son haftada şampiyonun belli olduğu maçlara bir örnektir; ,
1986-87: beşiktaş'a, malatya ve denizli şoku...
şampiyon g.saray
ligin ilk yarısını g.saray 27 puanla lider tamamladı. beşiktaş ise 25 puanla üçüncü sıradaydı. ikinci yarının ilk iki haftasında puanlar kaybeden siyah-beyazlılar daha sonra arka arkaya oynadığı 10 maçı da kazanmayı bildi. bu başarı sıralamaya da yansıdı. ligin 31. haftasına gelindiğinde siyah-beyazlılar 2 puan farkla g.saray'ın önünde liderdi. ve lig o hafta tarihî bir derbiye tanıklık edecekti. beşiktaş ile g.saray ligin kaderini tayin edecek bu karşılaşmada karşı karşıya geleceklerdi. 3 mayıs'ta beşiktaş'ın sahası onarımda olduğu için f.bahçe stadı'nda oynanan karşılaşmayı g.saray 2-0 kazanarak zirveye ortak oldu. puanlar eşitti; ancak rakibine oranla 7 gollük averaja sahip kartal hâlâ liderdi. g.saray bir sonraki hafta altay'ı uğur tütüneker'in golüyle 1-0 mağlup etti. beşiktaş ise deplasmanda g.birliği'ne karşı feyyaz'la güldü. 33. hafta g.saray rizespor'a deplasmanda 2-0 yenilince f.bahçe'yi 4-0'la geçen beşiktaş farkı tekrar 2 puana çıkardı. 34. hafta unutulmaz bir maça sahne oldu. beşiktaş, malatya deplasmanındaydı. maçın 74. dakikasında oktay'ın attığı golle sarı-kırmızılılar karşılaşmayı 1-0 kazandı. maçın 88. dakikasında kaleciyi çalımlayarak topu boş filelere gönderen feyyaz'ın şutunu malatyaspor'lu bünyamin sakatlanma pahasına çizgiden çıkarmıştı. bu karşılaşmadan sonra g.saray'lı yöneticilerin malatyaspor'lu futbolculara doğan marka araba verdikleri haberi uzun süre manşetleri meşgul etti. aynı haftayı g.saray 2-1'lik kocaelispor galibiyetiyle tamamlayarak puanları eşitledi. ancak kartal hâlâ averajla liderdi. ama beşiktaş için asıl büyük felaket bir hafta sonra evinde oynayacağı denizlispor karşılaşmasında yaşanacaktı. ali'nin attığı golle müsabakayı 1-0 önde götüren siyah-beyazlılar maçın 85. dakikasında denizlispor'lu erol'un frikik golüne engel olamayınca karşılaşma 1-1 sona erdi. g.saray ise antalyaspor'u deplasmanda 3-1 mağlup etti. ligin son haftasına bir puan önde lider giren g.saray sahasında ağırladığı eskişehirspor'u prekazi ve muhammet'in golleriyle 2-1 mağlup etti. sarı-kırmızılılar alman jupp derwall'in teknik patronluğunda 14 yıl aradan sonra şampiyonluğa ulaşıyordu. bursa deplasmanında kazanan beşiktaş'a ise bu galibiyet yetmedi. kartal, lig sonunda 36 maçta 54 puan toplayan g.saray'ın ardından 53 puanla ikinci oldu.
ali sami yen bir daha böyle kalabalık görmedi. yaklaşık 38.000 kişi olduğu söylenir hala. o zamanlar koltuk falan yoktu. maça girdiğimizde şoka uğradım. ne maçı görebilmek mümkün ne de bir yere oturabilmek. resmen tek ayak üzerinde sahanın götrebildiğim kısmını izledim. 2. ayağımı uzun zaman koyacak yer bulamadım :)
ancak unutulmaz bir maçtı. işte o sezonun kısa özeti tribünlerden şöyle haykırılıyordu.
14 senelik bu çile, bitti artık bu sene, sen şampiyon oldun işte, seni sevmeyen ölsün, ölsün, seni sevmeyen ölsün.
80'lerde tezahüratlarda siyasetin bıraktığı boşluğu arabesk doldurur. biraz da arabeskle türk halk müziği'nin karışımı olan "fantezi" türü.
galatasaray'ın 1987'deki şampiyonluğunun "tribün" şarkısı "seni sevmeyen ölsün"dür. triüblerde coşacaksın / kupaları alacaksın / sen şampiyon olacaksın / seni sevmeyen ölsün, ölsün... ondert senelik bu çile / bitsin artık bu sene / sen şampiyon olacaksın / seni sevmeyen ölsün, ölsün...
1987'nin son maçı yine galatasaray'ladır ve 2-1'lik maç yine gündeme oturmuştur. zalad'ın, kritik bir dakikada prekazi'den yediği serbest vuruş golünün öncesinde iki yugoslav futbolcunun kendi dillerinde konuşarak anlaştığı yazılır çizilir haftalar boyunca...
zalad bir yıl eskişehirspor'da, kalecilikte sesi arada sırada çıkan bir eski eldiven eski bir vücut muydu?..
daha zalad eskişehir'e zamlanmadan önce yugoslav futbolunun smokingli, beyaz eldivenli, silindir şapkalı diplomatı olan ali şen, suyu çok verilmiş kavak misali futbol zeminine 2.80 yükseklikten bakan bu adam için aynaya benzer parlaklıkta aynen şunları demişti...
"kaleye yama, arkana akma..."
pahalı bir yama değildi zalad... 60 bin dolarlık meblağ, yugoslav futbolcularının türkiye için uyguladıkları "asgari oynama ücreti" dikkate alındığında, sayılması zor, insanı kara kara düşündüren bir hovardalık değildi.
eski başkan ali şen'in yeni başkana, takımın kaleci konusunda verdiği s.o.s için önerdiği zalad ithal malı, fenerbahçe vapurunun karaköy iskelesine bir türlü yanaşmaması yüzünden düşlerdeki "kalamış'a seyahat" gerçekleşmemiş. ve yugoslav harem terminalinde bulduğ boş bir otobüse binerek eskişehir mütevazılığında, kalecilikte "bir bilen"i oynamak üstüne küçümsenemez bir sınav geçirmeye talip olmuştu.
* * *
az sıçrasa dudakları ile üst direği öpecek kadar boyalı odun seksine tutkun olan zalad, 1.90'ı aşan boyuna rağmen, yer toplarının çaresiz seyircisi değildi. "uzundan ve kantara eziyet veren adamdan kaleci olmaz" diyen klasik reçeteye rağmen zalad, iki ebattan da defolu olmasına rağmen, hem yere toplarında son derece becerili idi, hem de tayming hareketlilik ve çabukluk isteyen pozisyonlarda fazla kilolarını zeplin safrası gibi hemen atıveren bir elek mekanizmasının şaşırtıcı teknolojisine sahipti.
zalad'sız bir eskişehir olmadı ligde... futbolcunun ayağını da başını da, futbol topunun tekeri ve mekerini de çok iyi bilen başkan aydın begiter, zalad'ın ismi çağrıldığında zarifleşiyor, seçtiği kelimeler kruvaze ceketlerini ilikliyorlar...
"zalad'ın hem kaleciliğine hem insanlığına tam numara, helalinden on... o gerçek bir yugoslav prensidir."
* * *
mevsim sonunda söylentileri söylenemez kafa ağrılarına yakalanan zalad, eskişehir kale sahanlığından havalanıp, fulya'nın sert toprağına ve sık sık hortumlanan tozuna, kanattan kopan sürpriz bir göktaşı gibi düşmüştür.
zalad eleştirisi beşiktaş'ta şimdiki yazda eşeleniyor.
eleştirinin ilk raundu şu... beşiktaş şampiyonluğu kaleci yüzünden mi kaybetti ki, böyle bir kazak değişimine gerek gördü.
eleştirinin ikinci raundu şu... dünya kulüpleri ve avrupa'nın profesyonel transfer cambazları astronomik paraları sadece forvet ve orta saha oyuncuları için dökerler. geri dörtlü ve kaleci, seyirci ilgisini çekmediği gibi bu tipler, "gişe şampiyonları" de değillerdir.
beşiktaş zalad'la jurkoviç gibi "riskli bir kaleci tipinden" kurtulup daha garantilerle etiketlenmiş bir kaleye sahip olacaktır.
fakat zalad sadece rakipleri karşısında beşiktaş'ı savunacaktır. şampiyonluk için daha değişik etkenler, türlü çeşitli ofans zenginlikleri ve yaratıcı beceriler söz konusu olduğunda, zalad'ın işlevi benim gibi beşiktaş taraftan gibi, tribünde oturan adam olmaktan öte bir pay sahipliğine erişemeyecektir.
3 temmuz 1987
not: yazı tarihinden önceki son eskişehir maçı olduğu için yazdım...
1986/87 sezonunda galatasaray'ın son maçında ki rakibi ise eskişehirspor'du. galatasaray kazanmak zorundaydı beraberlik bile beşiktaş'ı şampiyon yapıyordu.
maç saati ali sami yen stadı adeta yıkılmaktaydı. mahşeri bir kalabalık ve büyük bir çoşku galatasaray için bir araya gelmişti.
maça iyi başlayan galatasaray, ilk yarıda ilyas'ın düşürülmesiyle kazanılan serbest vuruşu mükemmel bir şekilde gole çeviren cevat prekazi ile 1-0 öne geçmişti. ikinci yarıda ise galatasaray muhammet'in topuğu ile attığı klas golle 2-0 yaptı. daha sonra eskişehir bir gol bulsada galatasaray maçı 2-1 kazanarak 14 yıllık hasrete son vermiş ve beşiktaş'ın 1 puan önünde şampiyonluğa ulaşmıştır.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
günleri tek tek sayıyorduk. sonunda sabırsızlıkla beklenen ve sonucu belirleyecek pazar günü geldi. kulübe yeniden bir şampiyonluk getirmesi beklenen, 14 yıldır yaşanmayan bir pazar. inşallah...
florya'daki antrenman sahası kapılarını bize şans dilemek isteyenler için bile kapatmış, kendimizi dış dünyadan koparmıştık. kuvvet toplamak ve konsantre olmak istiyorduk. her zaman bütün dostlarımıza açık olan büyük kapı kilitlenmişti. kimseyle görüşmüyorduk.
mustafa ve ahmet, son haftalar ve günlerdeki çalkantılardan sonra bu huzura ihtiyacımız olduğunu en yakın dostlarımıza ve futbolcuların en yakınlarına anlatabilmek için kendilerini parçalıyorlardı.
büyük bir gerginlik hissediliyordu. olumlu yönde değerlendirilmesi gereken ve gerçekten başarılı olma zorunluluğu hissedildiğinde kendini gösteren bir gerginlikti bu. ama, tıpkı hayvanlarda olduğu gibi, tetikte olduğunu kanıtlamak isteyen, tepki vermeye hazır ve rakibinden bir adım önde olduğunu göstermeye çalışan, gerekli bir gerginlikti aynı zamanda.
pazar sabahının erken saatlaerinde maçtan önce söylediğim sözleri hatırlıyorum: "bu yapacağınız son maç değil sevgili dostlarım. daha pek çok maça çıkacaksınız. ama bu maçla, kendimiz ve kulübümüz galatasaray için yeni bir devir başlatmak için bir şans yakaladık. bunda ise en büyük pay sizin olacaktır."
söylediklerim sonradan galatasaray yıllıklarına böyle geçecekti.
bu maça kaybetmek için değil, kazanmak için çıkılacağını herkes bildiğinden, fazla zaman almayan takım konuşmasından sonra, son haftaların olayları, avrupa kupalarındaki final maçları, ülke çapındaki lig ve kupa maçlarından pratik örnekler vererek, bu tür maçların tehlikelerini göstermeye çalıştım.
en güçlü takımların bile, çoğunlukla kendilerini üstün görmeleri ve rakibi hafife almaları yüzünden çoğu kez akıl almaz yenilgilere uğramış olduğunu bir kez daha vurgulamak ve bu konuda takımı uyarmak istiyordum.
bu şekilde düşünmemiz için aslında ortada pek bir neden yoktu. biz, olayı fazlasıyla ciddîye alan ve belki de bu nedenle rahat oynayamayanlardandık. buna rağmen o konuşmayı yaptım.
son önerilerimizi ve iyi niyetli uyarılarımızı da yaptıktan sonra oyuncuları serbest bıraktık ve yemek salonunda hazır bekleyen hafif bir yemeğin başına gönderdik.
zorlu maçlardan önce ve özelllikle sıcak günlerde olduğu gibi az yemek yeniliyordu. bir çorba, bir parça spagetti, biraz et ve güzel bir tatlı ya da meyve. böyle günlerde futbolcuların tüm yemeği buydu.
fizyoterapist ve masörlerimiz mehmet ile uğur maçtan önce ve devre arasında gerekecek kahve, çay, elektrolit, kuru pasta ve bol sudan oluşan ufak tefek ihtiyaçlarla ilgilendiler. sonunda otobüse binme işareti geldi ve geriye sayma başladı.
kaptanımız cüneyt bir kez daha oyuncuları saydı ve hiç kimsenin, arif in bile gecikmediğini gördük.
herkes daha önce hiç olmadığı kadar dakikti. herkes, bize bir hafta boyunca gece gündüz demeden dert olan ve şimdiden tansiyonların yükselmesine yol açanşampiyonluğu yakalayıp rahatlamak istiyordu.
her zamanki gibi aynı yolu takip ettik. otobandan istanbul istikametine yöneldik; sonra mecidiyeköy çıkışı ve nihayet ali sami yen stadı.
otoban neredeyse boştu; ciddi bir trafik yoktu. büyük maçlardan önce hiç böyle olmazdı. normalin dışında esrarengiz bir sessizlik hüküm sürüyordu. sanki herkes o büyük olaya konsantre olmak için ortalıktan çekilmişti. staddaki coşku ve sevinç dolu cadı kazanının içine erkenden düşmemek için şoförden yavaş gitmesini rica etmiştim.
oyuncular gergin, huzursuz ve içe dönük görünüyorlardı. olumlu kabul edilmesi gereken ve her sporcunun, sanatçının ya da hatibin kitle karşısına çıkmadan kendinden emin olmak ve önündeki işin üstesinden gelebilmek için duyması gereken iç gerilimin bir belirtisiydi bu.
herkesin kendisiyle ilgili ve bu olay dolu gün hakkında düşünecek zamanı vardı...
ben ise düşüncelerimde, alman millî takımı'nın 1980'de italya'da yapılan avrupa şampiyonası finalinde, roma'da belçika'ya karşı oynayıp avrupa şampiyonu olduğu güne gitmiştim.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
mustafa'nın sarsmasıyla kendime geldim. nereye gidersek gidelim otobüste mustafa hep yanımda otururdu. "geldik hoca," dedi ve tabiî, o birkaç dakika içinde düşüncelerimin nerelere gidip geldiğini anlamış olması mümkün değildi.
hatırladıklarım bir rüya değildi. var olan, gerçek olan şeylerdi aklımdan geçenler. "niye bugün de aynı şeyler yaşanmasın ki?" diye sordum kendi kendime. galatasaraylı oyuncularım da bu şampiyonluğu kazanacak niteliklere ve beceriye sahiptiler.
otoban çıkışından birkaç yüz metre tutan stada giden yol bile silinip süpürülmüş gibiydi.
taraftarlara atkılar, kasketler, bayraklar ve sarı kırmızı aksesuar satan sokak satıcıları ellerinde çok azı kalmış olan mallanın toplamaya başlamışlardı.
maçın daha saatler öncesinde stadyumun tribünleri ve ayakta seyredilen kısımları tıklım tıklım dolmuştu. bilet bulma kavgaları günler öncesinden başlamıştı. bazıları, ertesi gün bilet ele geçirebilmek için gişelerin ve stadyum kapılarının önünde sabahlamışlardı.
şimdi herkes, beşiktaş'ın bursa'da bursaspor'a, galatasaray'ın da istanbul'da eskişehirspor'a karşı sahaya çıkacağı şampiyonluğun final gününün sarhoşluğu içindeydi. her ne kadar galatasaray, beşiktaş'ın bir puan önünde lider durumundaysa da, galatasaray'ın istanbul'da berabere kalması halinde beşiktaş'ın averajla şampiyonluğu alma ihtimali, her iki takımın da sahaya kazanmak için çıkmasını zorunlu kılmıştı.
her an patlayabilecek bir bombanın yanan fitiline benzer koşullar vardı ortada.
türkiye futbol şampiyonası'ndaki bu unutulmaz finale en iyi elemanlarını göndermemiş tek bir gazete, radyo ya da televizyon kanalı yoktu. istanbul'da ve bursa'daki dramatik 90 dakikayı iki tarafta da izlemek üzere herkes hazırdı.
daha sabahın 07.00'sinde stadyum dolmaya başlamıştı. büyük maçlar öncesinde hep olduğu gibi, taraftarlar sadece atkılar, bayraklar ve sarı kırmızı formalarla donanmakla kalmamış, peynir, domates, sucuk ve köfte dolu sandviç ve ekmeklerini de getirmişlerdi. bunlann yanında, uzun bekleyiş saatlerini atlatabilmek için, çay, kahve ve su da unutulmamıştı.
bazıları, futbolsuz da hoşça vakit geçirebilmek için tavlalarını ve oyun kâğıtlarını da yanlarında getirmişlerdi.
sadece türkiye'de yaşayabileceğiniz, seyredilesi bir manzara. mutluluk ve sevincin tribünden tribüne eserek olağanüstü bir olayı dile getirdiği, bayraklarla süslü stadyumda, zaferden emin, mutlu ve hallerinden hoşnut oturuyorlardı.
stadyuma vardığımızda, bekleyen taraftarlarla karşılaşmamak için dolambaçlı yollardan soyunma odalarına ulaşmaya çalıştık. müthiş tavsiyeler dinleyecek halimiz yoktu. ama hepsinin ne kadar iyi niyetli olduğunu, gol görmek ve kazanmak istediklerini biliyorduk. mümkün olursa o gün, açık ve kesin bir zafer yaşamak istiyorlardı.
soyunma odalarına varır varmaz biz antrenörler ve diğer görevliler gırtlağımıza kadar yapılacak işlere gömüldük. herkesin özel bir görevi vardı, ama yine de, hepimiz aynı çizgiyi izliyorduk.
çimin kontrolü konusunda ahmet uzmanlaşmıştı. zemin derin mi, kuru mu, nemli mi, yoksa ıslak mıydı? kramponlu mu, yoksa normal futbol ayakkabıları mı gerekliydi? bütün bunların tespit edilmesi maçtan kısa bir süre önce ele alınması gereken hazırlıkların birer parçasıydı.
ahmet, ayrıca, hakeme verilen maç formunu hazırlamayı da üstlenmişti. oyuncuların adları, doğum tarihleri, kimlik numaralan, doğru olarak forma numaraları ve yabancı oyuncuların sayısı bu forma geçirilerek gecikmeden hakem odasına teslim edilirdi. fazlasıyla güven ve bilgi gerektiren bir görevdi bu.
mustafa hiçbir gerginlik ve telaş göstermeden oyuncularla ilgileniyordu. nasıl davranılması gerektiğini sanki doğuştan kavramıştı ve altay'ın, galatasaray'ın ve türk millî takımı'nm eski bir oyuncusu olarak futbolcularla nasıl ilişki kurulacağını, onların neler hissettiğini ve onlara nerede nasıl hitap etmek gerektiğini iyi biliyordu.
her birini birer kez daha cesaretlendirirdi. üstlerine düşen görevleri hatırlatır, karşı oyuncuların özellikleri ve rakibin olası taktikleri hakkında bir kez daha bilgi verirdi. ancak büyük bir sezgi gücü sayesinde yerine getirilebilecek bir görevdi bu.
benim içinse oyuncuları izlemek önemliydi. hangi ritmde giyinip soyunduklarını bile gözden kaçırmayıp bundan sonuçlar çıkarmak, ruh durumlarını yakalayıp o maç ve o gün açısından tahlil etmek ve böylece olası performanslarını doğru olarak tahmin edip değerlendirebilmekti maç öncesi görevim.
aşırı sinirlilik, hatalara, kontrolsüz ataklara, hatalı yer tutmalara ve hatalı paslara neden olurdu; aşırı rahatlıksa, ritmi yakalayamadan kötü bir başlangıca, top hâkimiyetine konsantre olamamaya, hata yapmaya ve bunu diğerlerine de bulaştırmaya...
aşırı yüksek tonda bağırıp çağırışlar güvensizlik belirtisidir; diğerlerinin konsantrasyonunu da bozar. böyle oyuncular, çoğunlukla işin ciddiyetinin farkında değildir; kendi gerginliklerinin üstünü örtmeye çalışırlar. kendi içine fazla dönük oyuncular ise çoğunlukla başarısız olma korkusu yayarlar. bu durumda tutuklaşır ve hem kendileriyle, hem çevreleriyle iletişim sağlayabilmek için uzun bir süreye ihtiyaç gösterirler.
her yönden yardımcı olmak, anlayış göstermek ve takım içindeki güçlerin dengesini bulmaya çalışmak; oyuncuları sakinleştirmek, konsantrasyona yöneltmek ve oyuna olumsuz düşünceler yerine olumlu düşüncelerle katılmalarını sağlamak gerekir.
birine, kendi yeteneğini, son haftalardaki başarılarını hatırlatmak, bir diğerine güven vermek, antrenörünün, takımın ve izleyicinin kendisine güvendiğini, arkasında olduğunu hissetirmek gerekir... böyle oyuncular benimsendiklerinden emin olmak isterler.
bir başkasının ise korkudan sırtı ürpermektedir; takımdaki yerini dolduramayacağını sanır. bütün bunlar ancak antrenörün sahip olması gereken psikolojik beceri ile mümkündür.
oyuncuları gayrete getirmek ve cesaretlendirmek için sadece bağırıp çağırmak yetmez; antrenör, oyunun başında onların kendilerini aşmayı başarıp başaramayacaklarını da çok iyi gözlemleyebilmelidir.
bütün bunlar, büyük maçlar öncesinde eksik bırakılmaması gereken şeylerdi.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
ısınmaları için oyuncularımı sahaya yolladım. her maçtan önce olduğu gibi, adalelerini, eklemlerini açmaları, kan dolaşımlarını hızlandırmaları gerekiyordu. ama aynı zamanda, gerginlik ve huzursuzluklarını üstlerinden atmalı, stadın atmosferine alışmalıydılar.
daha birkaç dakika geçmemişti ki, hepsini tekrar karşımda gördüm. tek kelime söylemeden yüzüme bakıyor, gülümseyerek başlarını sallıyor, saha görevlilerinden birinin yeni bir yasak getirdiğini ima etmeye çalışıyorlardı.
normalde her yerde sözünü geçirmesini bilen cüneyt bana durumu açıkladı : "şef," dedi, "sahada ısınma koşusu yapmak mümkün değil; değil ki top oynamak. maç sahası son santimetre karesine kadar sarı kırmızı bayraklarla örtülü; tek bir çimen dahi görünmüyor. sahaya adım atmaya ve taraftarların neşesini bozmaya cesaret edemedik." "işte bir başka işaret daha," diye geçirdim içimden.
"olayı kutlamak, coşmak ve sevinmek için, büyük galatasaray ailesini büyük bir şölene davet etmek için her şeyin önceden programlandığına dair yeni bir işaret daha!" bu şöleni mümkün kılmak için kendimizi daha da zorlamamız gerektiğine inandım.
kıran kırana bir mücadele verecektik. ama görünüşe bakılırsa taraftarlarımız, bu iflah olmaz iyimserler, aynı şekilde düşünmüyorlardı.
buna da eyvallah dedim. başka ne yapabilirdim ki. ama oyuncuları onlar ısınmadan maça çıkarmayı kabul edemezdim. futbol ayakkabıları jimnastik ayakkabılarıyla değiştirildi ve stadyumun iç koridorlarında ne kadar olursa o kadar ısınmaya çalışarak hazırlanmaya başladık.
soyunma odalarına döndüğümüzde hakem son kez oyuncuların ayakkabılarını kontrol etti. bu, sadece, oyuncuları bozuk kramponlar ya da dışa çıkmış çiviler yüzünden ağır biçimde yaralanmaktan korumak için getirilen bir önlemdi. futbol federasyonu'nun zorunlu kıldığı bir önlem.
hakem oyuncuları bir kez daha, centilmence oynamaları ve sportmence davranmaları için uyardı; sonra, oyuncular, antrenörler ve diğer yardımcılar yalnız kaldık.
her zamanki gibi bir çember oluşturduk; daha önceki 35 maçta da yaptığımız gibi birlikte and içtik ve kenedenmiş bir topluluk olduğumuzu hissettirecek şekilde birbirimizin omzuna yaslandık, elini tuttuk.
sonra soyunma odalarının dışına, orada bekleyen hakemlere, hakem yardımcılarına ve basın mensuplarına kadar ulaşan savaş çığlığımızı attık ve şampiyonluğu kazanmak üzere dışanya fırladık.
merdivenleri çınlatarak çıkıp sahaya vardılar. daha renkli olması mümkün olmayan bu cadı kazanında 45 bin galatasaray taraftarı şimdiden şarkılar söylüyor, takımlarına tezahürat yapıyor ve cesaret veriyordu.
o an rakibimiz eskişehir spor'un oyuncularının yüreklerinin içini görebilmeyi çok isterdim. bu güven ve inanç gösterisini nasıl karşılayacaklardı? etkilenecekler miydi? yoksa hırslanıp kendini gösterme, yenilmeme ve kendi gücünü ispatlama dürtüsü mü baş gösterecekti?..
bu ikincisi bizim işimizi çok zorlaştırırdı.
seyirciler büyük bir taşkınlıkla sürdürdükleri tezahüratlarıyla bize orta sahaya kadar refakat ettiler. zafere ulaşmak ve bu sezonu şampiyonlukla noktalamak için sonuna kadar bizimle birlikte mücadele edeceklerine emindim.
1970 ile 1984 arasında dört avrupa şampiyonası ve dört dünya şampiyonasına antrenör olarak katılmış ve bu renkli şamatayı beş final maçında yaşamış olmama rağmen, benim bile sırtımdan soğuk bir ürperti geçti. bu, insan eliyle yaratılan, yeri göğü harekete geçiren ve gün, daha güzel, muhteşem ve muzaffer bir şekilde sona ermedikçe duracağa benzemeyen bir zelzelenin vahşi gücüydü.
hakem aykan köseoğlu sezonun son maçı için düdük çaldı ve oyuncuların reaksiyonlarından, hepsinin de her zamankinden fazlasını vermeye hazır olduğu hissedildi. çünkü büyük sıcağa rağmen oldukça yüksek bir tempo tutturulmuştu. daha 12 dakika geçmemişti ki, rakibin ceza sahası sınırında bir serbest atış kazandık.
cevat prekazi her zamanki tarzına uygun olarak topu büyük bir konsantrasyonla yerleştirdi. sonra hız almak için üç adım geri gitti, koştu ve topu sol ayağıyla ve tam bir isabetle, eskişehirspor kalecisine tutma şansı tanımadan, kalenin sağ üst köşesine gönderdi.
dünyanın hiçbir kalecisi öğleden sonra güneşinin altında bu kadar hızlı reaksiyon veremezdi. ama eskişehirspor kalecisinin, büyük bir ustalıkla vurulmuş topu tutma şansı yoktu.
1-0 öndeydik ve eskişehirspor'un aşırı derecede maça asılmasına rağmen bu sonuçla devre arasında soyunma odalanna indik.
mustafa ve ahmet'le birlikte soyunma odalarına döndüğümüzde, maçın devamı üzerinde çoktan anlaşmıştık. ikinci yandaki hareket rotamızı belirlemek için kısa bir konuşma yetmişti. şiarımız, kesinlikle gereğinden fazla savunmaya çekilmemekti. 1-0'ın üstüne yatmayacaktık.
rakibin üzerindeki baskı mümkün olduğunca sürdürülecek, hücuma yönelik oynanacak ve ikinci bir gol aranacaktı.
ilk yarıda, tam da bizim için en önemli maçı oynadığımız günde savunmada bazı sorunlarımız olduğunu görmüştük. eskişehirspor ise, teknik olarak güçlü ve hızlı iki genç açıkla saldırıyordu. ismail bütün gücünü harcarken, bir lokomotif gibi fokurdayarak, karşısında oynayan oyuncuyu kontrol altına almaya çalışıyordu. diğer taraftaki semih'in durumu da farklı değildi ve içten içe, üç yıl oynadığı bursaspor'un desteğinden medet umuyordu sanki. durum bursa'da 0-0'dı. stadın trübünlerinde ve sıralarında, bursa maçının izlendiği radyolar çalışmaktan ısınmıştı. ama biz kendi gücümüzle başaracağımıza inanıyorduk ve bu nedenle sıcağa, güneşe ve kuvvetimizin azalmasına rağmen koşturmaya devam ediyorduk. uzun ve yorucu bir sezon geçirmiştik.
sonra, sanki gökten düşer gibi ikinci ve kurtarıcı gol geldi. yine cevat'dan. cevat sol açıktan kaçarak bir çapraz pası yakaladı ve en tehlikeli silahı olan sol ayağıyla topu eskişehirspor kalesinin yakın direğinin dibine yerleştirdi.
bu zaferdi. o anda bu zafer ve uzun zamandır beklenen şampiyonluk olmalıydı.
ama sonra oyuncuların kuvveti, dolayısıyla konsantrasyonları azaldı. belki de genç oyuncuların sinirleri artık dayanma gücünü yitirmişti. oyun yavaşladı ve rakip su yüzüne çıkarak birdenbire büyük oynamaya başladı. kalemizin önünde tehlikeli pozisyonlar yaratıyorlar ve biz de, hedefi bulmayan paslar ve savunmadaki hatalarımızla onlara, oyuna bambaşka bir karakter vermek için yardım ediyorduk. büyük bir çaresizlik içindeydik ve rakibimizin gole gitmesi sadece bir zaman meselesiydi.
ve sonunda gol geldi de. eskişehirspor'un santrforunun bir şutu kalemizi buldu. maçın sonucu şimdi tamamen ortadaydı. durum 2-1 lehimizeydi ve tüm stadda, sahada, tribünlerde ve özellikle de, müdahale ve yardım etme gibi bir şansımızın hiç olmadığı yedek kulübesinde büyük bir titreme başladı. beşiktaş'ın bursa'daki maçı sinan'ın 55 ve 59. dakikalarda attığı 2 golüyle 2-0 önde götürdüğü haberi titremeyi artırmıştı. savunma ve orta sahadaki genç oyuncular ayakta "knock-out" durumundaydılar. pek çok maçta takımın belkemiğini oluşturan kalecimiz simo bile, ceza sahasında oradan oraya uçuyor, rakibin ortalarına teğet geçiyor, yan toplara dokunamıyordu bile. oyuncularımızın çaresizliği hissediliyordu. hücum oyuncuları bile savunmaya yardım etmeye çalışıyorlardı. savunma ağırlıklı oynamanın bundan ötesi pek olamazdı herhalde. bunlar maçın ve şampiyonluğa o kadar yaklaşmış bir takımın en kötü dakikalarıydı.
daha beş dakika vardı. eskişehirspor beraberlik için bastırıyordu. saldırılar giderek şiddetleniyor ve kalemize gönderilen şutlar giderek tehlikeli bir hal alıyordu.
biz çoktan saha kenarına dizilmiştik. artık görevlilere ve kurallara aldırdığımız yoktu. takıma, yenilgi tehlikesi karşısında verdiği bu çaresiz mücadelede destek vermek, müdahale etmek ve yardımcı olmak istiyor-duk.
takım, rakibin saldırısı karşısında bir kez daha tüm gücüyle direnişe geçti.
oyunculara maçın bitimine üç dakika kaldığını haber verdik ve eskişehirspor'un ele avuca sığmaz, hızlı ve iri yapılı sol açığından yeni bir milimetrik orta daha geldi; top ceza sahamıza indi. oyuncular topa bir salkım gibi çıktılar ve sonra top birinin alnından sekerek kale direğimize çarptı...
kalbi ve sinirleri zayıf olanlara uygun bir oyun değildi futbol.
son dakikaya girmiştik. bu kez hakem, aleyhimize bir serbest atış verdi. atış, santra çizgisinin on metreden fazla uzağında bizim yarı sahamızda kullanılacaktı...
ben bu sahneyi daha önce görmüştüm...
son kez fransa'da, 1984 avrupa şampiyonasında, almanya-ispanya maçında görmüştüm ben bu sahneyi...
inanılır gibi değildi... kaderin cilvesi miydi yoksa!.. şimdi ne olacağını biliyordum... yine ne olacağı hesaplanamayan bir atış gelecek, top ceza sahamıza doğru süzülecekti...
aynen o gün olduğu gibi; hani ispanyollar in liberosu maceda'nın son saniyede yükselip topu toni shuhmacher'in tutamayacağı şekilde ağlara gönderdim gibi, bu kez aynı işi bir başkası yapacaktı... bu kez kim daha yükseğe sıçrayacaktı? kimin bu kez topa daha önce vurabilecek gücü kalmıştı?
taç çizgisinin kenarında duran bizler, antrenörler, oyuncular ve diğerleri, sahadaki oyuncular üzerinde daha etkili olabilmek için görevlilerin oluşturduğu zinciri kırmaya çalışıyorduk...
o an sanki bir mucize oldu ve ben serbest atışın kullanılacağı noktaya yakın bir boşluk buldum... hakemin o tarafa doğru geldiğini gördüm... serbest atışı kullanacak olan oyuncu hazır bekliyordu...
hakemle bakışlarımız karşılaştı. o da sanki enerjisinin sonuna gelmiş gibiydi. büyük ve dramatik bir maçı başanyla yönetmiş ve her an duruma hâkim olmuştu...
inanılır gibi değildi, ama birden, karşı karşıya durduğumuzu farkettim...
ellerimi içten gelen bir çaresizlikle, bitiş düdüğünü çalmasını rica eder gibi, kaldırdım. bakışları beni delip geçiyor, hiçbir şey farketmiyor gibiydi.
gözlerimi yumdum; takımımızın bu son pozisyonu atlatamayacağmdan emindim. bitmişti. evet, her şey bitmişti...
bir saniye sonra yüreğimin duracağını sandım. sanki ben, el hareketimle ona bunu hatırlatmışım gibi, hakem saatine bakıyordu...
topa doğru gitti; topu yerden alıp düdüğü ağzına götürdü ve bitiş düdüğünü çaldı.
öylesine bitkin, heyecanlı ve donup kalmış bir haldeydim ki, taraftarların omuzlarına nasıl çıkarıldığımı ve mustafa'nın yerden bitmiş gibi nasıl bir anda yanımda dikildiğini hissetmedim bile. birbirimizin kollarına atıldık. ahmet, mehmet ve bizim doktor da yanımıza geldiler; sonra oyuncular ve bizi sevinçle kucaklayan, coşan, ağlayan ve sevinen insanlar çevremizi sarmıştı...
galatasaray 1987 türkiye futbol ligi şampiyonu olmuştu... soyunma odaları sanki kilometrelerce uzaktaydı. tebrik üzerine tebrik, çiçekler, çelenkler ve bugünü asla unutmayacak olan, şarkılar söyleyen, hepsi de mutlu insanlar. arada, tüm stadı inleten, duyulmaması imkânsız "cim bom bom" haykırışları. trt'nin helikopterleri bu coşkuyu akşam haberleri için tespit etmek ya da canlı olarak galatasaray taraftarlarının evlerine kadar görüntü yollamak için stadın üzerinde dönüyorlardı. tüm ülkede nelerin olup bittiğini o anda kestirmek neredeyse imkânsızdı.
lokantalarda, ailelerin oturma odalarında, arkadaş . evlerinde, kahvelerde, gemilerde, sokaklarda, taksilerde ve hatta havada...
thy'nin kaptanları uçaklarda mikrofonla galatasaray'ın şampiyon olduğu haberini veriyorlardı.
daha o akşam biri bana, frankfurt'dan gelen lufthansa uçağında bile, istanbul'a inmek üzereyken yolculara galatasaray'ın jupp derwall'le şampiyon olduğunun anons edildiğini söylemişti.
soyunma odaları insan kaynıyordu; dostlar, oyuncuların yakınları. yönetim kurulu üyeleri bizleri bir an önce tebrik etmek için tribünlerden yanımıza ulaşma mücadelesi veriyorlardı. herkesten önce de, oyuncuları, antrenörleri, bu zaferde katkısı olan herkesi kucaklayan başkan ali tanrıyar'ın yüzü mutluluktan parlıyordu. başkan, yüreğinde yer verdiği ve birlikte sevinmeye de üzülmeye de her zaman hazır olduğu futbolcularından ve bu günden duyduğu gururu açıkça gösteriyordu.
başarmıştık; hepimizi olağanüstü güzel bir duygu sarmıştı. öte yandan bir hayli rahatlamıştık da.
bu coşku ve curcunadan sıyrılıp soyunma odalarından, bizi boğaz'daki iskelede bekleyen ve şampiyonluk kutlamasının yapılacağı hilton gemisine götürecek otobüse ulaşmak saatler aldı.
şampiyonluk eğlencesinin keyfini gemide galatasaray ailesinin en yakın çevresi içinde çıkarma fikri benden gelmişti. bunu aklıma getiren, istanbul hilton'un genel müdürü, yakın dostum peter sulzenbacher olmuştu. o zamana kadar bir hilton müdürünün bulduğu en iyi fikirdi bu.
bir daha yaşanmayacak, muhteşem bir şenlik oldu. ama şimdi biz henüz, geminin kuruçeşme'de bağlı olduğu iskeleye varmamıştık.
binlerce kişinin ve 50 binin üzerinde galatasaray taraftarı, hayranı ve dostun eşliğinde gidiyor, farklı ve yeni yönlere kaçışmak zorunda kalıyorduk. geçiş mümkün değildi. boğaz'a inen bütün yollar beşiktaş istikametinde tamamen abluka altındaydı. geri dönüp çok daha uzak olan tarabya üzerinden sahil yoluna ulaşmaya çalıştık. sokaklar, yüzlerinde mutluluk okunan, ellerinde bayı aklar ve çiçekler taşıyan insanlarla doluydu.
daha sonraları ankara emniyet müdürlüğü, erzurum valiliği ve nihayet emniyet genel müdürlüğü görevlerine getirilmiş olan, zamanın istanbul emniyet müdür yardımcısı, hepimizin dostu ve büyük organizatör mehmet ağar da bizimle birlikte otobüsteydi ve bütün ipleri elinde tutuyordu. ağar, boğaz boyunca, hedefimize ulaşmanın çok zaman alacağını bildirdi.
bunun bizim için önemi yoktu. şampiyonluğu kutlamak için zamanımız boldu. o an hepimiz bir başka gezegende yaşıyorduk; mutlu, olağanüstü mutlu ve başka hiçbir şey istemeyecek kadar hoşnuttuk.
tarabya'ya ve dolayısıyla yolculuğumuzun uç noktasına varmıştık bile. oysa asıl buluşma yerimizden hâlâ 12 km uzaktaydık.
insanlar evlerden, ellerinde çiçekler, çikolatalar, içecekler, meyveler ve bize hediye etmek istedikleri daha pek çok şeyle sokaklara dökülmüşlerdi.
hanımların giysileri sarı kırmızıydı. kimisi saçlarını da bu renklerle süslemişti. yüzler boyanmıştı. yanımızdan geçen arabalarda ve yollardaki insanların hepsi sevinç doluydu. hepsi bize el sallıyordu. sonunda, hilton'un gemisinin demirli olduğu iskeleye kadarki 12 km'yi adım adım, iki buçuk saatte zorlukla katettik.
polis her şeyi kontrol altına almıştı. otobüsten inmek, insan kalabalığını mücadele ederek geçmek ve gemiye varmak zar zor mümkün olabildi.
fakat ne yazk ki, büyük yolculuk hala başlayamıyordu. eşlerimiz ve dostlarımı stadyumdan, arabalı vapurların yanaştığı kabataş iskelesine kadarki nispeten daha kısa yolu hala alamamışlardı. demek ki biz doğru yolu seçmiş ve ayrıca boğaz boyunca pek ço kinsanı sevindirmiştik.
bir saat sonra hazırdık. geminin kaptanı gecikenleri ceminin diğer tarafından yanaşan teknelere uzatılan iskelelerle gemiye almıştı. artık bu sıcak gunun akşamına doğru yolculuk başlayabilirdi.
süslenmiş, bayraklar çekilmiş gemimizle siren çala çala boğaz'ın ortasına doğru kendimizi bıraktık. ancak o zaman boğaz'ın iki yakasında hâkim olan sevincin ölçüsünü fark edebildik.
binlerce arabanın farları ve sinyal lambaları yanıyordu; binlerce kişi, ellerinde meşaleler ve fenerlerle bir şampiyonlukta "göğün yedici katı"na yaptığımız yolculukta bize eşlik ediyorlardı.
şarkılar söyleniyor, dans ediliyor, herkes kucaklaşıyor ve duygular ortaya dökülüyordu. daha önce hiçbir şampiyonlukta yaşamadığım bir atmosfer hâkimdi.
gemimizin o gece istanbul, tarabya ve sarıyer arasında akıntıyı kaç kez taradığını ve karşıdan gelen gemiler ve boğaz'ın iki kıyısındaki insanlara kaç kez sirenlerle teşekkür ettiğini hatırlamıyorum. ta ki yolculuk, en azından gündelik yaşama bir parça olsun yaklaşma girişiminde bulunmak için, bir noktada sona e-rene kadar.
kıyıya yanaştıktan sonra çoğu kişi kuruçeşme'deki galatasaray adası'nı ziyaret etmeyi tercih etti. orada da disko müziğiyle devam eden eğlence bitmek bilmedi.
ahmet ve ben yavaş yavaş evin yolunu tutmayı tercih ettik; zaten saat sabahın ikisi olmuştu.
son üç yılda bana o kadar bağlılık göstermiş olan yakın komşularımı selamlamak istiyordum daha. bizim orada da her taraftan rakı ve şarap akıyordu. sonradan anlattıklarına göre, büyük susuzluk birayla söndürülene, kadınlar, günü geceye ve insanı kendine çeken bir birlikteliğe dönüştüren dostları pizzalar, pastalar ve diğer lezzetli yiyeceklerle ağırlayana kadar bütün gece şampanyalar patlamıştı.
yeşilköy'e, sevgili dostlarımıza ve komşularımıza da uğramak çok güzel olacaktı, ama bunu başaramadık.
o gece koca istanbul şehrinin tüm çıkış yollarını, sokaklarda dans eden, şarkı söyleyen ve mutlu insanlar kapatmıştı. hiç geçit yoktu; hele bizi tanıdıklarında geçmek kesinlikle mümkün olamıyordu.
bizler de bu büyük sevinçle sarmalanmış bir halde, pek çok hoş engeli atlatarak, sabahın 05.00'inde yavaş yavaş yumuşak bir yastık bulup dinlenmek hayaliyle yeşilköy'e varabildik.
bütün günün curcunasından ve bitmek bilmeyen bir geceden sonra dinlenmek güzel olacaktı doğrusu.
ama bunun yerine, hiç ara vermeden devamı geldi. alman haber ajanslarından, radyo istasyonlarından, gazetelerden, dostlardan ve tabiî eşim ve çocuklarım manuela ve patrick'den telefon üstüne telefon geliyordu. hepsi tebrik etmek ve bu ikinci muhteşem günün sevincini benimle paylaşmak istiyorlardı.
daha önce eşimden eve dönmesini rica etmiştim. doğrusu son haftalar, türkiye'de kaldığımız yılların en güzel günleri değildi.
ortak davamızda en büyük vatan haini kabul edilip taşlanmıştım. rize'de, hepimiz için büyük önem taşıyan bir maçı ben kaybetmiştim. fanatik ve tehlikeli oldukları kabul edilmesi gereken insanlar tarafından tehdit edilmiş ve hakaret görmüştüm; eşimin ise bütün bunları uzaktan yaşamasını istemiştim.
frenlenmesi mümkün olmayan, frenlenmek de istenmeyen bu iniş çıkışlı duyguları ben de tanıyordum. sadece, bütün bunları daha önce bu ölçüde yaşamamıştım. o günlerde utanç içindeydim ve yalnız kalmak istiyordum, çünkü dünyanın en güzel şeyi olan futbol karşısındaki kin ve öfkemi eşimin karşısında itiraf etmek istemiyordum. futbol benim hayatım, ailemin ise geçimiydi.
hemen iki gün sonra, elimde bir frankfurt biletiyle yeşilköy havaalanı'ndaydım.
lufthansa'nm gişesindeki hanımlar ve pasaport memurları tekrar dönüp dönmeyeceğimi sordular. iç rahatlığıyla, "evet," dedim. çünkü bütün öfkem uçup gitmişti ve sevincim geçirdiğim kötü saatlere ağır basıyordu. oyuncularımı tekrar göreceğim için seviniyordum. uç hafta içinde yeni sezonun hazırlıklarına başlamamız gerekiyordu.
bir kez daha şampiyonluğu elde etmek ve herkese gücümüzün tesadüf olmadığını, şampiyonluğu ağır bir çalışma, dürüstlük ve yürekten isteyerek aldığımızı göstermek istiyorduk. beşiktaş da gösterdiği olağanüstü performansla her türlü saygıyı hak etmişti. her iki takım da tüm türk futbolu adına onur hanesine geçecek dramatik bir mücadele vermişlerdi. şampiyonluğu bu yıl da daha şanslı olan almıştı ve her iki takım gelecek sezonda da büyük bir mücadele vermeye hazırdı. taraftar için, ama öncelikle türk futbolu adına sürdürülecekti bu mücadele.
#6 cevad prekazi galatasaray-eskişehirspor 7 haziran 1987
galatasaray 14 yıllık şampiyonluk hasretini ortadan kaldırmak için sahada. eskişehirspor'u ligin son haftasında ali sami yen'de yenmeleri yeterli. tribünler, "seni sevmeyen ölsün" şarkısının nağmelerini haykırıyor. maç başlıyor ve galatasaray ataklarının sonucu bir serbest atış kazanılıyor.
top başında işin uzmanı var. cevad, sol ayağının içiyle köşeye gönderiyor topu. golü yiyeceğini önceden bilir kadercilikteki zalad ise filelerle buluşmasını izliyor topun. bu golle şampiyonluğun ilk adımı atılıyor. sonrasında muhammed'in topuk golüyle fark ikiye çıkıyor. ahmet'in vuruşuyla galatasaray endişeleniyor ama 90 dakika sonunda şampiyon cimbom.
galatasaray ipi göğüsleyerek 13 yıllık özlemine son verir. ligin son maçında eskişehirspor karşısında ali sami yen bayram yerine döner. tribünlerde neredeyse san ve kırmızıdan başka bir renk yoktur. maç sonrası futbolcular hilton oteli'nin gezi gemisinde buluşur. başkan alp yalman'la teknik direktör jupp derwall yan yana oturarak şarkılar söylerler. uğur tütüneker alkolün etkisiyle bir an denize atlamak istese de yönetici ergun gürsoy, "cumhurbaşkanlığı kupası maçında bize lazımsın" diyerek uğur'u güç bela ikna eder.
beraberliğin bile 14 yıllık şampiyonluk özleminin sürmesi anlamına geleceği bir maç. maç sabahı florya tesislerinde tavla oynayan oyuncular rahat gibi gözükse de içlerinde fırtınalar kopuyordu. şampiyonluğa bu kadar yaklaşılmışken alınacak herhangi bir kötü sonuçta 1 puan farkla ikinci sıradaki beşiktaş, sarı kırmızılı ekibin olası bir puan kaybını bekliyordu. normalde tesislerde şakalaşan, eğlenen oyuncular; sessiz sedasız ortalıkta dolaşıyordu, maçın yüklü herkesin omuzlarına fazlasıla binmiş gibiydi. bu stresi en çok yaşayanlardan biritürkiye'de kaleciliğe yeni bir boyut getiren zoran simoviç'ti. prekazi'yle aynı odada kalan yugoslav kaleci, gecenin bir yarısında kalkıp sigara üstüne sigara yakıyordu. şimdilerde görülmeyen ama eskilerin iyi bildiği stat önü sabahlamalarını da 14 yıl sonraki şampiyonluğa tanıklık etmek isteyen birçok galatasaraylı taraftar yaşıyordu! jupp dervvall ve ahmet akçan'ı saha içinde bir gazeteci ordusu karşıladı; statta festival havası vardı. başlama vuruşunu galatasaray yaptı, kartondan şapkaları olan taraftarlarının da desteğiyle maça iyi başlamışlardı. dakikalar 16'yı gösterdiğinde,orta saha çizgisinde muhammet'in pasını alan ilyastüfekçi'nih ceza sahası önünde düşürülmesiyle galatasaray bir frikik kazanıyordu. faulü yaptıran ilyas"ben yaptırdım, ben atarım" klişesini hatırlatıp frikiği kullanmak istedi. ancak prekazi'nin kaptan cüneyt'e"ben kullanmak istiyorum"dediği an kaptanın verdiği karar o gün galatasaray'a şampiyonluğu getirecekti. kaleci zalad'ın solundan kesme bir vuruşla topu ağlara gönderen prekazi, şampiyonluğun yakında olduğunu müjdeliyor, herkes bu golle biraz da olsa rahatlıyordu.
2. yarıda sol kanatta ilyas'ın sürüklediği ve ceza sahasına gönderdiği topa muhammet mükemmel bîr vuruş yapıyor ve topuğuyla galatasaray'ın 2. golünü ağlara bırakıyordu. mustafa denizli heyecandan neredeyse saha içine girecekti, artık zafer çok yakındı. ama golden sonra eskişehirspor atakları başladı. 57. dakikada, bir duran topta nedim topu ağlara gönderiyor, tribünleri strese sokuyordu. geçmek bilmeyen zaman en sonunda tükeniyor, hakem aykan köseoğlu'nun bitiş düdüğüyle yıllarca beklenen şampiyonluk geliyordu.
aslında 30 mayıs 1987 günü antalya atatürk stadını dolduran kimse takımlarının şampiyonluk yolunda dev bir adım atacağını düşünmüyordu. genel kanıya göre beşiktaş çoktan işi bitirmişti. ne var ki karşılaşmanın son dakikalarında yaşanan bir sakatlık sırasında galatasaraylı arif kocabıyık topu eline aldığında seyirciler ayaklandı, çığlıklar atmaya, tezahürat yapmaya başladı. arif şaşkındı, ne olduğunu anlamamıştı. merakla saha kenarındaki muhabirlere sordu. yanıt: "denizli, beşiktaş'a gol attı. 1-1." artık arif de coşkuyla bağıranlar arasına katılmıştı. o anda, bir hafta sonra 14 yıllık bekleyişi bitirip şampiyon olacaklarını anlamıştı.
bir futbol klişesi, aynı zamanda kulaktan hiçbir zaman çıkartılmayacak bir küpenin öyküsü bu, "şampiyonluk kasımda değil, mayısta belli olur" sözünün... ya da luis aragones'in dediği gibi "mayısta görüşürüz" meydan okumasının. ligin ilk yarısında dağıtılan rollerden "esas çocuk"u kapıp, soluksuzca ligi forse eden takımın son ayda kalesini kaybettiği çok fazla yaşanmaz gerçi ama tarih bunun aksi sezonlarını da yazmaktan geri kalmaz. 1986-87 sezonunda olanlar, 'galatasaray'a şans getiren talih kuşu da böyle bir şeydi. antalya'daki bu maçtan çok değil, sadece iki hafta önce, o zamanlar iki puanlı sistemle oynanan türkiye 1. ligi'nde, son üç maça girilirken galatasaray, beşiktaş'ın 2 puan gerisine düşmüştü. 18 mayıs tarihli hürriyet'ten iki başlık: "beşiktaş şampiyon gibi: 4-0"; "galatasaray rize'de çöktü: 2-0." içeriden bir haber "derwall topun ağzında."
sonrası sarı kırmızılılar için rüya, siyah beyazlılar için kâbus gibiydi. kara kartallar tam fenerbahçe'yi 4-0 yenip, galatasaray'ın yenilgisiyle şampiyonluk havasına girmişlerdi ki bir sonraki maçta malatya'dan eli boş döndüler. yine de rahattılar, averajları onları şampiyon yapmaya yetecekti. ne olduysa sıkıntılı seyreden, 1-0 önde götürdükleri denizlispor maçının 85. dakikasında oldu. kazanılan serbest vuruşta mahmut'un pasını uzaktan bir şutla kaleye gönderen erol, beşiktaş'ın kısa ve tombul kalecisi jurkoviç'i rahatlıkla geçmeyi başardı. galatasaray 1 puanla öne fırlamıştı. eşfak aykaç maçtan sonra "şampiyonluğa 5 dakika vardı" diye yazarken, efsane kaptan sanlı sarıalioğlu "bilirim bu acıyı" diyerek siyah beyazlı futbolcularla empati kuruyordu.
sonraki hafta ali sami yen stadı belki de tarihinin en coşkulu maçını yaşadı. tribünler o günlerin tabiriyle "gelin" gibi süslenmişti, futbolcular eskişehirspor karşısına heyecan ve stresle beraber çıkmışlardı. serbest vuruşta 18. dakikada cevat prekazi tribünlerdekilere ilk gözyaşını döktürttü. sonrası prekazi'nin arkasında gerçek bir karınca gibi çalışan muhammet altıntaş'a nasip oldu. "mami" 51. dakikada attığı şık topuk golüyle maçı ve şampiyonluğu garanti altına almıştı. belki es esler beş dakika sonra durumu 2-1'e getirdi, tribünleri ve futbolcuları sıkıştırdıkça sıkıştırdı ama galatasaraylılar açık vermediler, aman vermediler, şampiyonluğu vermediler. geriye soyunma odasında coşku nedeniyle üstü çıplak kalmış jupp derwvall ile mustafa denizli'nin kupayı öpen mutlu halleriyle, bursa'da gazetecilerin televizyonlarından galatasaray'ın maçının son dakikalarını seyreden ali gültiken'le beşiktaş teknik direktörü milos milutinoviç'in simaları kaldı.
galatasaray'ın kurtarıcı meleği, beşiktaş'ın ayağını kaydıran denizlispor, yıllar sonra hiçbir zaman ölmeyen korku filmi karakteri gibi 14 mayıs 2006 günü bu sefer fenerbahçe'nin karşısına çıkıverdi. yeşil siyahlıların bu kez bir başka istanbullunun canını yakmak için çok daha geçerli bir nedenleri vardı. 2005-06 sezonun son maçında fenerbahçe'nin şampiyon olmak, denizlispor'un da kümede kalmak için 3 puanı alması şarttı. aksi halde istanbul'da, iddiasız kayserispor'u ağırlayacak galatasaray ya da gaziantepspor'u kamil ocak'ta yenmeye niyetli malatyaspor gülecekti.
maç öncesinde hemen her spor yazarı fenerbahçe'nin şampiyon olacağına inanmıştı. can bartu "fener avantajlı"derken altan tanrıkulu "fenerbahçe denizlili yener". turgay şeren "galatasaray, şampiyonluğu kadıköy'de kaçırdı", gürcan bilgiç "fenerbahçe işini şansa bırakmaz" kehanetlerinde bulunmuştu. fenerbahçeliler bağdat caddesi'ni, çıkmayan candan ümidi kesmeyen galatasaraylılar ali sami yen stadı'nı süslemişlerdi.
o güne kadar türkiye 1. ligi'nde son haftaya lider giren hiçbir takım şampiyonluğu kaptırmamıştı; bu unvan artık fenerbahçe'ye ait! anlaşılmaz bir şekilde rakibine direnemedi sarı lacivertliler; tutuktular, çekingendiler, garip ama hırssızdılar. süper yıldız anelka, daum'un yanında tam 75 dakika oturdu. sahadakilerse 83. dakikada eski futbolcuları yusuf şimşek'in asistiyle mustafa keçeli'nin golüne dek çok da bir şey yapamadılar. golden sonra açıldılar; tuncay'la beraberliği, appiah'la direği buldular. maç denizlispor taraftarlarının sahaya artıkları konfetiler nedeniyle 16 dakika uzadı. bu arada malatyaspor'un antep'teki yenilgi haberi, dolayısıyla da yeşil siyahlılara yenilseler bile ligde kalacakları müjdesi geldi ama horoz inada bindirmişti bir kere! son saniyede ganalının yakın mesafeden şutu dışarı çıkınca kadıköylüler oldukları yere yığılıp kaldılar. appiah kapaklandığı yerde katıla katıla ağlarken, bir el kendisine uzandı ve onu teselli etmeye çalıştı: "kalk appiah. allah'ın dediği olur!"
birileri üzülmüştü ama birileri de seviniyordu. bu sevinç belki de futbol tarihimizin en büyük ve en içten sevinciydi. denizli'deki maçın 16 dakika uzamasıyla ali sami yen'de unutulmayacak anlar yaşanmaya başladı. kimse stadı terk etmiyor, başta hasan şaş olmak üzere duşlarını bile yapmamış futbolcular basın tribünündeki televizyonlardan gözlerini alamıyorlardı. dualarla, temennilerle, heyecanla hayatlarının en uzun 16 dakikasını yaşayanlar selçuk dereli'nin denizli'deki son düdüğüyle hayatlarının en mutlu anlarına kavuştular. başkan özhan canaydın'ın şu sözleri bu şampiyonluğu en güzel şekilde anlatan cümlelerdi: "bu 100 yılın şampiyonluğu. galatasaray tarihinde böyle bir şampiyonluk hatırlamıyorum. bu kadar güldüğüm bir gün hatırlamıyorum."
amcamların oturdugu gecekondu evimizin kiremitlerini degiştirecegimizden babam bir kac gün önceden bize duyurmuştu.amcama ve bana beyler bir usta ayarladım sizde pazar günü bir yere ayrılmıyorsunuz pazar günü evin kiremitlerini komple aşşagı indirecegiz usta tuttum bizde ustaya yardım edecegiz kimse bir yere ayrılmasın dediginde bütün dünya sanki üstüme yıkılmıştı.
pazar günü bir yolunu bulurum diye düşündüm fakat bu mümkün olmadı daha cumartesi gecesinden ali samiyen stadı ve etrafı şöyle dursun bütün istanbul sanki ali samyen stadı gibiydi ben arkadaşlarla o cumartesi gecesini istanbul sokaklarında gecirdim.
gece yarısı saat 12 gectikten sonra stadın ceyresine geldik arkadaşlarım gişelerin yakınlarında kendilerine yer bulmaya calışıyorlardı o zamanlar şimdiki gibi önceden bilet alma olanagı yoktu staadın kapıları saabah saat 9 da acılacaktı kulüp tarafından böyle acıklanmıştı ve biletini alan seyirci iceriye girecekti.
ben onları orada bıraktım maca gitmeyecektim her maca gitmeye calışmıştım o zezon ve aşagı yukarı her macada gitmiştim fakat bizim bu gecekondu evin tamir işi bu şampiyonluk macına denk gelmişti babamla catışmamak adına rahmetli babamı kırmamıştım ve bu maca gitmek nasip olmadı.
o gün mac başlayana kadar catıda ustaya yardım ettim kiremitleri tek tek süpürüyor temizliyor ve temizledigim kiremiti amcama veriyordum amcamda orada istifliyor usta istedikce ustaya kiremit veriyordu.
baba şevkati banbaşkaymış babam macın başlama saati gelince hadi yavrum eline saglık git şimdi duşuna al ve macı izle dedi bana teşekkür etti.ve gönderdi.
yan tarafdaki evimize girdim duş falanda almadım cünkü cok sabırsızlanıyordum 15 yıl sonra galatasaray şampiyon olacaktı mac başlamak üzereydi bende duşa giremzdim cünkü o kadar sabırlı degildim.hatta bir ara macı izlerken babam bana camlıca gazozu getirmişti icmem icin buz bibiydi valla o gazoz.hala unutamam hayatımda ictigim en iyi icecek oydu hala onun gibisini icmedim.
mac 2-0 olmuştu zaman gecmiyordu birde bunun üzerine gol yeyince bayagı stres oldugumu hatırlıyorum mac 2-1 olunca babam amcam ve usta geldiler ve benimle mac izlemeye başladılar.
sonunda mac bitti ve ben şampiyon oldugumuza inanamıyordum kendimi bildim bileli bu ilk şampiyonluk görüşümdü cünkü yetmişli yılların başındaki şampiyonlukları ben ufak oldugum için hatırlamıyordum.
şimdi düşünüyorumda isteseydim bir şekilde o maca gidebilirdim fakat babama karşı gelemezdim iyikide gelmemişim. bunun mükafatı olarak nice şampiyonlukları canlı canlı gördüm.. işte bu şampiyonluk bana babamın uzattıgı camlıca gazazunu"da hic unutturmadı