galibiyet sayısı ,mağlubiyeti ile eşitlenmiş ve bir daha hiç o mesut günlere dönememiş,hep mağlubiyet sayımız galibiyet sayımızdan fazla olmaya başladığı maç için bkz: http://www.macanilari.com...fid=192319499511&aid=4097
not : ismin yanındaki rakkam o oyuncunun millî takımda kaçıncı oyunu olduğunu gösterir.
oyun başlar başlamaz uzun boylu rakiplerine karşı dağınık bir maç çıkaran takımımız ancak 15 inci dakikadan sonra topu yere indirmiş ve oyuna hâkim olabilmiştir. birinci devrenin ortalarına doğru bir karışıklıktan istifade eden sabih ilk golümüzü atmağa muvaffak oldu. bu sayıdan az sonra estonya takımının sağ açığı, alinin duraklamasından istifade ederek takımını berabere vaziyete soktu, ve devre (1-1) bitti.
ikinci haftayımda estonyalılar seyircilerin de tezahüratı ile yirmi dakika adeta takımımızı ezdiler. fakat rakiplerimizin sert oyunlarına aynı sertlikle mukabele etmesini bilen müdafaamızın, bilhassa cafer, ismet ve nihadın oyunları karşısında yavaş yavaş durakladılar. bu sırada takımımız bedri vasıtasile ikinci az sonra da zekinin ayağı ile üçüncü sayısını kazandı. zekinin bu gölünden sonra seyircilere adeta bir ölüm sessizliği çöktü.
hakem maçı o kadar tarafkirane ve fena idare etmişti ki ertesi gün çıkan yerli gazeteler bile bu haraketini acı acı tenkit ediyorlardı. aynı gazeteler oyuncularımızdan bahsederden üç orta oyuncumuzun kombinizonlu oyunlarını kaydederek muvaffak olan oyuncularımızın bilhassa iki açığımızla orta ve sağ hafimız olduğunu belirtiyorlardı.
dip not: maç anlatımları 1949 yılına ait olduğundan kitaptaki anlatım aynen buraya aktarılmıştır.
dip not2: kadrolarda bazen 11den fazla futbolcu ya da aynı futbolcunun 2 kere yazıldığını görebilirsiniz. aynı oyuncular maç içinde mevki değiştirdiklerini, 11den fazla oyuncularda oyuna sonradan girdiklerini göstermektedir.
ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
sait çelebi (hazırlayan: m. sabri koz)'un "ilk yıldızlar ilk hatıralar" başlıklı yazısından;
millî takım kalecilerinden hamit bey...
şimdiye kadar ismi çıkmayan, fakat avrupa'daki turne esnasında kendini gösteren kıymetli bir futbolcumuz nasıl yetiştiğini, nasıl ihmâl edildiğini ve hissiyatını anlatıyor.
memleketimizde, futbol takımlarımız arasında maateessüf [yazık ki] ismi sayılan oyuncular hep bir iki kulübe inhisar etmiş ve diğer takımlarda mühim futbolcular çıksa bile, kendi oyuncuları arasında eriyip gitmiştir.
biz bu sahifelerde kıymetli spor hâtıralarını kaydederken bu unutulmak istenilen mühim şahsiyetleri de tanıttırmağa çalışacağız. işte bugün bahsettiğimiz kaleci hamit bey, spor hayatımızın kıymetli birer rüknü [temel direği] olduğu halde ancak avrupa'ya giderken kendisini tanıttırabilmiş ve şimal memleketlerde yapılan turne esnasında iyi bir mevki kazanmıştır. seyhahatte geçen anlardaki hoş sohbetleri her futbolcu için şimdilik iyi birer hâtıra olarak yaşatılıyor. işte bu kıymetli arkadaşımız spor hayatını şu suretle anlatıyor:
"bundan on iki sene evvel çırçır mahallesi'nde ağabeyim ve arkadaşları tarafından zeyrek idman yurdu nâmiyla bir futbol kulübü açılmıştı. kulüp azaları haftada üçer gün antrenman yapar ve cuma günleri de civarda bulunan diğer mahalle kulüpleriyle maç yaparlardı. bunları seyrede ede bende de futbola heves geldiğinden ağabeyimin tavassutuyla [aracılığı ile] yurda kaydedildim. böylece altı ay kadar çalıştık, artık kulübün zeval vakti takarrüb etmişti [sonu yaklaşmıştı]. ve nitekim az bir müddet zarfında kulüp kapandı. bizim futbola olan meyi ve inhimakımız [merak ve düşkünlüğümüz] ise gittikçe tezâyüd ediyordu [artıyordu]. o zaman süleymaniye kulübü yeni teşekkül etmiş idi. ağabeyim süleymaniye terbiye-i bedeniye yurdu'na, ben de vefa idman yurdu'nun üçüncü takımına dahil olmuştuk. mektepten çıktıktan sonra bütün gün süleymaniye camii avlusuna ve cuma günleri de hastahane çayın'na gider, oyun oynardık. kardeşim o zamanlar antrenman yaparken muhtelit tim kalecisi olacağına îmân ettiğini söyler ve ona göre çalışır idi.
ağabeyim ile beraber çalışmayı daha muvafık bulduğumdan süleymaniye kulübü'ne girdim. o, harb-i umûmî'de [birinci dünya savaşı] askerliğini îfâ etmek [yapmak] için vazîfe-i vataniyesi [yurt görevi] peşinde koştu ve yerini bana terk etti. artık hayalimden neler geçiyordu. ben de onun gibi olacağımı ümit ederek daha fazla say gösteriyordum [çalışıyordum]. ilk maçım fenerbahçe birinci takımına karşı olmuştu. bu oyunda yedi sayı ile mağlup takım bu suretle açıldı. anladım ki ileride kaleciler içinde 'gol yeme kralı olacağım.' diğer oyunlarda da en aşağı üç, beş sayı hazmediyordum, ilk oyunlarımda böyle fazla sayı ile mağlup olmak zerre kadar maneviyâtım üzerinde su-i tesîr [kötü etki] icra edemiyordu; bilakis sayıları azaltmak için fazla gayret sarfediyordum.
fakat bu sayıları hazmetmek pek güççe oluyordu. çünkü bu husustan mütevellid [dolayı] teessürâtımı tadil edecek [üzüntülerimi ortadan kaldıracak) -diğer kulüplerin oyuncuları gibi- ne bir mecmuam ve ne de bir arkadaşım vardı. bugün herkesçe malûmdur ki bizde spor hayatında yükselmek için sağlam takım, iyi bir muhabir ve güzel bir mecmua kuvveti lâzımdır.
kulübümde böylece üç dört sene çalıştıktan sonra nihayet azmim ve sebâtım sayesinde millî takım seçme müsabakalarına dahil oldum. bu seçme müsabakasının bir ingiliz muallimi tarafından yapılacağını anladığım vakit nihayetsiz sevinç içinde idim. çünkü bu muallim hiçbir kimsenin tesiri altında kalmayacak oyuncuyu lâyıkıyla anlayacak ve ona göre kabul edecekti. ben îmânım gibi biliyordum ki seçme müsabakası bir ingiliz tarafından yapılmasaydı -başkalarını bilmem- ben kat'iyyen kazanamayacaktım. çünkü gazetelerde millî takım teşekkülü için toplanan anketlerde daima bazı kere mecmua oyuncularını görür ve daima yapılan takımlarda kulüpçülük hissinin milliyet hissine galip geldiğini anlar ve benim de hiç müdafiini [savunucum] olmadığını bilir ve vaziyetimden korkardım. hattâ şunu arz etmek isterim ki kampta çalışırken ilk günleri bir yanlışlık eseri olarak seçildiğime ve birkaç antrenmandan sonra muhakkak surette kamptan ihrâc tezkiresi alarak ayıklanacağıma herkes kani gibi idi.
kampta hayat son derece muntazam bir program tahtında [altında] devam ediyor ve muallim-i muhteremim mister hunter'in göstermiş olduğu usûlleri itina ile tatbike çalışıyordum. bir aylık kamp hayatı bana çok istifâdeler temin etti. kampta icra edilen imtihanda muvaffak olduktan sonra paris'e gittik. olimpiyat'ta çekoslovakya, uruguay, isveç, isviçre, hollanda gibi büyük takımların maçlarını seyrettik. her milletin ve kendimizin futboldaki derece-i kabiliyet ve ehliyetimizi [yetenek düzeyimizi ve becerimizi] öğrendik.
olimpiyattan istifâde ettiğimi turnede oynamış olduğum maçlarda gösterdiğim oyunlar ile ispat edebilirim. bu oyunlar benim zevkimi tatmin ediyordu. çünkü içinde bulunduğum akım kuvvetli ve bütün takım azaları mevkilerinden emin, yekdiğerlerine [birbirlerine] itimad etmiş oyunculardı.
arz ettiğim gibi bu oyuncular arasında oynamak beni nihayetsiz sürûrlara [sevinçlere] garketmîşti. vakta ki avrupa'dan avdet ettik [döndük], bu avdet benim için pek acı olmuştu. çünkü ben herkes gibi serbest hayat yaşayamayacak idim. artık askerlik zamanı gelmişti. muhayyilemde [hayalimde] vâzife-i vataniyemi îfâ için [vatanî görevimi yapmak için] kim bilir nerelerde ve ne halde bulunacağımı, muntazam antrenmanlarıma devam edemeyeceğimi düşünmekle müteessir iken insaniyet ve fevkalâde fedâkârlığını unutamayacağım riyâset-i cumhur meclis-i millî muhafız kıta'ât, tabur kumandanı ve bu kere türkiye idman cemiyetleri ittifak, azâlığına intihâb kılınan [seçilen] muhterem binbaşı ismail hakkı hakkı beyefendi'nin himayesine mazhar olarak ankara muhafızgücü'ne sevk ve iltihak edildim [katıldım]. bir sporcunun kaç senede ve ne suretle yetişeceğini takdîr buyuran muhterem kumandanım ismail hakkı bey yalnız beni değil, bütün tabur efradını spor hususunda gaye [çalışmaya] teşvik ve takdîr etmekle beraber büyük kulüplerde bulunmayan bütün spor levâzımâtını [araç gereçlerini] da bulunduruyordu. ben de bundan istifâde ederek istanbul'da çalıştığım gibi burada da muntazam antrenmanlarıma devam ediyordum. ümid ederim ki ileride millî takımımıza daha istifadeli bir uzv [üye] olarak iltihak edeceğim [katılacağım]..."
ilk basımı 2002 yılında olan yapı kredi'nin "top bir dünyadır" adlı kitabından;
sait çelebi (hazırlayan: m. sabri koz)'un "ilk yıldızlar ilk hatıralar" başlıklı yazısından;
fenerbahçe solaçığı bedri bey...
bedri bey, avrupa turnesi'nde yüzümüzü güldüren bu mahir ve çevik oyuncumuz henüz yirmi yaşında bir gençtir. türkiye'nin hemen de yegâne solaçığı olan bedri bey ispora nasıl intisâb etmiş, nasıl muvaffak olmuştur.
bu küçük sevimli oyuncumuzu bilmeyiz ki idman âleminde sevmeyen var mıdır? küçük boyu, zarif vücudu, güzel yüzü ile daima etrafına ve bilhassa kulübü taraftarlarına kendini fazlaca alkışlattıran bedri'nin hatıratını almak için, kendisini sevgili kulübünde görmüştüm. ona mâzîsini sorduğum zaman düşündü. nasıl düşünmesin ki küçük yaşında millî takımın hakikî oyuncusu olduğu halde daha spor tarihi pek yenidir. ben de çok iyi hatırlarım ki birkaç seneler evvel, bu küçük oyuncuyu üçüncü takımlar arasında çaprast [çapraz] vuruşlarıyla sevmiş ve tebrik etmiştim. aradan birkaç sene geçmeden bu oyuncu birbiri arkasına iki büyük mevkie sahip olmuştu. bunlardan birincisi fenerbahçe birinci takımına girmesi, ikincisi de -birçok garazkârlar arasında- millî takıma dahil olmasıdır. henüz daha dârülfünûn [üniversite] sıralarında tahsil gören bu oyuncumuzun sinni [yaşı] yirmiyi geçmediğine nazaran kendisinden türk millî takımı için daha pek çok hizmetler beklenebilir. işte pek küçükten tanıdığım bu oyuncu, kulübün soyunma odasında etrafına sıralanmış elbise dolaplarına dayanarak hatıratını bakınız nasıl anlattı:
"futbola olan çıldırasıya aşkım 1328 [1912] senesinde başlar. şimdi yirmi yaşımda olduğuma nazaran demek ki o zaman sekiz yaşımda imişim. şayet on iki sene evvelki bedri'yi muhayyilemde canlandırarak ortaya çıkaracak olur isem şu neticeyi bulurum: her dakika koşmak, oynamak, sıçramak, atlamak isteyen, ele avuca sığmayan lastikten bir makine... işte bedri...
o vakitler biz -şimdiki küçük bahtiyar futbolcular gibi- bir usûl ve nizam dairesinde futbol oynamazdık. biz o zaman futbol oynuyoruz diye beş on kişi toplanır ve bir yuvarlak paçavra parçasının arkasından güneş doğarken başlayarak, batarken bitirmek üzre mütemadiyen koşar, gözümüz ne yemek ne içmek görürdü.
işte birkaç sene ben mini mini vücudumu bu usûl ile yaktım ve zehirledim.
bir gün mektebin taşlık bahçesinde bir duvar bir kale, diğer duvar bir kale, bir tarafta on beş diğer tarafta yirmi kişi, ortada bir taş parçası 'futbol maçı' yapıyorduk. oyuncuların içinde ben en ufakları, lâkin en fedaîleri idim. öyle ki taş parçasının arkasından ona buna çalım yapıp pire gibi sıçrıyor, taşlığın üstünde, çocukların ensesinde perende atıyor ve karşı duvara arka arkaya gol yapıyordum.
bir gün ne oldu bilmem, başım hızla duvara çarptı. gözümü açtığım zaman kendimi eczahanede buldum. başım tehlikeli surette yarılmıştı, sarıyorlardı. evde bir hafta kadar yattım; başımdan geçen bu kazadan sonra artık evden futbol oynamama katiyyen müsaade etmiyorlardı. o zaman ittihatspor kulübü nün tam karşısındaki evi satın almıştık. futbolun her cuma ve pazar önüme kıskandırıcı bir ziyafetini koyan bu güzel sahanın karşısında ben. ciğeri görmüş kedi gibi bakar bakar yutkunurdum. kendimi büyük maçları kıymetli oyuncular, görmekle teselli ediyor ve avutuyordum. o zamanlar bir galib'i. bir hikmet'i, bir arif'i görünce, sanki peygamber görmüş gibi. kalbim çarpmaya başlardı. sevincimden çıldırırdım.
birkaç ay kadar geçti. iyiden iyiye yine başladım. lâkin bu defa -çok maç seyrettiğimden olacak- az çok futbolun usûl ve nizâmını öğrenir gibi olmuştum. arkadaşlarım caketlerini ve feslerini çıkarıp kuşdili çayırı'na iki kale yapıp oyuncu almak için ayak yaptıkları zaman beni almak için çalışırlardı. artık mektepte maharetim söyleniyordu: bedri'nin bir çalımı var ki... beş altı kişiyi yutturuyor!.. hem biliyor musun, hiç de kakma yemiyor; pire gibi kaçıyor!..'
333 [1917] senesinde kadıköy sultanîsi dahilinde iki kulüp vardı. hilâl. küçük ocak. ben hilâl'in kalecisi idim. mektep futboldaki kabiliyetimi inkişâf ettirdi.
334 [1918] senesinde alâeddin bey oyunu beğenmiş ve beni fenerbahçe'ye yazdırmıştı. artık hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. bir zaman geldi ki fenerbahçe üçüncü takımda oynamaya başladım. mektepte de maçlar yapardık. galatasaray, istanbul sultanîsi, âşiyân mektepleri ile yaptığımız maçların ekserisinde galip gelirdik. bu galibiyetlerde büyük hisselerim olurdu.
335 [1919] senesinde fenerbahçe ikinci timinde sağiç olarak oynamaya başladım. çok güzel oynuyordum, çabuk terakki ediyordum. bilhassa futbolda hiç kimsenin vuramadığı bir vuruş icâd etmiştim. şâyân-ı hayret bir çeviklik ile bu vuruşu yaptığım zaman çok takdîr olunurdum.
bir gün galatasaray ikincisi ile fenerbahçe ikinci takımı maç yapıyorduk. ben sağiç, zeki'nin kardeşi arif orta muhacim idi. oyun başladıktan pek az zaman sonra galatasaray'dan arif bize bir gol yaptı. top ortaya geldi. arif bana bir pas verdi. ben topu santr çizgisinden biraz açtım ve bir iki kişiye çalım yaptıktan sonra kaleye kırk yardadan bir şut çektim. top havalandı, döndü dolaştı, rüzgârla beraber kalenin zaviyesinden [köşesinden] içeri girdi.
336 [1920] senesinde ilk defa olarak beylerbeyi'ne karşı birinci timde -takımın diğer azaları tamam olduğundan- solaçık mevkiinde oynadım. o gün güzel oynadım ve bir gol attım. sonra vefa ya, süleymaniye'ye karşı oynadım ve hepsinde muvaffak oldum.
337'de [1921] altınordu-fenerbahçe maçında sağ açıkta cidden güzel bir oyun oynadım. o gün cafer'i çalımla geçip, nedim'e bir gol atınca kendimi dünyanın definesine gark etmişler sandım. bu oyundan sonra hevesim ve şevkim bir kat daha arttı. en büyük kusurum, futbolun ilk heveskâr mübtedîleri gibi [futbola yeni başlayan hevesliler gibi], çok razla çalım yapmak ve gol heveslisi olmaklığım idi.
daha sonra ingilizlerle olan maçlarımız gelir... ingilizlerle hemen her hafta taksim'de ve ittihatspor kulübü'nde gayet muntazam ve heyecanlı maçlar yapardık. ben solaçık veya soliç oynuyordum.
bir gün futboldaki maharetine perestiş ettiğim [hayran olduğum] biri bana dedi ki; 'görüyorsuyn ki, istanbul'da şimdiki halde iyi bir solaçık yok... işte senin için rakipsiz rakipsiz olarak serbestçe yürüyebilip muvaffak olacağın yegâne saha... çalış, memleketin en iyi solaçığı olacaksın...'
filhakika pek çok çalıştım. sol ayağımla hiç vuramaz iken az zaman sonra sol vuruşlarımda ortalayışlarımda mühim farklar görmeye başladım.
ingilizlerle yaptığım maçlardan ben çok istifâde ettim. çalımı seyrekleştirdim, şahsî oyundan vazgeçtim. oyunumda serî ve bariz bir terakki mevcuttu. bilhassa süratim ve çevikliğim, eşapeler ile kaleye sokulup ortaya, içlere isabetli pasverişlerim, başlıca meziyetimi teşkil ediyordu. ingilizlerle olan maçların ekserisinde çok muvaffak olurdum.
bir devir geldi ki artık istanbul muhtelit takımında yer tutmaya başladım. artık ingilizler gitmişti. lâkin hâriçten takım getiriliyordu.
îslavya-istanbul muhtelit takımı maçında futbol hayatımın parlak bir yıldızı saydığım fevkalâde bir oyun oynadım. o gün karşımda enternasyonal bir muavin olan -bu defa olimpiyatta bize karşı oynatılmayıp daha kuvvetli bir hasma saklanılan- meşhur zayfiret tamamiyle acz göstermiş ve futbolun bütün hilelerine müracaat etmişti. arkamdan tekme vuruyor, çelme takıyor, eteğimi çekiyordu. lâkin bütün bunlara rağmen ben bir lastik top gibi sıçrıyor, yıldırım gibi onun kalesine akıyordum.
o günkü gollerin ikisinde de büyük hissem vardır.
islavya'yı romanya millî takımı takip etti. o gün fevkalâde bir surette hazırlandığım maçı mateessüf feci bir surette sakatlanarak başlangıcında terk etmeye mecbur kaldım. hastahanede iki aya yakın yattım. futbolun apansız geliveren bu menhus [uğursuz] hediyesi beni bu uğurdaki aşkımla hayatıma veda ettirecek diye çok korktum. lâkin çok şükür iyileştim ve maşukuma [sevgilime] yine kavuştum. sakatlandıktan sonra yaptığım ilk maçlarda bacağımda ufak bir arıza kaldığından tabiî olarak muvaffak olamadım. lâkin birkaç ay sonra eski oyunumu yeniden iktisâb ettim [kazandım].
türklerin de 1924 olimpiyatı'na iştirak etmeleri takarrür etmiş [kararlaştırılmış] ve bir türk futbol grubu ihzar edip [hazırlayıp] millî takımı meydana çıkarması için bir antrenör ihtiyaç hissedilmişti.
çok geçmedi günün birinde mister hunter nâmında bir ingiliz futbol antrenörü eskişehir'de seçme müsabakalarında hazır bulundu. hunter'in ilk nazarında takdirini celb edip beğendiği oyuncular meyânında [arasında] ben de vardım.
bir zaman geldi ki, paris olimpiyatı'na iştirak etmek üzre yola çıkan türk futbolcuları meyânında ben de bulunuyordum.
paris'te çekoslavalara karşı çıkan türk timinde solaçık olarak oynadım. o gün diğer ekser arkadaşlarım gibi beklenilen oyunumu oynayamadım. o gün zaten bir iki kişi müstesna kimse muvaffak olamadı. bunun en büyük sebebi ise aylar geçtiği halde büyük ve heyecanlı bir maçtan uzak ve yabancı kalmamızdır. yoksa o gün karşımıza ihtiyat [yedek] oyuncusu ile çıkan çek takımını mağlup etmemiz pek de uzak bir hayal değildi.
futbol avrupa turnesi'ne çıktık. norrköping'de isveçlilere karşı; reval'de estonya millî takımı'na karşı; krakovi, ludc, prezemişel'de lehlilere karşı olan oyunlarda muvaffak oldum. bilhassa estonya millî takımı'na karşı oynarken tam zamanında üç kişiyi atlatarak yapmış olduğum golün galibiyet üzerine iyi bir tesiri oldu.
işte şimdi avrupa'dan pek çok istifâde ederek avdet ettim [döndüm]. kulübümde idmanlarıma muntazaman devam ediyorum.
1328'den [1912] 1340'a [1924] kadar olan hatıratımın muhayyilemde canlanan bazı aksamı bundan ibaret...
şimdi hâl-i hazırda yirmi yaşındayım. fenerbahçe kulübü'nün ve millî takim'ın solaçığı bulunuyorum. türkiye'nin en iyi solaçığı olduğuma kaniim. bu kanaatim azmimin ve sa'yimin kolları arasında daima yaşayacaktır. daha yaşım küçük olduğundan futboldaki bu mevkiimi, bir mâni zuhur etmediği takdîrde, muhafaza ve terakki ettirebilirim. bunun için çalışacağım, daima çalışacağım. futbolu zekâ, cesaret, azim, sebat, nezâket, metanet gibi evsâf ve mezâyâyı [vasıfları ve meziyetleri] kolları arasına alan bu güzel oyunu daha pek çok ilerleteceğim. en iyi oyunum iki sene sonra olacaktır."
estonya: august lass, ralf liivar, otto silber, elmar kaljot, bernhard rein, harald kaarman, hugo väli, arnold pihlak, eduard ellma-eelma, oskar üpraus (kaptan), ernst joll
orhan berent'in altay: alsancak'ın sakini kitabından;
cumhuriyet’in ilk yıllarında altaylı futbolcular
hamit aslan’ın hayat hikâyesinde izmir önemli bir yer tutar. genç yaşında altay kaptanlığını üstlenen hamit aslan, 9 elül’de fahrettin paşa komutasında izmir’e giren orduda teğmen olarak görev yapıyordu. birinci dünya savaşı’nda bulunmuş, ingilizlere esir düşmüş, mütareke döneminden sonra milli mücadele’ye katılmıştı. savaş bitiminde izmir’e yerleşen ve futbolu çok iyi oynayan hamit aslan, hemen altay’a katıldı. liderlik vasıflan onu kısa zamanda kaptanlığa getirdi. aslında onunkisi tam bir başarı öyküsüydü. kısa sürede futbolda bu kadar kariyer yapmak ve üstelik milli olmak o devirde zor görülen olaylardandı. altay’a katılmasından hemen hemen bir buçuk yıl sonra milli takıma seçildi ve 1924’te izmir’den seçilen ilk milli futbolcu olma şerefine nail oldu. 1924 paris olimpiyatları’nda, 17 haziran 1924’te helsinki’de oynanan türkiye -finlandiya maçında yer aldı. finlandiya ile oynanan maçta milli takımın savunmasında görev üstlenmişti. 4-2 türkiye’nin galibiyeti ile biten maçta hamit aslan, galatasaraylı nihat ve fenerbahçeli ismet’le iyi bir haf hattı meydana getirmişti. hamit aslan’ın oynadığı diğer bir milli maç ise estonya maçıydı. tallinn’de (reval) 19 haziran 1924’te oynanan maçta da hamit orta haf olarak görev yapmıştı. milli formayı beş kez giyen aslan, otoriter bir kişiliğe sahip olduğundan sadece sahadaki futbolcular değil seyirciler üzerinde de etkisi vardı. rivayete göre bir maçta çok fazla gürültü eden seyirciler yüzünden topu bir süre ayağında tutmuş ve tribündeki küfürleri susturmuştu. altay’da görev yaparken genç oyuncuları desteklemiş, onların takımda yer almalarını sağlamış, 1923’teki altınordu bölünmesinden sonra ikinci takımda oynayan vahap ve birkaç oyuncunun birinci takıma alınmasına ön ayak olmuştu. 1925 yılında bulgaristan’ı istanbul taksim stadı’nda 2-1 yenen kadroda da yer alan hamit aslan tüm izmir’de sevilen bir futbolcuydu. çeşitli kulüplerdeki futbolcular için o yalnız altay kaptanı değil iyi bir ağabeydi de.
mehmet yüce'nin, "idmancı ruhlar: futbol tarihimizin klasik devreleri: 1923-1952, türkiye futbol tarihi - ikinci cilt" kitabından;
böylece 1923-24 sezonunun sonuna yaklaştık. sadece milli takımın paris'ten sonra çıktığı bol dedikodulu ''şimâl turnesi'' kaldı. bu müsabakaların detaylarına girmeden neticelerini vermekle yetineceğim. içlerinde daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış, milli takımın türk muhteliti namıyla çıktığı bazı enteresan maçlar da var.
paris ve şimâl-i avrupa turnesinde milli takım ve türk muhteliti'nin müsabakaları