02.10.1985 de inönü stadında oynanan ve yugoslav hakem sostaricin yönettiği maç. maçta deniz tarafındaki kale arkasında idim. bu maçtan hatırladım olay şenol çorlu'nun attığı golün hakem tarafından sayılmamış olması. macar teknik direktör kalman mezsöly'i o sene milli takım hocalığından transfer etmiştik. iyi başlayan sezon bizim açımızdan çok kötü bitmişti.
galatasaray dergisi 2009 yılı nisan sayısında yayınlanan mehmet yüce'nin "parçalı ve çubuklu" başlıklı yazısından;
iki ekim bin dokuz yüz seksen beş çarşamba günü saat 19:45'i gösterdiğinde türkiye'yi avrupa kupa galipleri kupası'nda temsil eden takım, polonya kupa şampiyonu widzew lodz'u eleyerek ikinci tura yükseliyordu. aynı gün öğleden sonra kadıköy'de oynanan maçta fransa şampiyonu bordeaux'ı eleyerek taraflı tarfsız herkesi sevince boğan "başka bir" takımın başarısından beş saat sonra lodz kentinden gelen bu iyi haber, yurdun her yerinde, özellikle istanbul'da coşkulu bir biçimde kutlanıyordu. arablara, taksilere hatta kamyonetlere atlayan futbolseverler çaldıkları klaksonlarla yeri göğü inletiyorlar, kaldırımlarda bir elinde o takımlardan birinin parçalı, diğer elinde de diğer takımın çubuklu bayrağı sallayan genç kızlar, erkekler onların sevinçlerine eşlik ediyorlardı. arabaların içinde de durum farklı değildi. şoför mahallinden sarkıtılan çubuklu bayrak, arka koltuktan dışarı çıkmış parçalı olanıyla dans ediyordu sanki.
yabancı bir takımı yenmenin, elemenin ilk coşkulu dışavurumunu yaşayanlar futbol tutkunları değildi sadece. bağdat caddesi, niantaşı'nın futbolla zerre kadar ilgilenmeyen bazı sakinleri bile sokaklara çıkarak kutlamalara katılmıştı. yıllardır iki takım arasında biraz da suni bir biçimde pompalanan husumet, taraftarlarda birikmiş gerilim, yıllar sonra edinilen ortak bir başarı sonucunda insanın dğasında bulunan "iyi olma" güdüsünü harekete geçirmişti. rakibini önesemek, onun sevincine ortak olmak, onula birlikte eğlenmek her iki takımın yandaşlarına daha önce hiç duyumsamadıkları bir olgunluğun hazzını yaşatmıştı. bu tarihinin önemi, iki kulübün ilk defa aynı gün yabancı rakiplerini eleyerek tur atladıkları gün olmasıydı aynı zamanda...
fenerbahçe'nin makus avrupa kupaları tarihinin altın sayfalarından biri. aime jacquet yönetimindeki jean tigana'lı, alain giresse'li, bernard lacombe'lu bordeaux önünde sarı-lacivertliler. ilk maçı deplasmanda 3-2 kazanıyor fenerbahçe.
rövanş maçına çıkarken avantajlı ama rakibin gücü ve tecrübesi korkutuyor. ilk maçta yediği goller yüzünden kaleci yaşar'a da eleştiriler var. istanbul'da maçın 12. dakikası oynanıyor. avrupa şampiyonu fransa'nın orta sahasının yo rulmaz savaşçısı alain giresse, fenerbah çe ceza alanının hemen dışından köşeye gönderiyor bombasını. işte "uzaktan geleni yer" denen yaşar, bir jimnastikçi esnekliğiyle topa uzanıyor. köşeden çıkarıyor meşin yuvarlağı. maç bundan sonra bir daha bordeaux tarafına gitmiyor.
nedense hep 8-0'lık ingiltere maçıyla hatırlanan yaşar gelen bordeaux ataklarına set çekiyor ve fenerbahçe 0-0'lık sonuçla turu geçiyor.
dünya kupası eleme kuraları çekildiğinde ve türkiye, ingiltere, kuzey irlanda, romanya ve finlandiya ile aynı gruba düştüğünde, final şansımız olduğunu ileri sürmüş ve bazı çevrelerin tebessümleri ile karşılanmıştık.
milli takımın, o günkü ve bugünkü teknik direktörü, daha ilk günden zor bir gruba düştüğümüzü, final şansımızın olmadığını açıklarken, o ve onu destekleyenler, gündeme, artık ağızlarda sakız olmuş bir özürü getiriyorlardı: türkiye'de futbol sektörü, ülkenin öteki sektörlerinden soyutlanamazdı, bir. ülkedeki futbol düzeyi neydi ki, milli takım ne olacaktı, bu da iki.
ülkenin futbol düzeyinin bir alt, milli takımın ise bir üstyapı olayı olduğunu uzun uzun anlattık. bu ülke de belki yüz bilmem kaç (vehbi dinçerler’in oy için yarattığı profesyonel takımların toplamını kesin bilmediğimizi itiraf edelim) iyi takım olamazdı, ama 16 iyi futbolcu çıkardı ve bu 16 iyi futbolcu, baştan inanılarak iyi organize edilirse, iyi sonuçlar alınabilirdi.
bu hatırlatmayı niçin yapıyoruz? eğer, çok değil, iki ay önce avrupa şampiyonu fransa’nın şampiyonu bordeaux ya düşen fenerbahçe ile, dünya kupaları finallerinin gediklisi, ilk dördün daima iddialı takımı polonya’nın lig lideri lodz’a düşen galatasaray’ın tur atlayacağını, hem de ikisinin birden tur geçeceğini birisi iddia etse, gene aynı tebessümlerle karşılaşırdı. çarşamba gecesi izlediğimiz istanbul kenti sokaklarındaki kutlama törenleri, zaferin nasıl beklenmez ve umulmaz olduğunun kanıtıydı. halkta bir mucizenin başarıldığı kanısı vardı... oysa yanılıyorlardı.
tıpkı milli takım gibi, fenerbahçe ve galatasaray da, bu. ülke düzeyinde bir üstyapı olayıydılar. bir simoviç’i, bir meszöly ve derwall’i satın alıp getirebilecek gücün, bu ülkenin altyapısı ile ilgisi yoktu. iyi organize edildiklerin de, başarılı olmamaları için sebep de yoktu.
neydi, fenerbahçe ve galatasaray’ı milli takım düzeyinin de üzerine çıkaran başarının sebebi? basit... ne meszöly, ne de derwall işe peşin yenilgiyi kabullenerek başlamamışlardı. tur geçme şanslarının olduğuna inanıyor, «şansımız yok. amacımız türk futbolunu iyi temsil etmek, onurlu yenilgi, şerefli bir beraberlik almak» gibi uyutma cümleleri ile laf ebeliği yapmıyorlardı.
galatasaray’ın 96’ncı dakikada yediği golü bir yana bırakın, bu iki takımımız ilk turu, üstelik, yenilmeden geride bıraktılar. fenerbahçe bordeaux’yu rakip sahada yendi, galatasaray kendi sahasında farkı kaçırdı. oynanan dört maçın hiçbirinde «tesadüf» yoktu. bilek hakkı vardı.
zafer sarhoşluğu içinde gözlerden kaçan çok önemli bir noktayı, fenerbahçe’yi başarıya götüren zihniyetin ne olduğunu bir kez daha altını çizerek vurgulamak için hatırlatalım.
televizyon maç öncesi güya bir açıkoturum düzenlemiş, ilker yasin, konuşmacılara fenerbahçe’nin şansını sorarken, inönü stadının çok berbat zemininin ilk maçı kazanan fenerbahçe için bir avantaj olduğu havasını yaratmıştı. meszöly derhal söze girip, düşünceyi şiddetle reddetti: «benim iyi oyuncularım var. benim iyi oyuncularım iyi sahada daha iyi oynar. kötü zemin fenerbahçe’nin aleyhinedir» dedi. bu takımının büyüklüğüne inanan bir hocanın sözleriydi. nitekim, çarşamba günü maçta, süper futbolcular selçuk ve şenol’un rakiple değil, zeminle boğuştuklarını, fransız gazetecileri bile itiraf ettiler. inönü stadında bir türlü topa vuramayan erdal, avrupa’daki milli maçlardan sonra, lodz sahasında da, harika top oynadı ve inanılmaz güzel bir gol attı.
meszöly’yi kaybeden türk milli takımı, son yıllardaki en büyük şansım yitirmiştir. milli takımın meszöly ile oynadığı kuzey irlanda ve isviçre maçları ile, onsuz oynadığı gene kuzey irlanda ve finlandiya maçlarındaki fark ve bordeaux ve lodz başarıları, bu kaybın, başka söze gerek bırakmayan kanıtlarıdır.
bu ülkede, inanılır ve iyi organize edilirse, avrupa düzeyinde oynayacak futbolcular vardır. türk futbolu üst düzeyde, hiçbir maça peşin yenilgi inancı ile başlamaya layık değildir. bu demek değildir ki, yenilmeyecek, hatta farklı yenilmeyecek, elenmeyecektir. öyle olsa, zaten spor olmaz, maç olmaz, mücadele turnuva olmaz, bir bilgisayar 10 saniyede işi bitirirdi.
yenilmekle, yenilgiyi peşinen kabul edip, maçı değil, özrü düşünmeye başlamak farklı şeylerdir.
fenerbahçe bugün zavallı durumdadır. hayır, futbol takımı samsun'dan dört gol yediği, basketbol takımı itü'ye yenildiği için değil... bunlar basit şeyler... geçen pazar, galatasaray’ın kalesinde nurettin, fenerbahçe'nin kalesinde simoviç olsaydı, samsun maçı 0-0 biter, ankaragücü lidere 4 atardı. bu kadar basit... ama türkiye'de spor değil, skor basını olduğu için, bir kaleci farkını, bir futbol takımının yıkımı kabul edivermek gayet kolay oluyor.
fenerbahçe, futbolda, şu yerin göğün «battı» diye inlediği dönemde, liderin iki puan gerisinde şampiyonluk iddiasını sürdürüyor.
fenerbahçe, yerin göğün «battı» diye inlediği bugün, basketbolda, play-off’tan düşmüş değil. yani şampiyonluk iddiası hâlâ sürüyor.
o halde, fenerbahçe niçin zavallı?
aslan tuzağa düşmüş... fare yaklaşmış yanına... izin istemiş, ipleri kemirip kurtarmak için... aslan ağlamaya başlamış. sebebini sormuş fare.
«tuzağa düştüğüme değil» demiş, «kurtulmak için sana muhtaç olduğuma yanıyorum...»
fenerbahçe antrenmanını amigolar basıyor. amigolar... hâni bunlardan birisi beşiktaş antrenmanına gelmiş de, stankoviç’e çiçek vermek istemişti. kötü bir şey değil... çiçek uzatmıştı amigo da, stankoviç elinin tersi ile buketi itip muhatap bile olmamıştı. şimdi bu amigonun fenerbahçelisi, antrenmana gelip, abdülkerim’den hesap soruyor, onu idmandan kovuyor. meszöly’yi karşısına alıp pazarlık yapıyor. «ben bu itleri gece pavyon kulüp izleyeceğim. bulduğumu size getireceğim, siz de onun futbol hayatını söndüreceksiniz, tamam mı?» diyor. «tamam» diyor meszöly de...
soralım size bunun adı zavallılık değil de nedir?
semih bayülken diye birisi var. yıllar yılı o kimi isterse başkan oluyor. çünkü kongrede fenerbahçe'nin üyeleri değil, bayülken’in kulları var. bu bayülken onların giriş aidatlarını ödüyor. belki başka şeyler de ödüyor. onlar da babalarının emrini dinleyip oy veriyorlar. şöhret olmak isteyen bayülken’e geliyor. şöhretin bedelini peşin ödüyor. sonra gelsin fenerbahçe başkanlığı. emin cankurtaran adını fenerbahçe’ye başkan olmadan önce bilir miydiniz? ya ali şen’i?
kalbine hevesi, cebine parayı koyan semih bayülken’in kapısına dayandı mı, oluyor fenerbahçe’ye başkan. «baba» bu yılın fiyatını açıkladı bile: 250 milyon!.. bastır parayı al karayı!..
soralım size bunun adı zavallılık değil de nedir?
horozu çok olan yerde, sabah geç olur derler. gazeteleri açın bakın. her gün bir başka horoz, fenerbahçe’yi kurtarma demeçleri veriyor. kimden neden kurtaracaklar fenerbahçe’yi... kendilerinden mi?
kulübün kasası tamtakır. çünkü geçmişte o fenerbahçe’ye bol keseden para verdiklerini iddia edip şöhret toplamışlar, meğer borç senetleri yaptırıp, kulüp gelirlerine temlik koymuşken. kaşığıyla verdiklerini şimdi sapıyla geri alıyorlar.
kulübün cezalı futbolcusu için yatıracak 500 bin lirası yok. kulübün maaş, prim ödeyecek parası yok. kulübün, bordeaux maçını yöneten yugoslav hakemlere rüşvet diye alınan 17 deri cekete ödeyecek parası yok. yok ki, olay basına yansıyıp, diplomatik skandala dönüşüyor...
kasa tamtakır olduğu için, sezon başında topu topu bir milyon lira için, özel maç yapılıyor. futbolcu adalesini açmadan maçlara boğuluyor. bu yüzden bugün takımın yarısı sakat. lig öncesi 10 para kazanmak için yapılan maç lar yüzünden, bugün toplamı milyarı aşan adamlar kenarda oturuyorlar.
soralım size bunun adı zavallılık değil de nedir?
bu başıbozukluklar içinde, prensiplerinden ödün vermediği için stankoviç gitti. bu başıbozukluklar içinde, kulübün kasasının boş olduğunu keşfettiği için vesselinoviç yollandı. bu başıbozukluklar içinde, erdoğan ünver ile iş birliği yapılıp, coşkun milli takıma gelsin diye, meszöly tezgâhı kuruldu. fenerbahçe’deki osmanlılığı çabuk keşfeden macar da, bizden hızlı, bizden biri oldu, «ben yarı türküm» diye bağırarak zevahiri kurtarma yollarına düştü.
soralım size, bunun adı zavallılık değil de nedir?
fenerbahçeliler, gerçek fenerbahçeliler... bu ocaktan yetişen, fenerbahçe’ye sadece sevgi ve özlemle bağlı olanlar nerdesiniz? siz o sessiz çoğunluk daha ne kadar susacaksınız?