galatasaray-psv maçının 30 uncu dakikasında nielsen, orta sahada uğur’a sert bir faul yapar. maçın yan hakemi, orta hakemi uyararak nillsen’in kramponlarını kontrol etmesini ister. portekizli hakem kontrolü yaptıktan sonra sarı kartı gösterir. bu sırada sahanın kenarına gelen denizli’nin üzerine 6erets koşarak gelir ve kendisini çok sert bir şekilde iter. bunu gören semih ve muhammed, gerets’in üzerine yürürler ve saha karışır. gerets, maçın sonuna kadar türk seyirciler tarafından protesto edilir.
kayıtlara göre dünya futbol tarihinin en golcü defans oyuncusu ronald koeman. kariyerinde 200'ün üzerinde gol var. neredetse üç maçta bir gol atmış. gelgelelim muhteremin bu yüksek gol yüzdesi, karşısnda bir türk takımı oldu mu daha da yükseliyordu.
önce 1987 yılında şampiyon kulüpler kupası'nda psv formasıyla galatasaray'a bir gol attı, psv o maçı 3-0 kazandı. ardından 1990'da kupa galipleri kupası'nda barça trabzon'u 7-2 yenderken bordo-mavili fileleri üç kere havalandırdı. üç sene sonra şampiyonler ligi'nde barcelona'nın galatasaray'ı 3-0 yendiği maçta da penaltıdan bir gol attı. ertesi sezon da yine galatasaray'ın nou camp'ta barça'ya 2-1 yeniliği karşılaşmada bu kez frikikten topu ağlara gönderdi. türk takımlarına karşı dört ayrıo maçta toplam 6 gol attı, üstelik asli görevi "savunma" olmasına rağmen.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir gün istanbul sulh mahkemesi'nden iadeli taahhütlü bir mektupla mahkeme celbi geldi. yasalara aykırı her hangi bir şey yapmış olduğumu hatırlamıyordum. beni şahit olarak mahkemeye çağırmaktan yarar umacak bir kimse de aklıma gelmiyordu.
o hafta hemen hemen tanıdığım herkese, beni mahkemeye davet ettirip ettirmediklerini sordum. ne futbolcuların ne de diğer tanıdıklarımın bu konuda bana bir yardımı olamadı.
kulüp ve oyuncular için sürekli kaygı duyan takım kaptanımız cüneyt makul bir tahminde bulundu. avrupa kupası sırasında, psv eindhoven'le hollanda'da yaptığımız bir karşılaşma sırasında tatsız bir olay yaşanmıştı. dört genç adam oyun sahasının kenarındaki üç metre yüksekliğindeki çite tırmanarak, üzerinde siyasî sloganlar bulunan büyük bir pankartla sahaya girmişlerdi. hakem maça on dakikadan fazla bir ara vermek zorunda kalmıştı.
uefa nizamnamesine göre olayı çıkaran seyirciler türk tarafından olduğu için bizim kulüp sorumlu tutulmuştu. bu olay galatasaray'a 25.000 isviçre frankına mal olmuştu.
celbin sebebi belki de buydu. gerçi tam olarak da aklıma yatmıyordu, çünkü o olayın üzerinden neredeyse bir yıl geçmişti. fakat oyuncular durmadan yeni "masallar" uyduruyorlardı. en zararsız trafik suçundan, alkollü araba kullanma ve babalık davasına kadar çeşitli sebepler buldular. o dönemde korkunç eğleniyorduk ve eğer bu tür şakalar kaldırılabiliyorsa, bu, antrenör ve oyuncular arasında iyi ilişlkilere bir işarettir.
sonunda mahkeme günü geldi. ahmet ve ben yola koyulduk. önce o dar tahta banklara oturup sadece bekledik. etrafımızdaki hareketli gidiş gelişi izlerken yine mahkemede neyin söz konusu olabileceği hakkında konuştuk. çevremizde şahitler, zanlılar, davalılar vardı; kimi ailesi ya da yakınlarıyla, kimi yalnızdı. çok alçak sesle, neredeyse fısıldayarak konuşuluyordu. belki de mahkemede nasıl bir yol izleyeceklerini saptıyorlardı. bazıları, diğerlerine, suçsuz olduklarını ve haksız yere mahkemeye çıkarıldıklarını göstermek için yüksek sesle yakınıyordu. bazıları ise şaşkın bakmıyor, yardım ve anlayış bekliyorlardı.
dostça davranan bir mahkeme görevlisi bizi tanıdı ve karanlık koridordaki birçok bürodan birine götürdü. niye mahkemeye çağrıldığımızı açıklamak yerine galatasaray ve futbol üzerine tartışıldı. tabiî diğer favori takımlar beşiktaş ve fenerbahçe üzerinde de duruldu.
sonra vakit geldi. adımız okundu ve bir mübaşir bizi mahkeme salonuna götürdü. salonun sonunda hakim kürsüsü vardı. bizim durduğumuz yerden biraz daha yüksekçeydi. sağında ve solunda avukatların masaları vardı. belli bir gerginlik içine girmiştim. daha önce hayatımda hiç mahkemeye çıkmamıştım ve sessizce bunun son kez olacağına yemin ediyordum.
"adaletin sert eliyle karşılaşmadan yaşayan bizler ne mutlu insanlarız" diye geçirdim içimden. mutlu bir gençlik geçirmiş, aile evinde ve okulda sağlıklı bir eğitim görmüştük. sonra sporun ve toplum içindeki yaşamın bizi şekillendirdiği dönem gelmişti.
hakimin ve yanındakilerin salona girdikleri an harika bir duyguya kapıldım. salonda bulunanlar saygı gereği ayağa kalktılar. hakim ahmet'le benim öne çıkmamızı istedi. bana mahkemede nasıl davranılacağmı anlatmaya çalışan mübaşir tarafından neredeyse öne doğru sürüklendim. bir acemi er gibi dimdik, eller pantolon dikişinde ve ciddî bir ifadeyle durmam gerekiyordu. bunu başaramadım. yüksek mahkeme karşısında saygısızlık etmek istediğimden değil. kendimi rahat hissetmiyordum ve kişisel özgürlüğümün kısıtlandığını düşünüyordum. sessiz, düzgün ve dik durmaya çalıştım.
ancak mübaşir aynı kanıda değildi. arkamda kenetlediğim ellerimi yine o meşhur pantolon dikişine çekti; itiraza tahammülü olmayan bir ifadeyle kötü kötü baktı ve düzeni sağladığına inandı.
talimat almaktan ve bana öz disiplinin hatırlatılmasındaıı nefret ederim. onu yumuşakça kenara ittim ve hemen öfkelendiğini hissettim. ama yeniden müdahale edemeden hakimin bir baş işareti onu geri püskürttü. orada bulunan insanların onuruna uygun olduğu söylenebilecek bir atmosfer yaratan hoş bir jestti bu. bay derwall'e soruldu:
"oyuncularınızdan arif i birkaç ay önce antrenman dışı bırakarak kadrodan çıkardınız mı? evet ya da hayır diyerek yanıtlayınız!"
"evet" diyerek yanıtladım. olayın ne olduğunu hâlâ anlamamıştım; fakat hollanda olayının değil, yaramaz çocuğumuz arif'in söz konusu olduğunu kavradım.
ikinci soru :
"arifi niçin bir hafta süreyle antrenman dışı bıraktınız; bunun belli bir nedeni var mıydı? "
hakim, "arif hasta mıydı, onu bu yüzden mi eve gönderip maça çıkmasına da izin vermediniz?" diye sordu.
"hayır, elbette değil," diye yanıtladım ve devam ettim :
"arif dakiklikten pek hoşlanmaz. antrenmana her zaman geç kalıyordu. çoğunlukla yarım saatten de geç geliyordu. karşı tarafta oturması ve sabahın erken saatlerinde florya'ya antrenmana gelmek için trafikle uğraşmak zorunda olması bir özürdü. ama birisi sürekli geç kalıyorsa ve aynı tarafta oturan diğerleri, buna rağmen antrenmana tam zamanında gelebiliyorsa, o zaman bir antrenörün duruma müdahale etmesi gerekir. gecikmelerini tekrarlayınca arifi evine gönderdim ve bu konuyu düşünmesi için bir hafta zaman verdim."
karşı tarafı temsil eden sabah gazetesi avukatı, "hastalanmış olmalı," diyerek araya girdi. ancak o zaman ahmet'le ikimiz, bu gazetede yayınlanan ve arif'e epeyce yüklenmiş olan bir haberi hatırladık. arif, bu haberde, bazı kadınlarla düşüp kalkarak çok kötü bir hastalık kapmış olmakla suçlanıyordu. bu tam anlamıyla karalayıcı bir iddiaydı ve arif bu gazeteyi dava etmişti.
"arif hasta değildi ve hastalanmış olması da mümkün değildi," diye yanıtladım; "bir hafta sonra tekrar antrenmanlara katıldı ve kadroya girdi."
avukat, "antrenmana çıktı ama," dedi, "maçta oynamadı değil mi?"
galatasaray'ın o hafta fenerbahçe ile oynaması gerektiğini hatırlıyordum. hakim umulmadık şekilde, "arif o maçta oynadı mı?" diye sordu.
bu soruyu gerçeğe uygun biçimde cevaplandırabilmem mümkün değildi. maçlardan sonra tum notlarımı kaydettiğim defterimde yazılıydı, ama o an kuşkuya düşmüştüm. ahmet de huzursuzlaştı. hakimin anlamlı sorusunu kavrayarak, arifin oynayıp oynamadığından kendisinin de emin olmadığını söyledi.
antrenörler, üzerinden çok uzun zaman da geçse, maçtaki her durumu hatırlayabilirler. ama bu kez, belki de tamamen yanlış bir ifade verme ihtimali olduğu için, pas geçmek zorundaydım. bunun yerine hakime, oyuncuları daha önce oynadıkları bir kulüple maçımız olduğunda ilke olarak oyuna sokmadığımı anlatmak geldi aklıma. bir yıl önce fenerbahçe'de oynayan arif e aynı uygulamayı yaptığımı söyledim. ama onun takım kadrosunda olduğunu açıkça kanıtlamak için saha kenarında kulübede oturmuş olduğunu söylemek pekâlâ mümkündü. hatta büyük bir ihtimalle, son 15 dakikada, sonucu paylaşabilmesi için maça girmiş de olabilirdi. tam bunun ancak böyle olmuş olabileceğini eklemek isterken avukat söze girerek, arifin gerçekten de 76'ncı dakikada oyuna girmiş olduğunu hepimize karşı onayladı. böylece arife günümüzde çok yaygın olan bir hastalığı yakıştırarak onu kamu oyu önünde karalamak için hiçbir kanıt olmadığı ortaya çıkmıştı.
hatırladığım kadarıyla davayı arif kazandı. böylece aceleci bir iddianın, hele bir de araştırma yapmadan yayınlanırsa, bulvar gazetelerinin belki de zor hazmedebilecekleri bir "bumerang"a dönüşebileceği bir kez daha görüldü.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir yıl sonra 1987-88 sezonunda, 14 yıldan beri ilk şampiyonluğumuzdan sonra, yine talihli bir kur'a umudu içindeydik. bu kez söz konusu olan avrupa şampiyon kulüpler kupası ydı.
bu kur'a çekimini izlemek ve rakiplerimizi tanımak için alp yalman ile birlikte cenevre'ye gittik. ama aynı zamanda, yolculuk, otel, antrenman imkânları, ulaşım gibi organız yon meseleleri hakkında rakibimizle görüşmek istiyorduk.
saat 11.00'de her şey hazırdı. intercontinental oteli'nin büyük salonunda ışıklar yandı. uefa yetkilileri önce geçen yılın avrupa şampiyonları onuruna bir konuşma yaptılar. fakat sonra salona 25.000 voltluk bir akıma denk düşecek bir gerginlik ve asabiyet hâkim oldu. ancak penaltı atacak bir futbolcunun aşabileceği bir sessizlik ve dikkat egemendi salona.
galatasaray heyeti olarak biz fazla beklemek zorunda kalmadık. çekilen ilk kur'ada her şey belli olmuştu. büyük cam kürenin içinden önce hollanda şampiyonu psv eindhoven'ın adı çıktı. kendi sahasında oynayacaktı. ardından kendimizi içinde bulduğumuz sansasyo, ya da kaos, nasıl derseniz deyin, müthişti
daha uefa genel sekreteri gerd aigner'in ağzından ilk hece çıkmadan herkes hollanda'nın dünya klasmanına girmiş bu takımıyla bizim oynayacağımızı hemen anlamıştı.
alp yalman'la birbirimize baktık. neşesi gerçek miydi, yapmacık mıydı bilmiyorum ama gülümseyişi beni rahatlattı; çünkü ne de olsa, istanbul'daki taraftarlarımızın karşısına çıkarabileceğimiz en cazip takımlardan biri rakibimiz olmuştu.
çünkü, van breukelen, koemann, van aerle, vanenburg, van der kerkhof ve bunların yanı sıra gilhaus ve kieft, tümü de hollanda millî takımı'nın oyuncularıydı. diğerleri, lerby, heintze ve nielsen danimarka millî takımı'nın oyuncularıydı ve üstüne üstlük, belçika millî takımının kaptanı gerets'de psv'deydi. anlayacağınız, bizden tüm gücümüzü talep eden ve sonunda avrupa kupası'ndan elensek de utanmamıza neden olmayacak bir '"midi avrupa karması" karşısında oynacaktık bir anlamda. bizim amacımız hollanda'da dikkate değer bir sonuç alabilmekti. istanbul'da ise, bizden kat kat üstün bu favori takım karşısında büyük bir coşku ve mücadele şöleni sunacaktık.
avrupa şampiyon kulüpler kupası'nda avrupa'nın en elit takımlarıyla başa çıkmaya çalışmak yepyeni, tamamen farklı bir duyguydu. eğer oyuncularımız bu ağır toplar karşısında duydukları aşırı saygıyı bir yana bırakabilirlerse, bu tür deneyimlerin gelecek yıllardaki çalışmalarımız üzerinde de etkisi büyük olacaktı. mesele, her bir oyuncunun böyle maçlarda duyduğu iç gerilimi, sahne korkusu ve gerginliğini ne ölçüde denetleyebileceğiydi. bu, kelimenin tam anlamıyla, kaybedecek fazla bir şeyin olmadığı, ama kazanılacak çok şeyin bulunduğu bir ruletti.
sonuçta eindhoven 3-0 kazandı. yaptığımız hatalarla biz de rakibimizin zaferinin kolaylaşmasına yardım etmiştik. bir gol eksik olsaydı istanbul'da durumu değiştirebilme şansı doğabilirdi.
her şeyi hazmetmek zorundaydık. daha dönüş yolunda bizim için şampiyonanın bir sonraki maçı başlamıştı. sadece büyük psv eindhoven'e korkunun ne olduğunu göstermeye değil, aynı şekilde maça da konsantre olmamız gerekiyordu.
iki hafta büyük bir maça hazırlanmak ve üzerinde düşünmek için uzun bir süreydi. moralimiz çok iyiydi ve bunu türkiye'deki lig maçlarında da göstermiştik. seyircinin de desteğiyle avrupa'nın büyük takımlarından birinin içine korku düşürmeyi niye başaramayacaktık ki?
psv eindhoven: johannes van breukelen, berry van aerle, ıvan nielsen, eric gerets, ronald koeman, sören lerby, jan heintze, hans gillhaus, gerald vanenburg, wim kieft, willy van de kerkhof (dk. 84 addick koot)
teknik direktör: guus hiddink (hollanda)
galatasaray: zoran simovic, yusuf altıntaş, semih yuvakuran, erhan önal, savaş demiral, muhammet altıntaş, arif kocabıyık (dk. 66 cüneyt tanman), dzevad prekazi, mirsad kovacevic, uğur tütüneker, tanju çolak
teknik direktör: mustafa denizli
gol: (1-0) dk. 56 hans gillhaus (2-0) dk. 75 ronald koeman (3-0) dk. 89 addick koot
o zamanalar avrupa kupası maçları eylül ortasında başlardı, ilk maç eylül ortasında, ikincisi ise eylül sonunda. ilk maçlar genelde okullar açılmadan önce son tatil haftasına denk gelirdi ve yazlıkta izlerdik.
psv eindhoven ile galatasaray eşleştiğinde, ilk maç öncesinde trt psv'nin bir lig maçı özetini yayınlamıştı. o özeti izlediğinde galatasaray'ın işinin çok çok zor olacağı belli oluyordu. koeman kardeşler, lerby, gerets, vanenburg, kieft gibi bilinen yıldız oyuncuların yanında gillhaus adlı bir oyuncu da çok dikkat çekiyordu ve o lig maçında en az iki gol atmıştı. galatasaray'a da atabilir diyordum. şampiyon kulüpler kupası ilk tur ilk maçında galatasaray deplasmandaydı. türk seyirciler de çoktu ve büyük destek veriyordu ama yine de iş zordu. galatasaray ilk yarıda rakibine iyi direndi ama ileriye pek çıkılamıyordu. o zamanlar deplasmanlarda türk takımları genelde 1-0, hatta 2-0'lık yenilgilerde bile tur için şans olduğunu düşünüp genelde gol yeseler de defanstan çıkmazdı. rakip kaleye gidildiğini çok görmezdim. bu maçta simovic ilk yarıda ve ikinci yarının başında kritik kurtarışlar yapmıştı. ama 2.yarıda galatasaray takımında yapılan bir pas hatası sonucu gillhaus'un golü geldi. maçta bu gol öncesindeki pas hatası kalmış aklımda. gillhaus konusunda tahminim tutmuştu ama yazık oldu denen bir goldü. maçta daha sonra çıkan pankart olayı sanırım tv'de pek gösterilmemişti, 30 yıl içinde kafamdan silinmiş. ikinci golü koeman'ın attığını hatırlıyorum ama nasıl attı onu da unutmuşum. kafamdaki en net anlar maç 2-0 bitecek gibi görünürken ve bu sonuç normal, bari böyle bitsin diye düşünülürken son dakikada koot'un ceza sahası dışından mermi gibi şutu, topun üst direğe ve çizgiye çarpıp üst filelerle buluşması, bu arada maçı anlatan spikerin anlatımı idi:
"işte bu olmayacaktı!!"
sonuçta maç 3-0 bitti ve o son gol için o yorumu yapan trt spikerinin ne kadar haklı olduğu ikinci maçta anlaşıldı.