eylül’de iş için madeira’ya vize alırken, “kasım-aralık gibi bir yerlere gideceğim, o yüzden daha uzun süreli vize alabilir miyim?” diye sormuş ve akabinde 3 aylık vize almıştım. “e, madem vizem var, gerçekten de bir yerlere gitmeliyim” diyerek kendimi gaza getirdikten ve hollanda’da karar kıldıktan sonra, heval, özgür ve kuzen fazilet ile haberleşip “motor” dedim…
ilk iş olarak tarih belirledim. ardından şirketten izin aldım ve uçak biletlerini ayarladım. sonra biraz durulup, hangi gün ne yaparız diye heval ile planlamaya başladık. hikâyeyi öğrenen tanıl abi, bir muhabbetimiz sırasında, büyük puntolarla “brugge’a gitmelisin gerisi hikâye!” demiş ve “almanya’ya geçecekseniz, en şahsiyetli yerlerden biri münster’dir” diye eklemişti. brugge, benim de yıllardır gitmek istediğim yerlerden biri olduğu için haliyle hemen plana “kesin!” notu ile dâhil ettim.
bu arada itiraf etmem gerekir ki, yolculuk tarihini belirlerken en önemli kıstasım şampiyonlar ligi maçlarının oynanacağı günlerdi! 26 kasım’da amsterdam’daki ajax – barcelona maçı (haliyle) ilgimi çekiyordu. bilet bulma konusunda birçok kişi ile konuştum. başta özgür’ün hengelo’dan arkadaşı hüseyin ve twitter’dan uğur çetin’in arkadaşı olan ve amersfoort’da yaşayan tunç büyük bir çaba ile uğraşmaya başladılar. birkaç gün sonra, (daha sonra hengelo’daki amatör kulüplerden biri olan atc 65’de yaklaşık 25 sene çalıştığını öğreneceğim) hüseyin’in önerisi ve yardımıyla, gittiğim hafta sonu twente’nin lig maçında nac breda ile oynayacağı maça bilet aldılar. böylece, hollanda’da maç bileti almak için kombine sahibi birilerini bulmanın neredeyse “şart” olduğunu öğrenmiş oldum.
(...)
öğleden sonra hüseyin, heval ve özgürle birlikte de grolsch veste’ye (“dı hıroş feste” diye okunuyor ve grolsch bu bölgenin ünlü bir bira markası) doğru yola koyulduk. stada yaklaştıkça trafik artıyordu. stadın yakınlarında bir yere arabayı park edip yürümeye başladık.
stadyum oldukça güzel görünüyordu. giuseppe meazza veya santiago bernabeu’dakiler gibi dönerek olmasa da yine stadın çevresinde katlara çıkabildiğiniz merdivenler vardı.
biz şu anda vak-p’nin bulunduğu kale arkasının önündeydik ve yerimiz diğer kale arkası idi. stadın çevresinde yürümeye başladık.
stadının tabelasının bulunduğu tribünün önüne geldiğimizde, twente’nin 2009-10 sezonunda ilk kez hollanda ligi şampiyonu olduğunda formasını giyen kongo asıllı isviçreli futbolcu blaise nkufo’nun heykelini gördük. heykelin hemen önünde yerde twente’nin arması yer alıyordu. tribünün hemen sol tarafında ise nac breda’nın takım otobüsünü gördük.
“protokol” ile kale arkası tribününün birleştiği duvarda 2009-10 sezonundaki şampiyonluk kutlamalarından kareler vardı.
turnikeler tribünün karşısındaki merdivenlerden yapılıyordu. biz de biletimizi okutup içeri girdik ve yukarı doğru tırmanmaya başladık. merdiven bizi tribün girişlerinde bulunan uzunca bir koridora getirdi.
burada önce paranızla 1 ve 2 euroluk twente jetonları alıyor, ardından da gidip içecek ya da yiyecek alabiliyordunuz. içeride bira içmek serbestti. (birkaç gün sonra hüseyin’den avrupa kupası maçlarında uefa’nın kuralı gereği biranın sadece protokolde ve vıp’de satıldığını öğrenecektim.)
tribündeki insan profili oldukça “nezih” görünüyordu. çocuklar, aileler, kadınlar… boynumdaki alkaralar/gençlerbirliği atkısına birçok taraftarın "ne ola ki bu" diye anlamaya çalışan gözlerle bakması da oldukça enteresandı.
bir süre burada takıldıktan sonra tribündeki yerimize geçtik. çünkü herkes bilet numarasına göre oturuyordu. bizim numaralarımız arkalı önlü olduğundan bir süre yan yana oturmak için boş koltuk kovaladık. sonrasında biraz da ricada bulunarak heval ve özgürle yan yana oturup maçın başlamasını bekledik.
sağ tribün dışında tüm tribünler ikişer katlıydı ve stadyum şu anda 24 bin kişilikti. bir plan çerçevesinde sırayla tüm tribünlere ikinci kat yapılıyordu ve geriye sadece tek bir tribün kalmıştı.
hüseyin’in söylediğine göre en bilinen taraftar gruplarından biri olan vak-p (fak-pi diye okunması biraz garibime gitse de sonrasında bunun aslında “blok p” anlamına geldiğini ve taraftarların oturduğu bölümün adı olduğunu öğrenecektim) karşı kale arkasında bulunuyordu. taraftarlardan bazıları çiftçilikten ötürü kendilerine köylü diye laf atan diğer şehirlilere nispet olarak “köylü” lakabını kullanıyorlarmış.
sağımızda bulunan maraton tribününde twente’nde bulunan köylerin pankartları asılı idi. maçtan önce 2009-10 sezonundaki şampiyonlukta pay sahibi olan 2 eski futbolcu anons edildi ve alkışlarla saha ortasına kadar yürüyüp plaketlerini aldılar.
maçın başlamasıyla birlikte karşı tribünden davul sesleri yükselmeye başladı. maçtan önce hüseyin, “şampiyonluk yarışında olacaksak, bu maç çok önemli. bunu da kazanamazsak her şey biter” demişti. maçın başında twente baskı kurmaya ve tek kale halinde oynamaya başladı. ama gol gelmeyince nac’lılar da pozisyona girmeye başladılar.
bir ara tüm tribünler birden ayağa kalkıp tezahürata başladılar. işte tam bu anda güzel bir paslaşma ile ceza alanına giren kyle ebecilio güzel bir plase ile topu filelere gönderdi ve herkes zıplamaya başladı! golden sonra klasik olarak golü atan oyuncunun adı anons edildi. ardından da futbolcuya teşekkür edildi. işte o an, tüm seyirciler hep bir ağızdan, “rica ederiz!” diye bağırdıktan sonra bir küfür salladılar.
hüseyin devre arasında, bu teşekkür bölümünün, twente’deki bir radyo spikerinin gollerden sonra bu şekilde anons yapmasından ötürü yapıldığını anlattı. küfrün anlamına öğrenmek için ise biraz uğraşmam gerekecekti! :)
golden sonra ekrandan golün tekrarı görüntüleniyordu. (ki az sonra nac’ın golünün gösterilmediğine şahit olacaktım. yani bu uygulama sadece twenteliler içindi.)
takım tam rahatladı derken 43’de yenilen gol tüm tribünün moralini bozdu. ama son dakika içinde kazanılan penaltı ve atılan gol ile soyunma odasına twente önde gitti. biz de biraz ısınmak için içeriye doğru geçtik. insanlar tuvalet, içecek ve yiyecek molası vermişti. bu arada stantların önündeki televizyonda maçın canlı olarak yayınlandığını gördüm.
bu arada hüseyin’in hollandalı bir arkadaşı yanıma gelip “türkiye’den mi geldin?” diye sordu. ben de “evet” diye cevap verince, “soğuk değil mi?” dedi. kafamda bere, boğazımda atkı ve ellerimde eldivenle içtenlikle “evet!” dedim. adam güldü ve uzaklaştı. sonrasında aslında elemanın bizimkilere üşüdüğünü söylediğini ve bizimkilerin, “oğlum nasıl hollandalısın bu havada düşünülür mü?” dediklerini öğrenecektim. kısacası o da gelmiş benle kafa yapıyordu :)
ikinci yarının hemen başında luc castaignos’un golü ile twenteliler bir kere daha havaya fırlasa da 3 dakika sonra danny verbeek’in çaprazdan ve uzaktan nefis golü ile bir anda fark bire inecek ve benim de aklıma gençlerbirliği’nin “taraftarlarını sürekli diken üstünde tutan halet-i ruhiyesi” gelecekti.
bu arada bizim bulunduğumuz tribünün en köşesinde uzun tellerle ayrılmış olan deplasman tribününü görüp, “bir gün gençler şuraya maç yapmaya gelse de biz de orada olsak!” diye hevalle muhabbet ettik. sonrasında ise doğma büyüme buralı olan özgür’ün twente’yi tutacağını bu yüzden de hevalle ona el sallayacağımızı söyleyip güldük.
69’da quincy promes’in golü ile skor 4-2 olduktan sonra ben tuvalete gittim. bu arada hüseyin’in devre arasında söylediğini görmek için maraton tribününe doğru yürümeye başladım. twente tribünleri arasında herhangi bir engel yoktu. yani isterseniz tüm tribünlere dükkânların bulunduğu koridordan yürüyerek geçebiliyordunuz!
ben de maratonun ortasına kadar yürüyüp merdivenlerden bir süre maçı takip ettikten ve bir fotoğraf çektikten sonra yerime döndüm. maçın son anlarında quincy bir gol daha attı ve maçı 5-2 sona erdirdi.
maçtan sonra hollanda’nın meşhur kroketinden alıp evde atıştırdık ve bol bol muhabbet ettik.
bu arada hüseyin’in kızı aylin’in, bugün maç öncesi stadyumda plaket alan futbolculardan biri olan peter wisgerhof ile birkaç yıl önce bir röportaj yaptığını ve dergide yayınlandığını öğrendim.