türkiyenin herhangi bir takımının oldukça zor sayılabilecek bir deplasmanda alıp alabileceği en sansasyonel galibiyettir nazarımda. bir de ilk maçta erkan özbeye çarpıp giren toptan dolayı çok üzülmüştüm, boyle farklı bir galibiyet sayesinde silinip gitmiştir iç sahada yediğimiz bu talihsiz golün önemi.
45. dakikada deniz'in düşürülmesiyle kazanılan serbest atışta ali tandoğan mükemmel bir vuruşla topu kalecinin üstünden filelerle buluşturdu: 1-0.
45+2. dakikada savunmadan gönderilen uzun pasa hareketlenen mustafa özkan'dan önce ceza sahasında topa yatarak ayak koyan sergio, meşin yuvarlağı kendi ağlarına gönderdi : 2-0.
49. dakikada ali tandoğan'ın sağdan yaptığı ortaya iyi yükselen ve kafayı vuran veysel, topu üçüncü kez lizbon ağlarına gönderdi: 3-0.
karşılaşma 3-0 olduktan sonra lizbon bütün hatları ile yüklendi. ancak bu kez karşısına kaleci g.birliği kalecisi botonjic çıktı. baki mercimek'de bir topu çizgiden çıkardı.. fakat takımımız sahadan 3-0 galip ayrıldı ve adını 3.tura yazdırdı.
son 3-5 dakikasında bile 3-0 önde olmamıza rağmen, klasik bir zihniyetle her an herşey olabilir diye stresslerden stresslere koştuğum maçtır. ama böyle birşey olmadı ve maçı tarihimizde şanlı bir zafer olarak kazandık.
özgür gökmen'in 2004 yılında express'de yayınlanan "üç deplasman macerası: blackburn, lizbon, parma" yazısıda bu maçla ilgili anı şöyle;
ankaralıyım. gençlerbirlikliyim. hatırı sayılır bir süredir yurtdışında yaşıyorum. haliyle tribüne devam edemiyorum. ancak yaz sonları ankara’daysam. o da sezon başlarında birkaç maç… sizi temin ederim, çok zor zanaat. ankara’dan ayrıldıktan sonra haftasonları radyodan maç dinlemeye başladım. böyle bir alışkanlığım yoktu oysa. çocukluğumda kalmış, unutulmuş bir iş bu radyodan maç dinleme hali. istanbul’da otururduk. beşiktaş’da, mahallenin berberinde dinlenirdi maçlar. gençler olmazdı hiç dükkanda. sadece yaşlılar ve benim gibi çocuklar. tüm bunları buraya geldikten sonra hatırladım. fakat tribüne devam edemememe rağmen, bu sezon taraftarlık hayatımın en mutlu sezonu. (bundan bir evvelki, 1994-1995 sezonuydu.) zira bu sezon tam 3 (yazıyla, üç!) yurtdışı deplasmanında tribündeydim.
17 ekim-26 kasım 2003, leiden kuralar çekiliyor. sporting cp. londra ve ankara’yla konuşuyorum. lizbon’a gideceğiz. maçın 27 kasım günü oynanacağını sonradan farkediyorum. o gün ders anlatmam lazım! bir ara çözüm icat ediyorum ama gerek kalmıyor. doktora hocam, ben icat ettiğim hal çaresini telaffuz etmeye çalışırken, o gün senin daha mühim bir işin olduğunu zannediyordum, diyor. halden anlıyor, 1967'den bu yana sıkı celtic taraftarı. fakat ne de olsa hollandalı, milli takımlardan ajax amsterdam’ı destekliyor. ayrıca yukarıda bahsettiğim asc’nin de koyu bir taraftarı. çocukken kendisi oynamış. şimdi de oğlu otto’nun oynadığı 7-9 yaş grubunun teknik direktörlüğünü yapıyor. ciddi bir iş. çocukların deplasmanlı ligi var. bir maçlarını seyrediyorum. asc’de bir kıvırcık var. oğlan bayağı topçu. maçtan sonra benim hocaya soruyorum: şu oğlan, kıvırcık olan hani, diğerlerine göre yaşça daha mı büyük? hayır diyor, hafif sinirli, annesi latin amerikalı. kanlarında var! otto uzun bir süre boynunda blackburn’den maç çıkışı üçünü 5 pounda aldığım şu meşhur kaşkollardan birisiyle dolaşıyor. hocaya blackburn dönüşü bir kaşkol, bir taraftar forması armağan etmiştim. derdim, adamı gençlerbirliği’ne kazanmak. zira bizim ligden beşiktaş’a sempatisi var. kaşkol kendisine nasip olmamış.
elimdeki formalardan ikisini ingiltere’de arkadaşlarıma bırakmışım. maksat, taraftarlarımız artsın. sonuncu ekstrayı meksikalı arkadaşım enrique garcia garcia’yla takas ediyorum. bana karşılığında siyah bir atlas (bilmeyen vardır belki diye: atlas, meksika’nın güzide kulüplerinden biri) tişörtü armağan ediyor. takasın gerçekleştiği yer köylü. birlikte gençlerbirliği-beşiktaş maçını seyretmeye gitmişiz. o gün (9 kasım, pazar) osmanlı’da bir ahbabım daha var: alekos lamprou. aek taraftarı. o da doktora hocam gibi beşiktaş sempatizanı. enrique’nin ailesi ispanyol iç savaşı’nda cumhuriyetçiler’in safında savaşmış. mağlubiyetin ardından meksika’ya göçmek zorunda kalmışlar. komünist dede hala hayatta ve inatçı. ispanya’ya tekrar bir kez olsun gitmemiş! enrique’nin hem kendi ailesinden ötürü, hem eşi ispanyol olduğu için bir ispanyol pasaportu alma hakkı var. almıyor. oysa doktora çalışmaları için almanya’ya yerleşecek. bir ab pasaportu onu oturma izni için aylarca beklemekten kurtarır. almıyor. sebep, ideolojik. pasaportunda kraliyet arması taşımaktansa, haymatlos olmayı tercih edermiş. ben parma deplasmanındayken o ispanya’da, valencia-beşiktaş maçında, tribündeydi. enrique’nin tavrını, anti-madrid olarak izah edeyim. bu sezonki 1-1'lik real madrid-valencia maçında da (15 şubat) tribündeymiş. hayatımın en büyük maçlarından biri, diyor. bunlar 1-0 galipken hakemin 90. dakikada bir penaltı icat etmek için satın alınmış olduğunu yazdı bana. bir de nasıl tezahürat ettiklerini: [real madrid] iktidarın takımı ve halkın yüzkarasıdır! (bu tezahürat, real madrid marşının eğriltilmiş hali. orijinali aşağı yukarı şöyle: [real madrid] savaşcı ve asil bir insandır!)
sporting maçı yaklaşırken tanıl, yetkiner mayda’nın koordinatlarını yazıyor. bizim kulübün basın danışmanı. yazıp kendimi tanıtıyorum, haberleşiyoruz. takımın kalacağı oteli öğreniyorum. bu sefer daha iyi coğrafya çalışmak lazım. akşit ağabey gelemiyor. lizbon’da tek başımayım. coğrafya dersinde, hafızaya nakşedilecek kerterizler: şehir merkezi, josé de alvalade stadyumu, takımın kalacağı otel.
26 kasım gecesi, leiden - 27 kasım 2003, lizbon bir önceki deplasmanda seyahat evveli uykusuzluğun iyi bir şey olmadığını tespit ettiğim için bu sefer gece yatıyorum. hatta uyuyorum bile. 3 saat! sabah indiğimde lizbon’da hava pırıl pırıl. yaz gibi. allahım, ben neden hollanda’da yaşıyorum? şehir merkezine gitmek için bindiğim otobüste telefon çalıyor: mekteb-i mülkiye’den kadim dostum özgür ç. paris’ten arıyor. akşam gaziantep-lens maçına gidiyorum, diyor (demiş); başarılar diliyor. (özgür’ün antep maçına gittiğini aslında leiden’a döndükten sonra tekrar aradığında idrak ettim. ben otobüsteyken, bir maçtan bahsettiğini hatırlıyorum gerçi. fakat o an benim aklımda tek bir maç vardı!)
şehir merkezinde bir otele yerleşip soluğu takımın kaldığı otelde alıyorum. fakat evvela yukarı çıktığım metro durağından stadın göründüğünü farkedip bir süre bu manzarayı seyrediyorum. yanıma gerekli maç malzemesini almışım: forma, kaşkol ve blackburn’de bülent’ten devraldığım koca bir bayrak. 19 mayıs’ın çevresinde yürürken bir süre sonra bu bayrakları görmez olursunuz. ancak yeni bir malzeme çıkmışsa farkedilir. oysa diyar-ı küfr’de o bayrak benim için bir nimet! lobiye girdiğimde yetkiner mayda ortalıklarda değil. fakat tanıdık yüzler görüyorum. bir köşede oturan kalabalığın içinde şunları seçiyorum hemen: ilhan cavcav, atilla aytek ve cem onuk. yaklaşıp kendimi tanıtıyorum. atilla bey tokalaşırken, memnun oldum, ben de başkan vekili atilla aytek, diyor. işe bak! ne desem, ben sizi zaten tanıyorum, mu? tanımadıklarımla da tanışıyoruz.
sonraki bir-iki saati yetkiner mayda’yla sohbet halinde geçiriyoruz. bu sefer taraftar getirilmemiş. sadece kulüpte vazifeli olanlar, yöneticiler ve eşleri. ben bilet almak üzere stada doğru yola çıkarken bizim topçular lobide volta atıyorlar.
josé de alvalade’yi görüp hayran kalmamak elde değil! ewood park güzeldi belki, fakat orası bu gördüğümle mukayese dahi edilemez. (küçük bir aranotu: henüz içine girip maç seyretmiş olmasam da amsterdam’da ajax’ın stadyumu arena’yı biliyorum. ilk gördüğümde ondan da çok etkilenmiştim. fakat alvalade, muhteşem; arena, ürkütücü. gene de, yani alvalade’nin tüm ihtişamına rağmen, kendi adıma bugüne dek gördüklerim içinde en çok sevdiğim stadın alsancak stadyumu olduğunu teslim etmeliyim. bir gün kendi kulübümün de alsancak benzeri bir stada sahip olmasını canı gönülden istiyorum. en çok 10 bin kişilik. bu uzun süredir gençlerbirliği’nin gündeminde esasen. fakat arazi bir sorun. bu meseleyi parma’da sayın başkan ilhan cavcav’a ve mali asbaşkan hayri güler’e soracağım.) bilet gişeleri çoktan açılmış. konuk takıma ayrılan yerden bilet istediğimi söylüyorum: sorsam mı acaba? benden başka bilet alan var mı? gülerek, yok, diyorlar.
gidip stada gireceğim kapıyı tespit ediyorum. sonra otele geri dönüp çantayı alıyorum. biraz oyalandıktan sonra tekrar yola koyuluyorum. çantayı ilk planda otelde bırakmamın tek bir sebebi var: vakit geçsin. gene de stada vardığımda maçın başlamasına 3 buçuk saat var. ilk bir saati stadın altında geçiriyorum: muhtelif dükkanlar, her yaştan insanın maçtan önce vakit geçirebileceği bir sürü eğlence yeri, lokantalar, büfeler… köfte-ekmek ve bira alıp bir masaya ilişiyorum. kimse benim farkımda değil. maça çoluk, çocuk ailecek gelenler akşam yemeklerini yiyorlar. sadece çekirdek ailelerden de bahsetmiyorum. hepsi ful aksesuar, dede-nine-baba-anne-çocuklar-ve-torunlardan müteşekkil bir aile yaklaşınca, masamı onlara devrediyorum. bir süre, şu hayalle oyalıyorum kendimi: bizim de böyle bir stadımız olsa -ebat hususuna yukarıda temas etmiştim, derdim bu değil-, mesela ben de maça annemi alıp gelsem… hayal güzel, fakat beni teselli etmiyor. kalabalık dayanılır gibi değil. zira hepsinin sporting taraftarı olduğu, bir süre sonra tribüne doluşacakları fikri çok korkutucu. bu hissiyatımı tanıl’la paylaşıp apar topar kaçıyorum oradan.
kapıda çok beklemem gerekmiyor. içeri girip yerime oturuyorum. (a11, sıra 18, koltuk 4. yani stadın kuzeyi; salon, balkon değil, yani kalenin 10 metre arkası!) o bölüm tamamen bizim. ama ben gidip biletin üstünde yazan koltuğa oturuyorum. (tribün tecrübesi olmayan biri değilim. bunu o bomboş stadı gördüğümde ne yapacağımı kestiremediğim için yaptım. herhalde.) koskoca stadda görevlilerden başka bir allahın kulu yok. (sonraki bir buçuk saat boyunca da olmayacak!) bir onlar, bir ben… bir gazete çıkarıyorum ama okuyabilecek gibi değilim. az sonra kendimi aşağıdaki görevlilerin gözünden görmeye başlıyorum: deli galiba, diye düşünüyorlar… ya kimse gelmezse? ben de böyle düşünüyorum. neden sonra aşağıdaki görevliler arasında bir hareketlenme… içeri üç kişi alıyorlar. ohh!.. ikisi lizbon’da mukim, diğeri almanya’dan portekiz’de çalışan ağabeyinin yanına gelmiş. (ödülünü maçtan sonra staddan sırtında mustafa özkan’ın formasıyla çıkarak alacak! tribüne ali tandoğan’ın da forması geldi. belki başka formalar da… evet, sanırım el saka’nınki de. ben gençlerbirlikliyim, mütevazıyım! hepsini tribündekilere bıraktım. fakat şimdi düşününce kaptanın o maçta giydiği 14 numaraları formaya sahip olmak isteyebileceğimi farkediyorum.) o arada takım da sahaya çıkıyor, ısınmak için. yetkiner mayda bize doğru tribüne geliyor. zaten ondan sonra bizim tribün kalabalıklaşıyor. bayram tatilini portekiz’de geçiren türkiyeli bir turist kafilesi var. lizbon’a o sabah gelmişler. lizbon’da çalışan üç kişi daha geliyor. iki de yüksek lisans öğrencisi. bir de nazarlık olarak üstümde taraftar formam, boynumda kaşkolumla ben! yetkiner geldiğinde ben de iyice aşağı inip bayrağı sete asıyorum. set en münasip kelime. zira sahayla aramızdaki mesafe kısa ama arada bir hendek var! (bu tek bayrak, maçı ankara’da televizyondan seyreden taraftarlarımız tarafından tespit edilmiş.)
sporting’in birbirinden farklı bir sürü taraftar grubu var. bizim hemen solumuzda direttivo xxı, biraz daha yukarıda, torcida verde. (19 mayıs’a göre konuşayım: direttivo tabelalı kalearkasında, torcida verde, maratonun bu kalearkasına yakın kısmında oturuyor.) torcida verde’nin pankartları muhteşem. (yeşil taraftar. fakat taraftar kelimesinde bir nüans var. torcida, protekizce değil, brezilyaca! üst-orta sınıf, sesli tezahüratta pek bulunmayan taraftarlar bunlar. tüm bunları ertesi gün tanışacağım sporting taraftarı francisco nascimento’dan öğreneceğim.) karşı taraftaki kalearkasında juve leo, 76. (genç aslan, 76 tesis tarihi. francisco bunlardan.) maç başlamadan önce direttivo xxı’den bir taraftar gelip kaşkolumu istiyor. maçtan sonra, diyorum. anlaşıyoruz. inanılır gibi değil, ne zaman dönüp arkama baksam onu bizim tribünün bittiği yerde bekler görüyorum. deli herhalde… fakat sözüme sadığım. devre arasında en az on kişi geliyor kaşkol için. tribünde başka yok ki! ankara’dan gelenler bizim tam çaprazımızda, balkondalar. maç artık bitmek üzere, ben kendimden geçmiş setin önündeyken, bizim tribünün ikazıyla geri dönüyorum. aralarına girmiş bir sportingli’yi işaret ediyorlar. oğlan kaşkolu istiyor. veremem ki! fakat bizim taraftar öyle bastırıyor, oğlan öyle ısrar ediyor ki! gözlerim benim oğlanı arıyor, yok. nasıl olur? bir yandan da artık kaşkol falan umurumda değil, maçı almak üzereyiz. teslim olup takası kabul ediyorum. sahaya tekrar döndüğüm an, omzuma bir el dokunuyor. bana söz vermiştin. neredeyse ağlayacak. kesin deli. n’apacağım şimdi? üstümdeki formayı da çıkarıp ona veriyorum. böylece bir sporting kaşkolum daha oluyor.
maç 0-3 bitiyor. (ilk maç ankara’da 1-1 bitmiş. elbette köylü’deyim. alekos da var.) tur bizim. bu hakikate ancak ertesi gün öğlene doğru nüfuz edebildim. o ana dek net olarak hatırladığım tek şey, ali tandoğan’ın frikik golü. maç bittiği an bir şeyler oluyor. bunları hala tam hatırlayamıyorum. sporting taraftarı beyaz mendiller sallıyor, bizi alkışlıyor. (francisco söyledi. fernando mendes, takımın başına gelmeden önce benficalı olduğunu beyan etmiş. o yüzden taraftarlar arasında hiç sevilmiyor.) topçular tribüne geliyor. benim kulüp bayrağı haricinde lizbon’da yaşayanların getirdiği birkaç küçük türkiye bayrağı var. bunlar topçulara atılıyor. alanlardan biri, galiba el saka. serkan da orada. işte o an benim bayrağı havada uçarken görüyorum. zaman duruyor… (yan gözle evvelini de görmüşüm esasen. düşününce hatırladım. ersun hoca da tribüne gelmiş, benim bayrağı istiyor. taraftarlardan birisi, galiba turist olanlardan, bayrağı kaldırıp atıyor.) bu bülent’ten blackburn’de devraldığım, ankara’dan gelen bayrak. tribündeki tek kulüp bayrağı. ya durun, n’aptınız? o bayrak hacı, daha gezecekti! yapılacak bir şey yok. ersun hoca bayrağı almış, koşarak kulübeye doğru gidiyor. (parma’da ersun yanal’a bayrağın akibetini sormayı unuttum. bir sonraki deplasmanda kesin soracağım. bir sonraki deplasman?.. inşallah!)
şehir merkezine boynumda sporting kaşkoluyla dönüyorum. metrodan çıkarken kızlı erkekli genç bir grup sırıtarak bana bakıyor. içlerinden biri laf da atıyor. anlamak güç değil, bu çocuklar benficalı! müstehzi bir ifadeyle çıkartıp pasaportumu gösteriyorum. bana sataşanın adı nunu. şiddetli bir kahkaha patlatıyor. yukarıda grup 15 kişiyi buluyor. benden bir kuşak küçükler. aralarında tek bir sportingli var: claudia hernandez. tribünde değilmiş. leiden’a döndükten sonra ona maç fotoğraflarını göndereceğim. sabaha dek baxia denen bölgede sürtüyoruz. 05:00 civarında beni otele bırakıyorlar. (parma’da hayri güler’den öğrendim. bizimkiler de o gece sabaha dek eğlenmişler. acaba fırsatım olsa takımla birlikte olmayı tercih eder miydim?)
telefonla uyanıyorum. türkiye’den arkadaşlar arıyor. blackburn’den de john paul mesaj atmış, tebrik ediyor. kendime gelip sokağa çıktığımda ilk iş ankara’yı aramak oluyor. ikincisi, gazete almak. bu sefer taneyle alıyorum, kiloyla değil. o akşam, sadece yukarıda bahsettiğim ve o günden beri düzenli yazarak gençlerbirliği galibiyetlerini tebrik eden francisco’yla tanışmıyorum. jose nunés ve ricardo da var (malesef soyismini hatırlamıyorum). aynı yaşlardayız ve dört farklı takımın taraftarıyız. jose portolu, ricardo benfica! oturduğumuz yere tam francisco bana benfica’nın salazar takımı olduğunu anlatırken geliyorlar. ricardo, hemen müdahil olup mevzuya böyle dar politik/sınıfsal ayrımlarla bakılamaz, diyor. artık biz salazar’ın takımı değiliz, bir. ayrıca biz her zaman şehir yoksullarının takımıydık, iki. sporting kendisine baksın. onlar da karışık. benim aklımda ankaragücü-gençlerbirliği taraftar profilleri dönüyor. sonra zaten mevzu kayıyor: josé de alvalade’yi beğendin mi? cevap vermeme fırsat bırakmıyor: bir numarası yok! orası banyo… (sporting karşıtları dış yüzeyde kullanılan renkli fayanslar nedeniyle böyle diyorlar. bence tamamen çekememezlikten!) lizbon’daki en iyi stad estadio da luz’dur. (ışık stadı, yani benfica’nın sahası. malesef gidip görecek vaktim olmadı.) jose de boş durmuyor. lizbon takımlarını boş ver. portekiz’in gururu porto! birbirleriyle dalaşmaya başlıyorlar. ben önümüzdeki turda benfica istediğimi söylüyorum. ricardo, beş çekeriz, diyor. francisco, juve leo’nun bizim yanımızda, tribünde olacağını iddia ediyor. gecenin galibi, jose. bir ara ortalıktan kayboluyor. döndüğünde bana bir armağan getirmiş: bir porto forması! (22 numara, jorge costa.) ben şimdi nasıl mukabele edeceğim? aklıma otelde bana armağan edilen gençlerbirliği rozeti geliyor. jose’nin yakasına takıyorum. çok memnun. iş yerindeki tüm arkadaşlarım sporting’li. pazartesi canlarına okuyacağım, diyor. böylece tamamen sivil kalıyorum. bayrak, kaşkol, forma, rozet… işte tüm alamet-i farikalarımı lizbon’da bırakıyorum.
lizbon’dan ayrılmadan bir maç daha seyretme şansım oldu. rakip takımın ismini öğrenemedim, ev sahibi: futebol clube de lisboa. tesis tarihi 1939. ligli halısaha maçları oynuyorlar. maçı seyreden tek kişi ben değilim.
hakemler: johan verbist, roland van nylen, claude gregoire (belçika)
sporting lisbon: alexandre ricardo, correa anderson polga, roberto luis beto, leal mario sergio, sousa rui jorge, jorge carlos martins (dk.53 jorge paulo bento), alexandre pedro barbosa, fabio rochemback, rodrigo tello (dk.46 luis lourenco), manuel joao pinto (dk.79 elpidio silva), da silva liedson
teknik direktör : santos fernandez
gençlerbirliği: damir botonjic, abd el-zaher el-saka, deniz barış, baki mercimek, ali tandoğan, serkan balcı, josip skoko, mustafa özkan, filip daems (dk.79 nihat baştürk), marcel kibemba m'bayo (dk.90 mustafa gürsel), veysel cihan (dk.86 bülent akın) teknik direktör : ersun yanal
goller: dk.44 ali tandoğan, dk.45 [kendi kalesine] leal mario sergio, dk.49 veysel cihan (gençlerbirliği)
iki ülke arasındaki saat farkı nedeni ile gece onbirde oynanan maçı yalnız başıma evde seyretmiştim. özellikle iki sıfır öne geçtikten sonra neredeyse telefonum hiç susmamış diğer illerdeki arkadaşlar dahi tebrik etmek için sırayla aramışlardır.
bir gençlerbirliği taraftarı olarak en gurur duyduğum zamanlardan biri olmuştur bu maç.
maçı show tv'de anlatan melih şendil'e sempatimin oluşmasını sağlayan maç. şendil maçı inanılmaz içten anlatmış ve takdirimi kazanmıştı.
çoğu taraftar için; ne var ki bunda, sonuçta adam bir avrupa kupa maçını anlatıyor ve bir türk takımı ile yabancı bir takım oynuyor diyebilir ama sadece bir anadolu takımı taraftarının farkedebileceği bir şey bu. çoğu maç spikeri ne yazık ki avrupa kupa maçlarında bile bir anadolu takımının maçını fener, galataray, fenerbahçe maçlarını anlattığı gibi anlatmaz... sanki zorlama bir görevi yerine getiriyor gibidir. mesai bitse de gitsek diyen bir memur gibi anlatır maçları. ama bu maçta melih şendil inanılmaz içten bir maç anlatmıştı. ardından valencia'yı ankara'da 1-0 yendiğimiz maçı da melih şendil anlatmıştı ve o maçta da süperdi.
- uefa kupasında gençlerbirliği'ne karşı da forma giymiştin. neler hatırlıyorsun o maçlara dair?
çok kötü anılarım var elbette! ilk maç 1-1 tamamlanmıştı, ondan sonra kendi sahamızda oynadığımız karşılaşmada 3-0 yenilmiştik. ilk yarı bitmeye yakınken şimdiki takım arkadaşım ali tandoğan mükemmel bir frikik golü atmıştı. çok hatırlamak istemediğim, kötü bir karşılaşmaydı. ben de kötü oynadığım için devre arasında oyundan çıkmıştım zaten.
- beşiktaş'a geldiğinde ali'yle bu golü konuştunuz mu?
geldiğimde ben onun yüzünü hemen anımsadım, o da beni hatırladı ve bu golün lafını uzun uzun ettik... (gülüyor)
#8 ali tandoğan sporting lizbon-gençlerbirliği 27 kasım 2003
gençlerbirliği'nin uefa kupası macerası ingiltere'nin blackburn takımını eledikten sonra portekiz'e uzanıyor. rakip sporting lizbon. ilk maçın 1-1 berabere bitmiş olması avantajı portekiz takımına getiriyor. ersun yanal'ın öğrencileri 0-0'ın kendilerine yetmeyeceğinin farkında. nitekim ilk yarının son dakikasında bir serbest atış kazanıyor gençlerbirliği. belçikalı filip daems üzerinden atlıyor topun ve ali tandoğan öyle bir bomba gönderiyor ki dünya kupası'nda yapacağı penaltı kurtarışlarıyla dünyanın gündemine oturacak kaleci ricardo çaresiz kalıyor. bu golle açılan perde 3-0'a ve 3. tura kadar götürüyor ankara ekibini.
maç oldukça geç bir saatte oynanıyordu, ertesi gün okul olmasına rağmen ısrarla direnip yatmamıştım. iyikide yatmamışım ancak komşular için aynısını diyemem.
ali tandoğan'ın o muhteşem frikik golüyle ortalığı baya yıktığımı hatırlıyorum.
lizbonda dönemin ünlü isimleri anderson polga, liedson, pinto gibi isimlerin yanısıra en meşhurları barcelona'da bir türlü dikiş tutturamayan fabio rochemback'tı.
parma'da ferrari'nin olduğu gibi lizbon'da da tello'nun yolu ileride beşiktaş ile kesişti.
show tv'de yayınlanan karşılaşmayı kim anlatıyordu hatırlamıyorum lakin hala "mustafaaa, ricardoo, goooooooool" diye bağırması kulaklarımda...
birde lizbon'lular maç sonunda beyaz mendiller sallıyorlardı. ne demek acaba diye düşünürken yine spiker imdada yetişti, teknik direktörlerini istifaya davet ediş biçimleriymiş.
gençlerbirliği ve gençlerbirliği tanıl bora 14/03/2012 radikal.com.tr
gençlerbirliği bugün 89. yaşını kutluyor. futbol tanrısı uzun ömürler versin. ismiyle çok yaşasın. gerçekten 'özel' isimdir. hem de bereketli bir isim.
yanlış hatırlamıyorsam mehmet demirkol yazmıştı… 2005’teki avrupa futbol şampiyonası’nı izlerken lizbon’da sohbet ettiği futbol delisi taksici, onun türkiye’den geldiğini öğrenince “şu sporting’i eleyen takımınız vardı ya,” demiş, ‘adını telaffuz edemiyorum, işte o takım sıkı top oynuyordu.’ doğruya doğru, bu isim ecnebiler için ‘telaffuz dostu’ değildir. gençlerbirliği 2004’te blackburn rovers’ı, sporting lizbon’u, parma’yı eleyip valencia’yı o sezon avrupa’da yenen tek takım olurken, avrupalı futbolsever ve yorumcular, başarısını şaşkınlıkla karşıladıkları bu meçhul takımın adını telaffuz etmekte zorlanıyorlardı. onlar için souleymane youla’nın driplingleri kadar kaotik bir addı bu. beynelmilel telaffuz anahtarı şöyledir: [†ent∫lerbirli:]
gençlerbirliği’nin kıymetlerinden biri, işte bu ismidir. memleket futbolunun ‘xspor’ kalıbına tıkıştırılmamış ender kulüp isimlerinden biri. vilayet adı değil, semt adı değil. gerçekten ‘özel’ isim. bir müstesnalık alameti.
hem müstesna, kendine mahsus... hem de bir tür ‘jenerik ad’. isim değil de sıfat gibi. ‘united’ gibi bir şey. eski moda. futbola bir toplumsal işlevin, bir medenîleşme misyonunun yüklendiği günlerin tozu var bu isimde. modernliğin şafağının söktüğü zamanların sihirli tozu. evet, bir yanıyla ‘kasılmış’ bir terbiye vazifesinin, bir ‘cemiyete nizam verme’ ülküsünün otoriterliği; ama bir yanıyla da yeni zamanların heyecanı, ‘yapma’ iradesi, atılım ruhu. hem de dayanışma, ‘arkadaşlık’ havası.
bu ismin heyecan ve vaadine kapılan başkaları da olmuş memlekette o zamanlar. trabzon’da 1923’te ankara’dakinden sadece dört ay sonra kurulan bir trabzon gençlerbirliği var. yine kırmızı-siyah. istanbul’da galata kulübü, 1932’de çeşme meydanı gençler birliği adıyla kurulmuş. kırmızı-siyah. 1936’da galata gençlerbirliği adını takınmış, 1940’a kadar öyle devam etmiş.
ahir zaman gençlerbirlikleri de var biliyorsunuz. en yüksek rütbelisi, 3. lig 3. grup’ta orta sıralarda yer alan darıca gençlerbirliği. bölgesel amatör liglerde 5. grupta alt sıralarda oynayan bir adana gençlerbirliği var. 2. grupta siirt gençlerbirliğispor diye bir takım kafaya oynuyor. 12. grubun alt-orta sıralarında bir çorlu gençlerbirliğispor mevcut. federasyon’un bir estetik kurulu da olması lazım: gençlerbirliği ismine ‘spor’ eklemek men edilmeli.
amatör kümelerde gençlerbirlikleri gırla. kocaeli’de izmit ve şirintepe gençlerbirlikleri var. (şirintepe gençlerbirliği, geçen sene erkekler ve kadınlarda türkiye curling şampiyonu oldu!) www.mehmetalicetinkaya.com sitesinde alaşehir, adana, trabzon/arafilboyu, bursa/orhangazi gençlerbirlikleri hakkında malumat okuyabilirsiniz. ünye gençlerbirliği var, kurulduğu yıl ikinci lig’e müracaat etmiş, tesis yetersizliği gerekçe gösterilerek alınmamış. devam edelim: mersin gençlerbirliği, konya/bozkır gençlerbirliği, konya/ihsaniye gençlerbirliği, aydın/yenipazar gençlerbirliği, malatya/kale gençlerbirliği, antakya gençlerbirliği, nusaybin gençlerbirliği, izmir çamdibi gençlerbirliği, trabzon/of gençlerbirliği (daha önce yukarı kışlacık gençlerbirliği imiş). 2009’da şırnak gençlerbirliğispor için ‘düğmeye basıldığı’ haberleri var. şırnak 1. amatör’de bir kumçatı gençlerbirliği oynuyor. adaşlık, 1920’lerdeki, 30’lardaki gibi renktaşlık anlamına gelmiyor. darıca gb sarı-yeşil mesela, adana gb kırmızı-beyaz, of gb bordo-sarı, çamdibi gb bordo-mavi, bozkır gb yeşil-beyaz.
almanya amatör kümelerinde de iki adaş var: berlin steglitz gençlerbirliği (kreuzberg gençlerbirliği adıyla kurulmuş) ve münih fürstenfeldenbruck gençlerbirliği.
100. veya 90. yılda bir gençlerbirlikleri turnuvası hoş olmaz mı?
2010 yazında isim sponsorluğu lafı çıktığında, alkaralar taraftar grubu bir ‘aman sakın’ açıklaması yapmıştı; ‘sadece gençlerbirliği bize yeter.’ evet, gençlerbirliği’nin ismi bir kültür ve tabiat varlığıdır. ta 1980’lerin ortasında, ilk defa bir gençlerbirliği maçına giderken, beni cezbeden şeylerden biri de bu ismin farklılığı ve naifliği idi. ismiyle çok yaşasın…
yardımcı hakemler: roland van nylen (bel), claude gregoire (bel)
4. hakem: joeri van de velde (bel)
sporting: ricardo (gk), anderson polga, carlos martins (dk. 53 paulo bento), pedro barbosa (c), rodrigo tello (dk. 46 lourenço), beto, rui jorge, joão pinto (dk. 78 silva), mário sérgio, fábio rochemback, liedson
yedekler: clayton, nélson (gk), quiroga, luís filipe
teknik direktör: fernando santos (por)
gençlerbirliği: damir botonjič (gk), filip daems (dk. 78 basturk nihat), abdel el saka (c), mustafa özkan, marcel mbayo (dk. 88 mustafa gürsel), josip skoko, ali tandoğan, baki mercimek, deniz barış, serkan balcı, cihan veysel (dk. 86 bülent akin)
yedekler: bülent karaman, uğur boral, bora sevim (gk), begeçarslan ali cansun
2003-04 sezonu uefa kupası 2. turu: sporting lisbon mehmet ali çetinkaya 04/04/2013 www.mehmetalicetinkaya.com
(...)
ikinci maç
gençlerbirlikliler, ilk maçtan 3 hafta sonra, bir bayram günü, portekiz’in başkenti lisbon’da jose alvalade stadına çıkarken, ben de çok fazla umut beslemeden tek başıma televizyon karşısında heyecanımla baş etmekle meşguldüm. en büyük gol silahımız souleymane youla’nın sakatlığı nedeniyle sahada olmadığını görünce moralim çok bozulmuştu. çünkü tur atlamak için gol atmalıydık!
seremonide tribünlerden atılan konfetilerle yaratılan ambiyansa hayran olmamak elde değildi. yıllar sonra o güne ait tribün fotoğraflarını gördüğümde düşüncelerim iyice pekişmişti.
(yıllar sonra, avrupa kupalarında türk takımlarının maç biletlerini toplayan bir koleksiyonerle tanışmıştım. bana deplasmandaki maçımızın renkli biletinin fotokopisini göndermişti.)
maçtan önce istanbul gerçekleşen terör saldırısı için 1 dakika saygı duruşu yapılmıştı.
maça beklediğimizden daha iyi başlıyor ve skoko’nun uzaktan sert şutunu ricardo son anda önlediğinde derin bir “of” çekiyordum. sonrasında sporting önce martins sonrasında da tello ile 2 önemli pozisyona giriyor ama yararlanamıyordu. bu pozisyonların ardından kırmızı-siyahlı futbolcular garip bir şekilde rahatlamış, sakin ve kendine güvenerek oynamaya başlamışlardı. peş peşe önemli pozisyonlara girmeye başladık. önce m’bayo ve ardından veysel’in kaçırdığı pozisyondan sonra “gol atacağız!” diye tempo tutmaya başlamıştım.
ilk yarının son dakikasında kaleyi karşıdan gören ama uzak bir yerden serbest vuruş kazandık. ali tandoğan öyle bir şut attı ki! top kalecinin üstünden aşırtma bir şekilde filelere takıldı! oturduğum yerden “goool” diye havalara fırladım. inanılmazdı!
daha golün sevinci bitmeden derine atılan bir topu mustafa özkan ve onu savunmaya çalışan 2 defans oyuncusu ayağını sokuyor ve top mario sergio’ya çarparak 2. gençlerbirliği golü olarak filelere gidiyordu. artık odada tek başıma tepiniyordum! ankara’daki blackburn rovers maçındaki gibi peş peşe 2 gol birden bularak inanılmaz bir avantaj yakalamıştık. ama eğlence yeni başlıyordu.
ikinci yarının hemen başında sağdan ali’nin yaptığı ortaya veysel’in enteresan bir şekilde sırtını dönerek kafasının arkasıyla attığı gol skoru 3-0′a getirdi. maçın bitimine daha 40 dakika vardı ama inanılmaz rahatlamıştım.
bu golden sonra kalan dakikalar birkaç cılız atağımız dışında sporting’in baskısı altında geçti. sağlı sollu geliyorlar ama ya damir ya da defans oyuncularımız tehlikeleri önlüyorlardı. maçın sonlarına doğru sporting bir serbest vuruş kazandı. bu frikik canlı olarak futbolcunun açısından ekrana geldiğinde oldukça şaşırmıştım. çünkü ilk kez bu açıdan televizyonda bir frikik izliyordum.
maç 3-0 bittiğinde maçı anlatan spiker, “önce blackburn, ardından sporting lisbon. sırada ki gelsin!” dediğinde evde adeta coşuyor ve kura çekilmesi için sabırsızlanıyordum. bu arada telefonum çaldı. arayan amcaoğlu süleyman’dı. şaşkın bir şekilde, “aferin olm be! ne maçtı!” diyordu. sonrasında ise birçok arkadaşın tebriklerini kabul ederken mutluluğumdan yerimde duramıyordum.
maçın ardından sporting lisbon’lu seyirciler bir yandan gençlerbirliklileri alkışlarken, bir yandan da kendi teknik direktör ve oyuncularını protesto etmek için beyaz mendil sallıyorlardı. tepkilerini bu kadar olgun bir şekilde sergileyen sporting’li tarafların bu hareketi o kadar çok hoşuma gitmişti ki, tribünlerde gördüğüm neredeyse her protestonun ardından aklıma bu sahne gelmişti…
bu maçta yeşil-beyazlı formayı giyen rodrigo tello, 2007′de beşiktaş’a transfer oldu. ilginçtir, o günlerde ali tandoğan da siyah-beyazlı formayı giyiyordu ve tello bir röportajında, “ali’yi görünce hemen tanıdım. o çok kötü günü hatırladım. o da beni tanımıştı. sonrasında o frikik golünü uzun süre konuştuk” diyordu…
gençlerbirliği, 3-0'lık bu galibiyetle, avrupa kupaları tarihi boyunca bir portekiz takımına karşı portekiz'de en farklı galibiyet alan türk takımı ünvanını kazanıyordu. aynı zamanda fenerbahçeye ait olan, "avrupa kupaları'nda bir portekiz takımına karşı en farklı galibiyet alan türk takımı" rekoruna da ortak oluyordu. (1990-91, uefa kupası 1 turu, fenerbahçe 3-0 vitoria guimares)
bir dip not olarak, sporting lisbon bir sonraki sezon (2004-05) cska moskova ile uefa kupası finali oynadı…