merdivenlerle indiliğini, bir de maraton kulesini anımsıyorum, haa bir de kedi kaleci beara'yı. maç babamın dediğine göre yenilgimizle bitmiş ama skor bizim için başarı imiş, çünkü bu takım bir sürü takımı çok daha farklı skorla yenmişmiş.
yukarıdaki yaşanan şeylerden sonra kırmızı-siyahlılığımın tesçillendiğini söyleyebilirim. bunu küçük bir afacan olarak başka renklere transfer çengellerine çok direndiğimi bildiğim için rahatlıkla ifade etmek mümkün. aslında anne tarafım tamamen istanbul' lu. dedem mekteb-i sultani mezunu, bu beni galatasaraylı yapamıyor. anne tarafımın kalan fertleri ise neredeyse komple fenerbahçeli ama benden tık bile çıkmıyor. olmadık çabalara, rüşvetlere rağmen kırmızı-siyah sevgisi öyle kalıyor. o zaman mahalle bakkalı olan ve sonra da tüm ankara'nın tanıdığı besi çiftliği'nin sahibi hasta beşiktaşlı muzaffer amca'nm babama "münir ağabey sen bu oğlana ne yaptın? ona her gün bir gazoz ve gofret al bedava ama kara kartallı ol dedim, yüzüme bile bakmıyor" dediğini duydum. babamın ise buna "eh muzaffer, gel biz seni gençleri i yapalım" diye takıldığını bugün gibi ammsıyorum... çengeller var olmasına var ama babamın tüm çevresi de başta amcam nurettin özkural, emlak kredi bankası'nda çalışan fikri kolat amca ve tüm kardeş ve aile efradı, berkalp kitabevi sahibi ali berkalp, piknik'in kurucuları reşat ve vahit amcalar, tarihçi hikmet feridun es'in erkek kardeşi ibrahim amca, eşi fanatik gençlerli behire teyze, avukat ihsan ucul ve tüm aile bireyleri, bahçeli-ulus troleybüs şoförlerinden bıçkın feridun amca ve oğlu hırkan, herkes gençlerli. maçlara coşku ile gidiliyor. behire teyzemiz mevsim eğer banarsa evinin bahçesinden derlediği bir demet gelinciği taraftarlara dağtıyor onu herkes tanıyor, müthiş bir keyif. kısa zamanda kendimi stadın sahibi havasında hissediyorum. bununla beraber sahada işler pek yolunda gitmiyor. anımsadığım kadarıyla hacettepe o yıllarda üst üste şampiyon oluyor. taraftarları da bayağı kalabalık. ama bizim oturduğumuz gençlik parkı tarafındaki kale arkası sakinleri maraton'daki mor menekşelerde pek iyi bir gözle bakmıyorlar. bizim tarafta herhangi biri yuh dediği zaman ayıplanıyor ve uyarılıyor ama karşıdaki kişiler ne olduğunu o zamanlar bilmediğim bir sürü laflar söylüyorlar, üstelik genelde kızgın bir görüntü veriyorlar ama sahada çoğunlukla da bizi yeniyorlar.
bu arada çocukluk anılarım arasında kopuk kopuk şeyler de var. bazı maçlardan sonra yürüyerek kulübe gidiyoruz. yolda o yılların takım kaptanı oğuz akşit içinde belki 10 kişi olan arabasına bizi de davet ediyor ama biz yine de yürüyoruz. taksi ile yapılan bazı yolculuklarda babamı tanıyanlar çıkıyor ve para almak istemiyorlar, babam strese giriyor, sokakta çok kimseden saygı sevgi görüyor ve ana neden onun hep gençlerbirlikli serçe münir oluşu. elbette babamın kişiliği duruşu başlıbaşına bir faktör ama o da kısmen bir gençlerbirliği kültürünün ürünü... maltepe'deki kulüp binası her zaman sıcacık, neşeli, hoş ve saygılı bir kalabalıkla dolup taşmıştır. kulübün o zaman soyunma odaları ve duşlarının olduğu yerde genel kurullara babamla beraber çok gittim. küçük yaştan beri o havayı içimde hep soludum. orhan şeref apak ve hasan şengel efsaneleri ile birebir konuştum. hasan şengel düğünümde de bana bir gençlerbirliği rozeti takmayı ihmal etmemiştir.
ilkokul çağlarımda bu stadda çok maçlara gittim ama nedense iki maç bende çok iz bırakmıştı. bunlardan birisi milli mensucat isimli bir adana takımı ile oynadığımız maç idi. bu maçı güç bela kazanmıştık ama beni hu maça odaklayan şey aslında rakip takımın adı idi. yanlış anımsamıyorsam hu maçı kapalı tribünün eski hali varken izlediğim için tribün de bana farklı gelmişti. diğer maç ise adana demirspor'u galiba 1-0 yendiğimiz bir maçtı, onda da etrafımdaki herkes bizden daha iyi oynayan adana demirspor'u alkışlamıştı. bir miktar hayal kırıklığı yaşamıştım ama galiba yavaş yavaş gençlebirliği kültürü'nden nasibimi almaya da başlamıştım.
19 mayıs'ta çok maç izledim demiştim. işte buyurun bir tane daha... fenerbahçe 59-60 yıllarında yenilmez armada. o zaman hafta sonu iki takım ankara'ya geliyor ve iki yerli takımla oynuyor. ilk gün fener, demirspor'u 3-0 yenmiş, pazar günü bizim karşımızda. stad tıklım tıklım ve maratonun ortası dahil yarısı o yakıcı kırmızı-siyah bayraklarla kaplı ama gerisi de fenerli. ilk anlarda rakip baskılı. neredeyse orta yuvarlaktan can bartu topa bir asılıyor, kavis alan topa selçuk çakmaklı uçuyor ama top üst direkte patlıyor, biraz sonra da golü yiyoruz. arkadan bizimkiler sağlı sollu adamları dağıtıyorlar, baskı korkunç. telaşe kemal orta sahayı parsellemiş, fener'e soluk aldırmıyoruz. savunma dahil herkes hücum ediyor, rüzgarın oğlu zeynel kaleci şükrü'nün ifadesini alıp 1-1 e getiriyor oyunu, ardından bir tane daha: 2-1 öndeyiz. yığınla fenerli'nin arasında devamlı bağırıp çağırıyorum ama yaşıma veriyor ve bana dokunmuyorlar. ikinci yarıda hep saatliye olan gençler akınlarını izliyoruz. maraton'un aşağı yukarı yarısı ve sol kapalı stadı adeta inletiyor. her iki kale arkasında da varız aslında ama organize değiliz, yalnız gollerde belli oluyor kale arkası gençler taraftarı. maçı 2-1 kazanıyoruz ve babamla buluşup eve kadar neşe ile yürüyoruz.
bir de galatasaray maçı anısı var. galatasaray kalesinde turgay, orta sahada kadri-suat, ileride isfendiyar ve efsane metin oktay. nereden baksanız deve dişi gibi bir takım. ama biz de 60/61 sezonunu çok iyi götürüyoruz. o maçta unutulmaz kahraman rüzgarın oğlu zeynel soyuer. adeta dağıtıyor cimbomu... o sezonu, şampiyon fener'in ardından 1 puan farkla ikinci kapatan cimbom karşımızda direnemiyor. zeynel'in gençlik parkı tarafındaki kaleye maraton köşesinden attığı golle açılıyor maç. sonra tutulmuyoruz. eziyoruz. rakip kalemize bile inemiyor, stad ise adeta inliyor. tribünlerde çok fazlayız. maraton yine bizim, keza kapalı da öyle ama kale arkalarında da gövdeyi gösteriyor gençler taraftan. maç 3-0 bitiyor, işin ilginç yönü o günkü maçlarda fener evinde istanbulspor'a 1-0. beşiktaş ise izmir'de izmirspor'a 2-1 yenik. staddan coşku ile ayrılıyoruz. yolda babam bana keyfimi bozan haberi veriyor: izmir'e taşınacağız!
kader... üzüntü içinde eve dönüyorum ve kimse beni teselli edemiyor. o sıralarda ankara koleji'ne girmişim, keyfim yerinde, arkadaşlarım, semtim, kentim. 90 dakikalık mutluluk gözyaşı ile bitiyor.
arada bir tandoğan'daki ankaragücü stadı'nın tamamen tahta tribünlerinde çeşitli maçları da seyretmiyor değilim. bunlar arasında ankaragücü-galatasasaray maçını ankaragüçlü adil giray amca ile, demirspor-fenerbahçe maçını da demirspor'lu kemal eniştemle seyrediyorum. her iki maçı da ankaralılar kazanıyor aynı skorla: 1-0. ankaragücü maçında stadın tamamının ankaragüçlü olduğu, demir/spor maçında ise açık mavi büyük boy bir battaniyeye lacivert harflerle demirspor yazıldığı belleğime kazınıyor. o maçta kaleci pire mehmet'in lefter'in penaltısını çıkardığını ve seyircilerin büyük alkışını aldığını da hatırlıyorum. bu stadda nedense pek gençler maçı izlemedim ama bir sezon açılışını orada yaptığımızı hatırlıyorum, yine çok küçükken bir iki yerel gençler maçı da anılarım arasında çok flu olarak yer alıyor.
izmir'in kavakları
her ne olursa olsun 12 yaşındaki hır çocuk için şehir, ev, arkadaş ve okul ortamı değiştirmek bir yıkım değilse bile bir sendromdur. babam t.c. merkez bankası müdür yardımcısı olarak izmir'e atandığında ben ve kardeşim kendi payımıza düşen bedelleri ödedik. çok iyi bir semtte (alsancak) deniz gören bir apartmanda ve üstelik ilk kez kaloriferli bir dairede oturuyorduk. izmirliler alınmasın ama şehrin güzelliğine karşın insan dokusunun beni hayal kırıklığına uğrattığını söyleyebilirim. hoş, buna da alıştık tabii mahallenin ve sınıf arkadaşlarımın benim gençlerli olmamı öğrenmeleri ve beni tiye almaları uzun sürmedi. her ne kadar hemen hemen hepsi izmir takımlarını ve özellikle de altay ve karşıyaka'yı tutuyorlarsa da iş galatasaray'a geldiği zaman dünyalar duruyor tüm mahalle halkı ve okul sarı-kırmızı kesiliyordu, önceleri çok garipsediğim bu olgu daha sonra rahmetli metin oktay'ın bu şehirde bir ilah gibi görülmesini anlamamla bende bir miktar kabul görmüştü.
izmir'de yaklaşık yedi yıl yaşadık. ben orada her gençler maçına gittim. babam kulübün davetlisi olarak kapalıya giderken ben izmir seyircisinin küfür konusundaki müthiş becerisini yıllarca açık tribünlerden izledim. sevindik-üzüldük. ama geçti. izmir'de lise 2. sınıfta smıfımdaki sadun ogan'ın göğsümdeki gençler rozetini görüp de bana sarılması ile iki kişilik dev bir taraftar gurubu oluşturmuştuk. sadun'un avukat babası rahmetli turan oğan kulübümüzün eski başkanlarındandı. sadun ile çok güzel bir arkadaşlığımız oldu. hâlâ o heyecanı ve gençlerbirliği sevgisini izmir'de yaşatmaktadır sadun ogan.
ankara, ankara güzel ankara
izmir'den sonra aslında eskişehir'e atandı babam müdür olarak, ama ben üniversite sınavlarında ankara üniversitesi hukuk fakültesi'ni kazanmış ve kentime dönmüştüm. ankara'da yaşadığım 1968-1974 yılları arasında yavaş yavaş gerilediğimizi, hatta sonun başlangıcına geldiğimizi gördüm kulüp çaresizdi, mahalli kümeye düştük, bizi ve karşıyaka'yı açıkçası zamanın izmir milletvekili talat asal kurtardı, tabii bilinen, bilinmeyen birçok gençlerbirlikli'nin olağanüstü gayretleri ile. bu mutsuz günlere ait yeterince bilgi sayın tanıl bora'nın "ankara rüzgarı" isimli kitabında yer almıştır. ben size bu kötü dönemle ilgili fazla bir şey anlatmak istemiyorum. sadece şunu söyleyeyim: hasan şengel ismini asla unutmayın! tıpkı orhan şeref apak ve -kız sanız da sevseniz de- ilhan cavcav isimleri gibi. bu değerli insanlar bizim kulübümüz tarihinin mihenk taşlarıdır. hasan şengel, kendini yok etmek pahasına kulübü yok olmaktan kurtardığı için; ilhan cavcav, kulübü son derece sağlıklı bir yapıya kavuşturduğu için; orhan şeref apak ise bu kulübü gençlerbirliği yaptığı için bu teşekkür ve saygıya layıktırlar... ben saym hasan şengel ve saym ilhan cavcav'a uzun ömürler diliyor, saym orhan şeref apak'ı -ki kendisi türkiye'ye futbolu yaymış kişidir- rahmetle anıyorum eğer ileride bize ait bir stadımız olursa ona orhan şeref apak adı çok yakışacaktır. teşekkür faslında elbette bu kulübe emek vermiş, malzemecisinden, oyuncusuna, teknik direktöründen başkanına herkesin adı vardır. ama işin aslı onlar daima kalplerimizde yaşayacaklardır.
sevgili gençlerbirlikliler,
kulübümüz üzerinde hepinizin emeği vardır. tabii benim de. maç dağarcıklarım bitecek gibi değil. kulübün ikinci, üçüncü lig maçlarında, evli barklı olmama rağmen hatay, urfa, balıkesir, sayısız istanbul, nazilli, iskenderun, ısparta, bolu vb. birçok yerde maçlarına gittim. bir kısmına tek başıma bir kısmına üç-beş vefakâr, kadirbilir gençlerli dostumla. bolu'da ikinci ligden üçüncü lige düştüğümüz maçta eşim ve iki dostum da yanımdaydı. hayatımda en çok üzüldüğüm maç ilk kez ikinci lige düşüşümüzü perçinleyen vefa maçı ise ikincisi de bu bolu'da oynanan bandırma maçıdır. ben ve arkadaşım eşlerimizi abant'a pikniğe gidiyoruz diye hazırlatıp alacakaranlıkta yola çıkıp ardmdan maça gidince epeyce zor anlar yaşamıştık. bu arada bana üzüntülü geçen bu yıllar boyunca eşimin gösterdiği yapıcı desteği ve teselliyi bu yazıya sığdıramam ama onun bir sözü vardı ki beni ağlatmıştır... belki biraz özel ama anlatacağım. bunun için 2000'li yıllara gitmek ve valencia'da olmak gerekiyor.
valenciaaaaaaaaa
takım ersun yanal önderliğinde bir fırtına olmuş esiyor. o sırada ben ingiltere'de yaşıyorum. uefa kurasında rakip blackburn rovers. ankara'daki maçı 3-1 almışız. blackburn'e belçika'dan gelen özgür gökmen kardeşimiz ile beraber gittik. çok keyifli bir gündü. taraftarlar arasında maçlar yapıldı, ankara'dan gelen taraftarlarımız ve çevreden gelen türkler ile oluşan müthiş bir grupla maçı 1-1 bitirip eve döndük. daha sonra sporting lizbon'u çok çarpıcı bir skorla eleyip parma'ya gittik. eşim ve ben yaklaşık 1000 gençlerbirliği taraftarı ile birlikte karlı havada maçı kazanıp keyiflendik. sonraki turda rakibimiz ise o yılın ispanya lig ve kupa şampiyonu olan, ayrıca hem uefa hem de süper kupayı kazanan valeneja idi ben ve eşim bu maç için yine sevgili özgür gökmen ile madrid'te buluştuk ve trenle valencia'ya gittik. tanıl bora, asuman, özgür gökmen, hayri güler, oktay arıca, rahmetli kemal ağabey (telaşe kemal) ve bir çok gençlerbirlikli ile flamalarımızı tribünlere astık.
maç bittiğinde inanın çok ama çok gururluyduk. takımı tribünlere çağırdık. geldiler, önümüzde saygı ile eğilip bizleri selamladılar. ispanyollar da çılgınca bizi alkışlıyorlardı. seremoni adeta bitmiyordu. o sırada omuzuma bir el dokundu. eşimdi. "akşit!" dedi, "bu kulüp sana borcunu ödüyor. ne mutlu bu ana ve bugüne!". boğazıma birşeyler düğümlendi, yutkundum ağlamıştım.
bu yazı 12 mart 2008 tarihinde evliliğimin 29. yıl dönümünde yazılmaya başlamış ve serçe münir'in 93. yaş günü olan 13 mart 2008'de londra saati ile saat 16.05'te bitirilmiştir. yazının amacı yarın, yani 14 mart 2008 günü 85 yaşını dolduracak olan sevgili gençlerbirliğimiz'in doğum gününü sade ama inançlı bir taraftar olarak kutlamaktır. yazı içeriğinden de göreceğiniz üzere içinde üzüntü de var sevinç de.
biz taraftarlar olarak iyi ve kötü günlerde hep sevgi ve tutku ile bağlı olduğumuz kulübümüzün yarımda olduk. bu zaten ödevimizdi. bunu gözde de büyütmedik.
85 yıldır bize bu mutluluğu veren, yaşamımız boyunca hayatımıza anlam katan sevgili kulübüm gençlerbirliği'min yeni yaşmı kutluyor ona sonsuz başarılar diliyorum