ilk basımı 2002 olan islam çupi'nin "futbolun ölümü" kitabından;
eski köye yeni merak
lig, bir takımın şampiyonluğu ve o unvanı kazanmış ekibin taraftarının kenti bir boyalı aşkla cilalamasından sonra, her şey günlük hayatın çarklarının içine uslu uslu girer ve futbol şamatası, nafaka kazanmaya dönerdi.
futbola sevda yaktığım 52 yılda, şampiyonluk dursa da, kaçsa da, istanbul böyle olmuştur, hep...
bu görkemli oyunun şampiyonluk delicelikleri bittiğinde futbolcu, yönetici, antrenör ve taraftar sıcak yaza doğru vücuduna mayoyu asar ve istanbul, yeşilliği, mavisi, mesiresi, sayfiyesi ve mehtabı ile dünyanın en lezzetli kentine dönüşürdü.
ne kulüp odalarının loş serinliğinde terleten transfer pazarlıkları olur, ne sayısı az gazeteciler tabanı çok yanmış ayı gibi oyuncunun peşinde koşturur ne de para birimleri bugünkü olduğu gibi, 6 veya 7 milyarlık bir hayret bayrağının üstünde dalgalanırdı.
ayıptı, terbiye dışı bir işgüzarlıktı böyle bir dünya kurmak o zamanlar...
galiba 1948 yılının ortayı bulmuş aylarından birisi idi. dergilerin içinde kalan ya da günlük gazetelerin devam sayfalarında ikişer üçer sütuna oturan futbol, belki ilk defa, hurufatı ile büyük, fotoğrafı ile heybetli bir transfer haberi veriyordu, babıâli varoşlarından....
istanbulspor sağbeki erdoğan dağdelen fenerbahçe'ye transfer olmuştu. tam o dönemlerin müdafaa tiplerinin en gelişmiş odağı idi, erdoğan...uzun bir boy, çarpman halindeki insanı tıknefes edecek bir ileriye genişlemiş göğüs, vurduğu topları altmış yetmiş metreden aşağıya indirmeyen iki gururlu ayak... tahmin ediyorum ki, fenerbahçe ile iki özel maç oynadıktan sonra jet hızına binerek milli takıma seçilmiş ve viyana'da avusturya ekibine 1-0 kaybettiğimiz milli maçta büyük bir defans flaşı çakarak, genç yaşta dizinin üzerine oturmuştu. bugün için basit, o gün için tedavisi onarılmaz bela olan menisküs illetine, yakalanmıştı, erdoğan...
fenerbahçe kulübü ve sarı-lacivertli taraftan mateme boğan bu transfer felaketinden sonra fısıltı gazetesi, olayı yatırlara, uğursuzluklara ve ah almaya kadar götürmüş ve para karşılığı için kulüp değiştiren futbolculara, bir ilahi idam fermanı asılmıştı... "tanrı cezalandırdı..." olayın para pulla ilgisi yoktu, aslında... talihsiz ve büyük centilmen erdoğan, istanbulspor'dan fenerbahçe'ye geçerken cebine tek kuruş şangırtısı girmemiş, sadece raif dinçkök'ün fabrikasında memur olarak çalışmak imtiyazını elde etmişti.
günümüz rakamlarına bakarsanız ne tevazuya sarılmış bir milyonerlik...
günlük gazetelerin spor sayfalarının manşet ve fotoğrafları ile bir büyük olaya gebelik açtığı, babıâli'nin dur duraksız, uykusuz bir görev maratonuna bacak salladığı, türkiye'nin en büyük transfer olayı 1957'de gerçekleşmişti.
bana göre geriye git, son 50 yılın en büyük orta saha oyuncusu galatasaraylı kadri aytaç 57 bin 500 lira karşılığında karagümrük'e geçerken, istanbul hayatının kalp atışları sadece bu dev gövdeli transferin içinde tıkırdıyordu.
aristokrat kurt necdet çobanlı'nın galatasaray adına, alaylı tilki fahri somer'in karagümrük adına yürüttüğü, "alırsın, alamazsın" cinliği günlerce gazetelerde tefrika olmuş, ortadan kaybolan kadri'nin hangi forma ile kamuoyunun önüne çıklacağı merakı, basını hiç uyutmayan bir aktedrın hapı olmuştu, adeta....
günlük spor'da çalışıyordum, o sırlar....
kadri ayta., karagümrüklü olduktan sonra yazarlık merak ve dikkatimin bütün ampullerini söndürmüş, tek açık bıraktığım devre, vefa stadı ile gazetemin bulunduğu gediz işhanı arasındaki trafo olmuştu.
gazeticilik hayatumda da, futbol seyircilik hayatımda da unutulasılığı olmayan bir yıldı, benim için...
her gün her dakikasında kadri aytaç'la beraber idim. hiç unutmm o dönem ligin başlamasına ü.-dört gün kala günlük spor'a şöyle bir yazı yazmıştım, özetle...
"bir tarafta takımı çok olan bir lig, öteki tarafta tek bir şeytan... özeti şu galiba... bu yıl kalabalığa değil, o yalnız tek adama bakınız. kadri, bir lige karşı tek başına kazanırsa, ona verilecek sıfatı şimdiden beyazıt kütüphanesi'nde aramaya başlayın."
gerçekten o yıl, takımlara karşı tek başına oynadı ligi kadri... her hafta yeni bir mucizeye imza koyarak, her maç bir ustalık kılığını değiştirerek. şayet karagümrük'ün galatasaray'la yaptığı ve 3-2 kaybettiği şampiyonluk maçının 2-2'lik bölümünde, elle attığı üçüncü gole kafa uzatsa idi, belki türkiye'de nehirler terse akacak, bir adamın bir koca lige karşı şampiyonluğu gerçekleşecekti. ama galiba kadri 57.000 liraya kadar karagümrüklü ama dibine kadar galatasaraylı idi, galiba...
bunları niye yazdım.
futbolda tek başınalığa soyunmuşların profesyonellikleri kaç para, renk sevgisi ve kulüpçülük sadakati kaç para?..
avusturya: walter zeman (rapid wien), karl kowanz (s.k. admira, wien), ernst franz hermann happel (rapid wien), gerhard hanappi (wacker wien), ernst ocwirk (austria wien), siegfried joksch (austria wien), robert körner (rapid wien), karl decker (first vienna wien), theodor wagner "turl" (wacker wien)(46' leopold gernhardt (rapid wien)), theodor brinek "turl" (wacker wien)(38' ernst stojaspal (austria wien)), lukas aurednik "harry" (austria wien)
fenerbahçe kafilesi ile yaptığım bu seyahatten üç ay sonra bu kez milli maç için yeniden yola çıktım. avusturya ile viyana’da yapacağımız maç için üç gün önceden hareket ettik. yeşilköy havaalanında gazeteciler neticenin çok gollü olacağını söyleyerek bizi bir hayli üzdüler. viyana’da maçtan evvel bizim idarecilerin, “aman fazla hareket etmeyin, yorulmayın, maça sağlam çıkın,” demelerinin ne kadar yanlış olduğunu sonradan gördük. maçlarda yaşanan sakatlanmaların başlıca sebebinin vücudu maça hazırlayacak şekilde çalıştırmamak olduğu meydana çıkmıştı. viyana’da 20 mart 1949 günü oynadığımız maçı çok baskılı oynamamıza rağmen talihsiz bir gol yiyerek 1-0 kaybettik. avusturyalı gazetecilerden biri türk milli takımının çok iyi oynadığını, yenilmeyi hak etmediğini yazarken, bir diğeri, “galip bizim on bire hayatı zehir etti,” diyerek takımımızı övmüştü. bu arada viyana’daki maçın öncesine ait bir gözlemimi anlatmadan geçemeyeceğim. maçın oynanacağı prater stadı’na geldiğimizde bizi bir odaya aldılar. biz de idarecilerimizin istediği gibi tam istirahat için masalara, kanepelere yayıldık. odamızın camlı bölümü bir futbol sahasına bakıyordu. merakla sahadaki insanları seyre daldık. düzgün formalı birtakım insanlar türlü hareketler yaparak ısınıyordu. onların oraya ne zaman geldiklerini, ne kadar bir süreden beri çalıştıklarını bilmiyorduk. maç saatinde çıkış kapısına geldiğimizde sahada çalışanların bizim yanımıza geldiklerini gördük. üzerlerindeki terli formaları çıkarıp avusturya milli takımı formasını giydiler. işte o zaman bunların biraz sonra oynayacağımız rakiplerimiz olduğunu anladık. onların bu halini görünce birbirimize, “bunlar şimdi yorulmuştur, beş çekeriz," dedik. fakat işler bizim düşündüğümüz gibi gitmedi. oyun başladığında onlar istedikleri her hareketi kolayca yapıyor, bizse zorluk çekiyorduk. oyunda bir an öyle bir hale geldim ki, “yer yarılda da içeri girsem,” demeye başladım. zaman ilerledikçe biz de istediğimiz hareketleri yapmaya başladık. böylece o zamana kadar bilmediğimiz bir husus meydana çıkmış oldu: maça çıkmadan evvel ısınmak şarttı.
maçtan sonra otelimize döndük: akşam yemeğini yedikten sonra bizi bir bara götürdüler. o esnada sahneye çok güzel bir kadın çıktı. etrafa gülücükler atarak kendine has birtakım danslar yaptıktan sonra masaları dolaşarak bazılarının yanağını okşadı, bazılarını öptü. ardından tekrar sahneye çıkarak etrafı selamladı ve birden peruğunu çıkardı. şaşkın bakışlarla kadın zannettiğimiz şahsın erkek olduğunu görmüştük.
maçtan önce viyana’yı gezerken bir mağazada yeşil-beyaz yani vefa’nın renginde forma ve çoraplar görüp beğenmiştim. on altı adet almak istediğimi söyleyince mağazada o kadar forma olmadığını fakat uçağımızın kalkacağı güne kadar hazırlayacaklarını bildirdiler. bunun üzerine on altı formanın parasını verdim. maç oynanmış, dönüş vaktimiz gelmişti. havaalanına geldiğimizde uçağın kalkmasına epey vakit vardı. ancak kalkış saati yaklaştıkça telaşlanmaya başladım, zira formalar ortada yoktu. bunu fırsat bilen arkadaşlar formaların gelmeyeceğini, ödediğim paranın yandığını söylemeye başladılar. uçağa binmemiz için anons yapılmıştı. artık ümidimi kesmiştim ki tam o sırada formalar geldi. avusturya maçı dönüşü, özel maçlar yapmak üzere izmir’e gittik. altınordu’yu 1-0 yendiğimiz maçtan sonra izmirli seyirciler beni omuzlarında taşıdı. 23 mart 1949 tarihli gazetelerde şöyle bir yazı çıkmıştı: “türkiye-avusturya maçının başarılı santrhafı galibi izmirli seyirciler maçtan sonra omuzlarda taşıdı.”
bir gün futbol federasyonu’ndan bir davet aldım. 13 kasım 1974 tarihinde dolmabahçe stadı’nda oynanacak türkiye-avusturya milli maçından önce ( http://www.macanilari.com...turya-197319749507--.html), 1949 yılında viyana’da oynayan futbolcuların hafta içinde istanbul bölge müdürlüğü’nde toplanmaları isteniyordu. bu toplantıda maçtan evvel yapılacak işlerin konuşulacağı belirtiliyordu. o gün birkaç eksikle bölge müdürlüğünde toplanıp eski günleri andık ve maçtan evvel dolmabahçe stadı’nda buluşmak üzere ayrıldık. 13 kasım1974 günü şeref tribününde buluştuk. başta idareci adnan akın olmak üzere sahaya inerek tek sıra halinde dizildik. o gün oynayacak olan genç arkadaşlar ellerindeki çiçekleri bizlere vererek çok güzel bir jest yaptılar. biz de onlara başarılar dileyerek tribündeki yerlerimizi aldık. o anlarda, yirmi altı sene evvel oynadığımız maçı tekrar yaşıyor gibiydik.