ligin bitimine 4 hafta kala galatasaray rize deplasmanında 2-0 yenilince kıyametler koptu. hafta arası gazetedeki bir röportajında "napoli 61 yıl şampiyon olamadı. galatasaray 14 yıl olamamamış çok mu" diyince taraftarlar florya’yı bastı. derwall’i de taşlayarak istifaya davet ettiler. ancak beşiktaş futbolun içinde olan sürprizlerden birini yaşayacak ve 3 maçta 3 puan kaybetti. bu puan kayıplarıyla galatasaray 14 yıl sonra mutlu sona ulaştırdı.
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bursa ve rizespor da bizim için şampiyonluk mücadelesinde özel konumu olan takımlardı. bunlara son olarak da, üç yıl önceki çıkışından sonra, o yıl puan cetvelinde üçüncü sıraya yerleşen ve bütün ligin en tehlikeli hücum oyuncusunu bünyesinde bulunduran samsunspor eklenmişti.
tanju çolak gibi, türkiye 1. futbol ligi'ne katılışının daha ilk yılında 33 golle gol krallığını yakalamış olan bir futbolcu samsunspor'da oynuyordu.
o sezon trabzon ve fenerbahçe karşısında kendi sahamızda iki önemli maçı kaybettik. son hesaplaşma anı geldiğinde önemini daha iyi belli edebilecek iki yenilgi...
bereket versin ki, bu yenilgilerin etkisi altında kalmadık. takım kişiliğini ortaya koydu. fenerbahçe karşısında rövanş maçını kazandı ve trabzon'da da hakkıyla 0-0'lık bir beraberlik sağladı.
daha da kötü sonuçlar doğurabilecek yenilgileri ise ankara'da gençlerbirliği, yeşil şehir bursa'da bursaspor ve en kötüsü, karadeniz kıyısındaki, çayı ve tüm dünyaya sattığı fındığıyla ünlü rize'de rizespor karşısında almıştık.
rizespor, aşırı fanatik bir taraftar kitlesinin desteğiyle, bize uzun zamandan beri yaşamadığımız dişe diş bir mücadele örneği verdi. rakibimiz, bu galibiyetiyle olası bir küme düşme tehlikesinden de uzaklaşmıştı. tükenmez bir çaba ve hırsla imkânsızı mümkün kılmışlar ve ben de sonradan bu sempatik takıma kazandıkları zaferi canı gönülden helal etmiştim.
bu yenilgiden sonra, oyuncuların, kulüp sorumlularının ve tabiî sadık taraftarlarımızın üzüntüsünü ve çaresizliğini tahmin edemezsiniz. istedikleri hedefe bu kadar yaklaşmışken, sezon bitimine üç maç kala, bütün hayallerini sanki bir sel alıp götürmüştü.
her şey sonu gelmiş ve yitirilmiş, şampiyonluk daha da uzaklaşmış ve artık elde edilemez hale gelmiş gibiydi dışandan bakıldığında görünen buydu.
rize'de oyuncular, antrenörler ve diğer görevliler, hepimiz sahadan soyunma odalarına süklüm püklüm gittik. kum ve kömür tozu kaplı, bozuk bir sahada bizi açık seçik bir şekilde yere yıkmış olan rakibimizin yıldırıcı ataklarıyla yara bere içinde, bitkin ve küskündük...
soyunma odalarına, olup biteni düşünmenin sessizliği çökmüştü. uzun bir sezon boyunca yaşanan zorlanmaları, sonuca katkısı olan herkesin gösterdiği çabaları ve tabii ki bu son maça kadar beşiktaş'ın önünde iki puan farkla sürdürdüğümüz liderliği düşünüyorduk.
durumumuzun kazaya uğramış bir gemide bulunmaktan da kötü olduğunun hepimiz farkındaydık. sezon bitimine üç maç kala yeniden yelken açmak ve özlenen şampiyonluğa doğru yeniden yola çıkmak zorundaydık. rizespor maçından sonra yapabileceğimiz bir tek bu kalmıştı geriye.
düşüncelerimde çok uzağa, bambaşka bir yere gitmiştim...
ben bu takımın antrenörüydüm ve burada karşımda oturanların hepsinden sorumluydum. kimi gözyaşlarını tutamıyordu. kimi bu yenilgi karşısında kendimizi savunamamış olmanın öfkesini içinde taşıyordu. son yılların sürekli ileri doğru gelişimini, bu maçı kaybetmemiş olsaydık zaferle noktalamış olabilirdik.
hepimizi ikna edecek bir şeyin ortaya çıkması gerekiyordu. herkesi yeniden ayıltacak ve kendine getirecek bir şeylerin olması gerekiyordu.
faydası olabilecek tek şey, beşiktaş'ın da yenildiği haberinin gelmesiydi, ama bu olmadı. gerçek oydu ki, 1986-87 sezonunun bitimine üç maç kala beşiktaş'la aynı puanda ve averaj farkıyla umutsuz bir biçimde gerideydik. beşiktaş gibi bir takım böyle bir şansın elinden alınmasına izin vermezdi.
rizespor maçanda ortaya çıkan eksikliklerimiz karşısında içimi hiddet ve öfke kaplamıştı. erhan'ın sakatlanması, onu istanbul'da bırakmak zorunda kalmış olmamız ve takımın en önemli elemanlarından biri olan simo'nun maçtan bir gün önce, kaldığımız otelin yakınlarında uygun bir antrenman sahası olmaması nedeniyle ısınırken ayağını burkmuş olması ve rizespor karşısında sahaya çıkamaması da durumu değiştirmiyordu.
sezon boyunca büyük çaba göstermiş olan oyunculara yeniden toparlanma gücünü verecek sihirli değneğin nerede olduğunu kendi kendime soruyordum.
belki de ben makul ve net bir düşünce geliştiremevecek kadar depresyon içinde ve felçleşmiş durumdaydım.
ama yaşadığımız fiyaskoyu atlatacak ve takımın kendine olan inancını yeniden kazandıracak çıkış yolunu bulmak zorundaydım...
ilk basımı 1993 yılında olan jupp derwall'ın "türkiye anıları" kitabından;
bir an için rize'den uzaklaşıp eskilere gittim.
ispanya'da yapılan 1982 dünya şampiyonasında da gijon'da 2. grupta cezayir karşısında oynadığımız turnuvanın ilk maçını 2-1 kaybettiğimizde ve hepimizin sevinçle beklediği bu dünya şampiyonasının sonunun geldiğini sandığımızda, aynı şey olmamış mıydı?
cezayir maçından iki gün önce, kaldığımız otelin restoranında yuvarlak bir masanın etrafında, basın sözcümüz dr. wilfried gerhardt, organizasyondan sorumlu sekreterimiz horst schmidt, o zamanlar alman spor enformasyon servisi (sid) adlı ajansta çalışan gazeteci wolfgang niersbach, aşçımız hans damker ve alman takımının antrenörü olarak da ben hep birlikte oturuyorduk. günün sonunda, güzel bir alman birası içerek, cezayir ile yapacağımız ilk maçı tartışıyorduk. büyük saygıyla, fakat kendine güvenle maçı değerlendiriyorduk. sonrasında ikinci tur maçlarının da yapılacağı ve 1982 dünya şampiyonası final maçının oynanacağı madrid'e gitmeyi hedefliyorduk.
zorlu bir çalışmayla geçen uzun bir günün sonunda tadini çıkartmak istediğimiz güzel bir ortam ve hoş saatlerdi maçın havası çok iyiydi; hansi müller'e varıncaya kadar eksiksiz bir ekiple oynanma şansımız vardı ve takım önceden belirlenmişti; bu konuda iyice düşünmek için dört haftadan fazla zamanımız olmuştu.
cezayir; cezayir de kimdi? asistanım erich ribbeck takımı gözlemlemişti. ben de cezayirliler'i, iki hafta önce, turnuvaya hazırlandıkları isviçre'nin lozan kentinde görmüştüm. hızlı, kurnaz, becerikli, oyunda önceden tahmini güç bir tempo değişimi gösteren, teknik olarak olağanüstü durumda bir takımdı. oyuncularının çoğu fransa ve belçika'da birinci ve ikinci liglerde oynuyorlardı. bu oyuncuların bütün güçlü ve zayıf yanlan aklımdaydı. oyun tarzlarını ve taktik önlemlerini de tanıyordum. aslında, bu şampiyonada iyi bir başlangıç yapma konusunda her hangi bir ters liğin olması mümkün değildi.
o akşam masada birlikte oturduğum dostlar da benimle aynı fikirdeydiler. iyi bir sonuç alamamamız halinde içine düşeceğimiz büyük ayıp ve küçülmeden, hele alaylı gülüşlerden korunmamız için sadece istek ve konsantrasyonun yeterli olacağı düşüncesindeydiler.
wolfgang niersbach, gazetecilerin dostları karşısında da korudukları o tavırla anîden bana dönerek sordu: "jupp, eğer olur da cezayir karşısında maçı kaybedersek ne yapacaksın?"
şu yanıtı vermiştim ona: "wolfgang, önce aşırı derecede saçmalıyorsun; ikincisi, bu şampiyonanın en müthiş hikâyelerinden birini yakalamak istediğini hissediyorum; üçüncüsü, sana itiraf edeyim ki, eğer dediğin çıkarsa gijon'dan trene atlar eve dönerim."
şakalaşmak, birbirimize takılmak ve bu arada o tür olumsuz düşüncelerden uzaklaşmak istiyorduk.
beklenen gün geldi. takım turnuvanın bu ilk maçını geçmek için yanıp tutuşuyordu. artık bir şeyler olmalıydı.
hazırlanmak, güç toplamak ve forma girmek için tam bir aydan uzun bir süredir yollardaydık.
takımla konuşma sırasında cezayir takımının değerlendirmesi güç bir takım olduğu konusunda herkesi ciddiyetle uyarmıştım. cezayirlilerin üstün tekniklerini, hızlarını, taktik inceliklerini ve daha pek çok şeyi övmüştüm. cezayirlileri cezayir'de izlemiş olan asistanlarıma da konuşma fırsatı vermiştim. sonra da takımı, cezayir'deki alman elçisinin anlattıkları hakkında uyarmıştım. dünya şampiyonasının 2. grubundaki rakibimiz cezayir hakkında saatlerce konuşulabilirdi. ancak, oyuncuları motive etmek, gayrete getirmek, isteklerini kamçılamak ve neye muktedir olduklarını göstermek daha önemliydi.
12 yıl boyunca katıldığım dördüncü dünya şampiyonasıydı. dünya şampiyonalarını, maçları, zaferleri, beraberlikleri, yenilgileri, golleri ve puanları geride bırakan almanya, brezilya'dan sonra dünyanın en iyi ikinci takımıvdı ve bu kez de iyi bir derece almak istiyorduk.
maçın perulu hakemi enrique labo revoredo soyunma odalarında bizi centilmence ve doğru oynama konusunda uyarmış ve yedek kulübesinde kalacak antrenör ve oyunculardan da, sahaya müdahale etmemelerini ve baş hakemin talimatlarına uymalarını istemişti.
cezayirliler'in taktiği birkaç dakika sonra belli oldu. alan savunması yapıyor, karşısında oynadıkları oyuncuyu ancak kendi alanlarına girdiği anda marke ediyorlardı. tempoyu düşürmeye ve bizi şaşırtmaya çalışıyorlardı. istediklerine ulaştılar da.
devre bitimine kadar, maçın sonunda kendileri için yeterli olacak 0-0'lık durumu korumuşlardı. "yeter ki kaybetmeyelim" düşüncesiyle oynuyorlardı. ancak zamanla, alman takımı ne kadar hücuma yönelik oynarsa karşı atak imkânlarının da o kadar arttığını farkettiler.
bu yüzden, devre arasında, kontrol altına alınmış bir savunmadan çıkarak hücum etme ve açık oyun kurma konusunda anlaşmıştık.
"haydi çocuklar, çıkın saldırın!" mı demeliydim? bunu bütün bir ilk yarı boyunca zaten yapmıştık. çünkü dünya şampiyonalarında sık sık görüldüğü gibi, her büyük takım, grup içindeki "küçük" olduğu sanılan takımlar karşısında zorluklar yaşar.
meksika'da, fas karşısında oyunun bitiminden kısa bir süre önce 2-1 kazanabildiğimiz maçta olduğu gibi; ya da 1974'de, kendi ülkemizde o zamanki doğu almanya karşısında hamburg'da 1-0 kaybettiğimiz maçta olduğu gibi; 1978fde arjantin'de, tunus'la 0-0 berabere kalıp bir sonraki tura yükselebildiğimize sevindiğimiz maçta olduğu gibi.
diğer ülkeler için de durum farklı değildi. bu tür durumları bugün de dünyanın en güçlü takımları yaşar. örneğin, tenisin dünya klasmanındaki oyuncuları da benzer deneyimlerden geçmek zorunda kaldılar.
devre arasında tempoyu yükseltmeyi kararlaştırdık. oyun açısından olmasa da, rakibe, güç, dayanıklılık ve kondisyon bakımından üstünlük sağlamak mümkün olmalıydı. oysa biz avrupa şampiyonu'ndan beklenen, net bir biçimde ve zorlanmadan kazanmamızdı.
55'inci dakikada olan oldu. cezayir'in bir karşı atağı yedek kulübesinde oturan bizleri ve o maçtan bu maça dolaşan gezgin seyircilerimizi korku ve dehşete düşürdü. daha sonra portekiz'de büyük başarı kazanacak ve avrupa'nın en iyi oyuncuları arasında yer alacak olan madjer, topu iki savunma oyuncumuz arasından ok gibi göndererek durumu cezayir lehine 1-0 yaptı.
takımımız bu golü şaşılacak kadar iyi biçimde hazmetti... henüz on dakika geçmişti ki, 66!ncı dakikada kari heinz rummenige çoktandır zamanı gelen golü atarak durumu 1-1 yaptı.
bana, sanki artık önümüz açıldı, takımımız şaha kalkacak ve maçı kendi lehimize çevirecek ortamın oluşması sadece bir an meselesiymiş gibi gelmişti.
ancak her şey farklı gelişti. daha üç dakika geçmeden madjer yine atağa kalktı. bu kez sol kanattan. bir çalım, sonra bir tane daha ve sonra kalenin ortasına doğru sert bir pas. o noktada belloumi füze gibi dalarak topun gelişine vurdu ve topu alman kalesine gönderdi. durum cezayir lehine 2-1 olmuştu.
maçı kaybetmiştik. dünya şampiyonasında başarılı bir başlangıç yapma şansını kaçırmıştık. kötü niyetli eleştiriler ve böyle bir rakibi doğru dürüst değerlendirmeyi becerememiş olduğumuz için atılan çıngıraklı kahkahalarla karşılaşacaktık.
alman gazeteleri iyi bir hikâye yakalamışlardı. benim giion'dan frankfurt'a kadar izleyeceğim trenyolunun güzergâhını basıyor, buna bir de orijinal tren biletinin resmini ekliyorlardı. yani bileti oradan kesip trene binmem yeterliydi ve belirttiklerine göre iki buçuk günlük yolum vardı.
bu kez ne bahse girmiş, ne de bir söz vermiştim. ama yine de şimdi rize'de benzer bir durumla karşı karşıyaydım...
ve işte bir anda gözlerimin önünde belirmişti çıkış yolu.
daha önce hiç olmadığı kadar mutsuz ve ezici görünen durumumuzda bize yardımcı olabilecek tek şey, daha önce de aklıma geldiği ve o anda kavradığım gibi, sadece iyimserlik ve kendi gücümüzle işin içinden çıkabileceğimize inançtı...
ayağa kalktım; bedenimin nasıl gerildiğini içimde hissettim ve dimdik yürüyerek dışarıda bekleyen basın mensuplarının yanına gittim. maç üzerine, yaptığımız hatalar üzerine birkaç söz söyledim, rakip takımı övdüm ve sonra kendi kendimin şöyle konuşmakta olduğunu farkettim: "şimdi biliyorum ki, biz bu şampiyonluğu alacağız. takımımız son maçları kazanacak ve diğer takımların, şampiyonluk yolundaki bu son aşamada bizim kadar kendine güvenemediğini ve sağlam sinirlere sahip olamayacağını biliyorum."
inanmaz gözlerle ve şaşkınlık içinde yüzüme baktılar ve sonra bu delice sözleri istanbul'daki gazetelerin yazı işlerine iletmek üzere telefonların, telekslerin başına koştular.
gazeteler, dev puntolarla, "derwall, 'şampiyonluk bizim,' diyor" şeklinde başlıklar attılar.
bazıları ise bu saçmalığı okuyucularına yutturmaya cesaret bile edemediler. spekülasyona meydan vermemek için haberi küçük puntolarla geçiştirmekle yetindiler.
boş olan pazartesi gününü hepimiz son maçları başarıyla çıkarmaya yetecek moral, istek ve mücadele gücüne sahip olup olmadığımızı düşünerek geçirdik. içinde bulunduğumuz durumda en yakın ve en önemli sorun buydu.
ertesi gün antrenmanda atmosfer ciddîydi, ama umutsuzluk yoktu. erhan hepimize cesaret verdi. ayak parmağmdaki ağrı veren iltihaplanma gerilemiş, ancak henüz tekrar antrenmana çıkmasına izin verecek kadar iyileşmemişti.
"yeter ki pes etmeyin," diyordu bize; son maçları kazanacağız ve şansımızı kullanacağız." kaptanımız cüneyt, kendisini kahretmiş ve sarsılmış durumda olmasına rağmen tek tek herkesle ilgileniyor ve öncelikle de genç oyuncuları gayretlendirmeye ve görevlerini hatırlatmaya çalışıyordu. herkese, antrenörlerinin rizespor maçından sonra gazetecilere neler söylediğini hatırlatıyor ve buna inanmanın hepsi için şart olduğunu belirtiyordu.
ne yazık ki o gün, antrenman sahasına gelen fanatik ve eğitimsiz taraftarlarımızı hesaba katmamıştık.
her antrenmanda olduğu gibi hazır bekliyorlardı. ama bu kez, ellerinde, az sonra üzerimize fırlatmaya başladıkları taşlarla. bize sanki vatan hainiymişiz gibi hakaret ediyor ve antrenmana engel olmaya çalışıyorlardı. bize futbol dünyasının bütün nefretini hissettirdiler. kolay kolay unutamayacağım bir görüntüydü bu. daha sonra gerçekleştirdiklerim karşısında bana yaptıkları tezahürat bile unutturamayacaktı o günü. gırtlağım düğümlenmişti; kupkuruydu ve dudaklarımdan tek bir sözcük bile çıkmıyordu.
bilançoyu çoktan çıkarmışlardı. hesap kapatılmış ve sezonun altına kaim bir çizgi çekilmişti. söyledikleri, artık her şeyin bittiği, defterin kapandığı idi. bir de suçlu bulunmalıydı tabiî.
o sabah galatasaray'ın florya'daki antrenman alanı "derwall dışarı!" sloganıyla çınlıyordu. "derwall evine dön, almanya'ya dön!"
hesabı kesmişlerdi, ama son üç yıl içinde sağlam bir dostluğun güçlü örgüsü içinde kaynaşmış olan takımın moralini ve gösterdiği direnci hesaba katmamışlardı.
rizespor: sinan yenigün, metin bak, oğuz konukaydın, isa gabralı, harun ilik, sinan bayraktar, hakan tecimer, muharrem vezir, abdullah avcı (dk. 87 can cangök), turgut kural (dk. 77 mehmet hacıömeroğlu), mehmet ali karaca
"rize spor tarihi-2" adlı kitapta rizeli olan a milli takım teknik direktörü abdullah avcı'ya da özel bir bölüm ayrıldı. işte o ilgi çekici yazı.
rizeli araştırmacı-yazar fatih sultan kar, hazırladığı, "rize spor tarihi-2" adlı kitapta rizeli olan a milli takım teknik direktörü abdullah avcı'ya da özel bir bölüm ayrıldı.
abdullah avcı, kitaptaki söyleşide 1985-86 sezonunda gol kralı olduğu karagümrük'den beşiktaş'a transfer olmak üzere anlaştığını ancak çıkan bazı pürüzler nedeniyle bir anda kendini toprak sahası olan rizespor'da bulduğunu anlattı.
iett basın yayın müdürlüğü foto-film operatörü, rizeli araştırmacı-yazar fatih sultan kar'ın hazırladığı 'rize spor tarihi-2' adlı kitapta a milli takım teknik direktörü abdullah avcı'nın söyleşisi ve futbolculuk yıllarına ait fotoğraflara yer verildi. futbola 1979-80 sezonunda vefa genç takımında başladığını ifade eden abdullah avcı, 3 yıl sonra a takıma yükseldiğini, 2 sezon vefa a takımında top koşturduktan sonra karagümrük'e transfer olduğunu anlattı.
karagümrük'te geçen iki sezonun ardından 1986-87 sezonunda eski başbakanlardan mesut yılmaz'ın kardeşi ve rizespor kulüp başkanı turgut yılmaz'ın ısrarıyla 50 milyon lira bedelle rizespor'a transfer edildiğini anlatan avcı, bu transferin öyküsünü de şöyle dile getirdi:
"1986 yılında rize'ye futbolcu olarak hizmet etmek bana nasip oldu. 1985-86'da 2'nci lig'deki karagümrük'te oynuyordum. büyük takımların istediği, iyi bir oyuncu ve aynı zamanda gol kralı idim. bonservisim karagümrük'te idi. beşiktaş'la anlaştık. satışımı bekliyorum. transferlerde prosedürler vardı. o ara devreye rizespor, antalyaspor girdi. derken kendimi bir anda toprak sahası olan rizespor'da buldum. 21 yaşındaydım. o zamanlar hatırı sayılır düzeyde siyasi isimler devreye girebiliyordu, ayrıca ben de rizeliydim. rizespor'un formasını giymekten oldukça mutluydum. çok güzel anılarım oldu. rize'ye futbolcu olarak geldiğimde turgut yılmaz rizespor'da başkandı. mesut yılmaz da devlet bakanı'ydı. benim rizeli olduğumu öğrenince transfer etmek istediler. orada ilk dönem iyi geçti. tanju, samsun'da gol krallığına oynuyordu. iki basamak altında da ben gidiyordum. hatta o yıl galatasaray'ı yendik. 36'ıncı dakikada penaltıdan galatasaray'a attığım gol sonrasında hep aşağı doğru gittik. fırsat herkesin ayağına gelir, benim de geldi ama olmadı."
galatasaray maçını unutamıyor
kitaptaki söyleşide rizespor forması altında oynadığı galatasaray maçını unutamadığını belirten abdullah avcı, daha sonra şöyle dedi:
"keyifli bir dönemimiz vardı. hasan vezir, ismail, turgut, muharrem, metin, hakan, harun, m. ali karaca, turist mehmet, kaleci phall. hele unutamadığım bir maç var ki galatasaray ile toprak sahada oynadığımız maç, 1986-87 sezonuydu. ilk golü penaltıdan ben attım. hakan ikinci golü attı ve maçı 2-0 kazandık. toprak saha, ikinci yıl çim saha oldu. takımdaki arkadaşlarımı hiç unutmadım. arkadaşlıklarımız hala devam ediyor."