gençlerbirliği'nin maraton tribünü için kombine bilet çıkardığı sezonun ilk maçı olmuştu bu maç. toplam 130 civarında kombine bilet satılmıştı ilk sezon. o maçta maraton tribünü tel örgülerle bölünmüş ve kombine biletli taraftarlar maraton'un soluna tıklım tıkış doldurulmuş; biletli seyirciler ise maraton'un ortasına alınmıştı. maraton'un ortası için satılan tek bilet fiyatının kombine bilet fiyatından düşük olması da ayrı bir ilginçlikti.
sonra uzun ve ısrarlı girişimlerimiz sonucunda maratonun ortasına geçtik. birkaç yıl içinde de kombine biletli taraftarların sayısı binlerle ifade edilen sayıya ulaştı.
ve maalesef 2007-2008 sezonunda kulüp yönetimi "alkaralar"ı cezalandırmak amacıyla kombine bilet çıkarmayarak yeniden eski duruma döndü. fakat lig başladıktan 4-5 hafta sonra yeniden kombine bilet çıkarma kararı aldı. şu anda ne kadar kombine bilet satıldı bilmiyorum ama biraz bilet satışına geç başlanması biraz da takımın ligdeki kötü durumunun da etkisiyle çok fazla bilet satıldığını sanmıyorum.
tontonlar ile ponponlar, beyazlılar ile kırmızılılar: bir maçın anatomisi
cumartesi günü saat 17.00'de kardeşim ve 11 yaşındaki yeğenim gizem ile “geç kaldık, şimdi en az bir saat kuyrukta bekleriz!” diye söylene söylene stadın önüne geldiğimizde in cin top oynuyordu. “dışarıda gezip dolaşacağımıza içeri girelim, daha eğlenceli olur” dedik ve girdik...
önce güvenlik
stadyum bomboş. polisler, yanımızda içeri soktuğumuz suç aletlerine (bir adet 2,5 litrelik kola, bir adet 2 litrelik su!) hemen el koydular ama gözaltına almadılar! tabii biz de bunun nedenini sorduk. polis arkadaşlar yaptıkları son derece mantıklı açıklamada, 2,5 litrelik kola ve suyun tribünden sahaya atılmasının çok zor olduğunu ve sahaya ulaşamadığını, ulaştığı zaman ise yaralayıcı, incitici, hatta öldürücü olabileceğini, bu nedenle de “emniyetçe” yasaklandığını belirttikten sonra, içeride kapalı bardakta su ve kutu kola satıldığını, eğer sahaya atacaksak bunların daha uygun olduğunu da eklemeyi ihmal etmediler. yine tribünden sahaya atmak için gerekli demir parayı çekirdekçi ve suculardan temin edebileceğimizi, onun için çok tehlikeli bir silah olan cebimdeki tükenmez kaleme de aslında gerek olmadığını ve kendilerine vermemiz gerektiğini son derece kibar bir şekilde açıklayıp ikna ettiler!
sizin anlayacağınız, daha stada girerken kolamızı, suyumuzu ve tükenmez kalemimizi emniyet görevlilerine kaptırdık. ama yeğenim gizem (iyi ki kendisini yanımıza almışız!), boynunda asılı hakem düdüğü ve elindeki bardaklarla, bu yaptıklarını onların yanına bırakmadı ve burunlarından fitil fitil getirdi; her kola-su doldurmaya gidişinde şiddetle çaldığı düdüğüyle kulaklarını sağır etti; oh olsun!...
polisler, gizem’in ne kadar büyük bir bela olduğunu anlayıp kalan kola ve suyu kendisine geri vermek istediklerinde iş işten geçmiş, kola ve su zaten bitmişti...
yeni sezon, eski heyecan
neyse, saat 17.00'de içeri girip maraton tribünü’ne geldiğimizde, bizim maraton grubundaki arkadaşlar sabaha kadar beşik salladıkları ve nöbet tuttukları için henüz uyanıp da gelememişlerdi anlaşılan. biz de maraton’un en ortasına keyifle kurulduk. “çekirdekçi” olarak adlandırılan seyirci arkadaşlar da maratonun en ortasındaki yerlerini almaya başladılar. derken bizimkiler flamalar ve davullarla karşıdaki kapalı tribünün oradan göründüler. büyük bir sessizlik ve ciddiyet içinde flamaları asmaya, davulları yerleştirmeye başladılar. bu işler bitip de kırmızı tişörtlerini giydiklerinde saat 18.00'i biraz geçiyordu. evet, bizim maraton grubu büyük bir başarıyla maç saatine yetişmişti. işte o anda ısınmak için sahaya çıkan kırmızı forma-tişörtlü futbolcuları “gençler, gençler” tezahüratlarıyla alkışlamaya başladık. birisi bunların elazığlı futbolcular olduğunu söyleyince, biz de zaten onları kızdırmak istediğimizi söyleyip vaziyeti çaktırmadık!...
evet, nihayet saat 19.00 oldu ve beyazlılar ile kırmızılılar arasındaki maç başladı. bizim maraton korosunun ayağa kalkıp müthiş bir tezahürata başlamasıyla, kendilerinden önce gelip maraton’un ortasına konuşlanan çekirdekçi seyirciler neye uğradıklarını şaşırdılar ve bu gruba önce oturmalarını teklif ettiler: “bilader, oturun da maçı seyredelim” gibisinden! korodan yükselen sesler ve itirazlar üzerine bir kısmı çil yavrusu gibi gibi dağılıp kendilerine oturacak yer bulmak için oradan ayrıldılar...
beyaz takım maça hızlı başladı ve 15 numaranın ortasına numarasını göremediğim bir beyazlının dokunmasıyla da öne geçti. golü yiyen kırmızı takım da pas yaparak beyazlıların sahasında gol aramaya çalışıyordu. beyazlılarda ise golü erken bulmanın verdiği rahatlık gözleniyordu. evet, beyazlılara göre kırmızılılarda bir numara yoktu, maç nasıl olsa farka gidecekti. gelgelelim kırmızılılar, bizim maraton korosunun maçı izlemeyip istanbul yöresinden derlenen şarkı ve türküleri seslendirmeye devam ettiği bir sırada, sağdan yapılan bir ortaya “demarke vaziyetteki” sarışın bir zencinin vurduğu kafayla beraberliği sağladılar. bu arada maraton korosunda da pil bitmeye başlamıştı. “ne oluyor?” demeye kalmadan, sarışın zencinin pasında sola deplase olan başka bir kırmızılının çaprazdan vuruşuyla kırmızılılar bir anda öne geçtiler. ama hakem, ince bir şekilde bütün tercih haklarını beyazlılar aleyhine ve kırmızılılar yani ev sahibi ekip lehine kullandığından ve golü de kırmızılılar attığından çaktırmamak için tribündeki s eyirciler sessiz kalmayı tercih ediyorlardı gibi geldi bana...
neyse, ikinci yarıda kırmızılıların bir futbolcusu kendi yarı sahasından aldığı bir topla “deniz” tarafındaki kaleye tek başına akmaya başladı. ama “deniz” çok durgundu ve “saka” da su taşımaktan yorulmuştu! bu arada kırmızılı bir futbolcu, sağdan deplase olup, “deniz” tarafındaki kaleye hücum edip, ceza sahasına dalıp “demarke vaziyette” kaldıktan sonra topu yerden bir vuruşla kaleye gönderince durum 3-1 oldu.
bizim maraton korosu ise çok yorulduğu için artık susmuş ve seyrekleşmişti. ben bir kaç anadolu türküsü istediğimde, istanbul türkülerini söylemekten yorulduklarını ve söyleyemeyeceklerini bildirdiler. kendim söylemeye çalıştım ama tek başına türkü söylemek koronun tadını vermiyor maalesef!
sonra beyazlılar, ceza sahasındaki bir karambolde bir gol daha atınca durum 3-2 oldu. hakem tercih haklarını ince bir şekilde ev sahibi kırmızılılardan yana kullanmaya devam ettiği için beyazlıların iki penaltısını ve “yüzde yüz nizami” bir golünü vermedi ve maç kırmızılıların 3-2 galibiyetiyle bitti...
yalnız bu maçta benim anlayamadığım bazı noktalar var: beyazlılar hangi takımdı? kırmızılılar hangi takımdı? hangisi ev sahibiydi? hangisi deplasmandaydı? biz hangi takımın seyircilerinin arasında oturduk. sonra bir de biz sanki beyazlıları destekliyormuşuz gibi geldi bana. biz kırmızı tişört giydiğimize ve bunlara da 7 milyon saydığımıza göre kırmızılıları desteklememiz gerekmez miydi? pek çözemedim. bilen varsa anlatsın da öğrenelim (maçı seyretmeyenler için not: beyaz formalı takım gençlerbirliği, kırmızı formalı takım elazığspor’du)...
ben hakemi badem ile...
ünsal çimen, musa eryılmaz, mutlu çelik gibi avrupa’ya fazla çıkamasalar da türkiye’nin yetiştirdiği en “mümtaz” ve futbol federasyonumuzun gözbebeği hakemlerimizi tartışırken lütfen biraz insaflı olalım! tabii, buradan onları eleştirmek insanın kolayına geliyor ama bir an için kendinizi onların yerine koyun bakalım, nasıl düşüneceksiniz?
hakemsiniz ve çıktınız 19 mayıs stadı’na... gençlerbirliği’nin “üç büyükler” veya bir kent takımıyla maçı var...
yarısı bile dolmamış, sadece çekirdek çitleme seslerinin geldiği çiçek gibi bir stad... staddakileri biraz olsun coşturmak, galeyana getirmek, takıma destek vermesini sağlamak için çırpınan, kendini parçalayan, bu nedenle de maçı seyredemeyip oyun dışında kalan bir kaç küçük taraftar grubu!...
ve sanki bir sinemadaymış, tiyatrodaymış edasıyla (ki sinema veya tiyatroda bile bazen yüksek sesle konuşan ve gülüşenler oluyor, orada da onları uyarmak zorunda kalıyoruz) maç seyreden, maçtaki iyi-kötü hiç bir gelişmeye olumlu ya da olumsuz hiç bir tepki göstermeyen, tezahürat yapmayı neredeyse ayıp, komik ve manyakça bir davranış, tezahürat yapanları da gülünüp geçilen birer futbol manyağı olarak gören pelte gibi bir seyirci topluluğu!...
ve stadın bazen küçük, bazen de çok büyük bir bölümünde de ankara'da doğduğu, büyüdüğü, okuduğu, çalıştığı, evlendiği, çoluk-çocuk sahibi olduğu ve hala ankara'da yaşadığı halde büyük bir arzu ve iştahla karşı takıma destek vermeye gelen başka bir seyirci topluluğu!...
ve bundan sonra da elazığ’da, diyarbakır’da, malatya’da, trabzon’da, istanbul’da yöneteceğiniz bir sürü maç!...
ve siz ne yaparsanız yapın, size mükemmel bir maç yönetmiş gibi notlar veren eyyamcı ve kaşarlanmış hakem eskisi gözlemciler!...
ve eğer böyle maçlardan birinde bir çuval inciri berbat edip ortalığı batırdıysanız (mızrak çuvala girmiyorsa) sizi gözlerden saklamak için bir kaç haftacık dinlendirme adı altında bir süre gözlerden uzak tutan ve gündemden düşmenizi sağlayan, ancak özellikle “üç büyükler”in ve ateşli taraftara sahip kent takımlarının maçını yönetirken sırf bu takımların aleyhine verip de ortalığın karışmasına neden olduğunuz doğru kararlardan dolayı sizden hesap soran ve sizi uzun bir süre kızağa çeken ya da sizi yalnız bırakan, örneğin seyircinin agresif hareketleri ve devam eden çirkin ve küfürlü tezahürattan dolayı serdar çakman maçı iptal ettikten sonra o takımı hükmen mağlup ilan etmek yerine maçı tekrar ettirip serdar çakman'ın da hakemliği bırakmasına sebep olan, yine örneğin malatya'da, malatyaspor’un cezası nedeniyle -güya- “seyircisiz” oynanan bir maçta, binlerce kişi tarafından meşalelerin yakıldığı stadda taraftarların “üçlü” çekmesini seyretmekle yetinen ve hiç bir işlem yapmayan bir futbol federasyonu ve merkez hakem komitesi!...
ve “üç büyükler” aleyhine verdiğiniz doğru kararlardan sonra bile sizi linç eden, seyircilere, federasyona, mhk'ya hedef gösteren , ancak gençlerbirliği gibi takımlar aleyhine verdiğiniz yanlış kararlardan ise ya hiç söz etmeyen, gazetelerinde yazmayan ve televizyonlarında göstermeyen ya da öylesine söz edip hemen unutan pişkin bir futbol medyası!...
vesaire, vesaire...
evet arkadaşlar, siz yıllarca ankara'da maç yönetmiş ve artık iyice kaşarlanmış bir hakem olsanız nasıl düşünürdünüz? farklı mı davranırdınız?