sene 1990, kış, gri soğuk bir istanbul ikindisi. istanbul'dayım, bir grup arkadaş, haydi maça gidelim deniyor, dolmabahçe-inönü'ye gidiyoruz. arkadaşlar arasında iki üç beşiktaşlı var, bir galatasaraylı, bir fenerli. ben o zamanlar gençlerbirliği sempatizanıyım. taraftar değil, sempatizan.
beşiktaş'ın güçlü dönemi, başlarında gordon milne, metin-ali-feyyaz sahada. fazla bir beklentim olmadan gidiyorum, gençlerbirliği'ne ilgim de ondan beklentim de düşük yoğunluklu.
kapalı tribüne oturuyoruz. fazla kalabalık değil. şimdiki gibi değil ortam; tezahüratla hiç ilgilenmeden rahat rahat oturuyoruz. beşiktaşlı arkadaşlar da fazla ajite değiller.
gençlerbirliği'ni "tanıtmaya" dönük laflar açıyorum tabii, "biliyorum" ya. "şu avni" diyorum mesela yanımdakilere, "penaltı kaçırmaz, ayağı çok iyi ama topu çok oyalar" falan. "şu izzet", diyorum, "iyi şut atar, uzaktan vurur".
nitekim ilk yarının ortalarında izzet bir şut sallıyor ceza alanı dışından, üst direkte patlıyor! böbürleniyorum tabii, "dediydim ya!"...
nitekim beşiktaş pek yaratıcı olamıyor, bizimkiler iyi kapanıyor, iyi oyalıyorlar ve 0-0'ı koparıyoruz. henüz taze bir fidan olan gençler sempatizanlığıma oracıkta küçük bir gurur apoleti takıştırıyorum.